SAVAŞLARIN SEBEPLERİ

İKİ DÜNYA SAVAŞININ GÖRÜNMEYEN SEBEPLERİ

 

Dünyanın gördüğü, sivillerin de bilerek öldürüldüğü bu iki savaşın görünür sebepleri hakkında çoğunluk bilgi sahibidir. Ama savaşa karar veren politikacıları etkileyen sebepler üzerine fazla durulmamıştır.

Dünyamızın güzel geleceği için bu sebepleri ve olayları iyi irdelemek zorundayız. Eğer suçu, sadece bazı önder yöneticilere yüklersek, aynı savaşların tekrarlanması için davetiye çıkarmış oluruz.

II. Dünya Savaşı, toplamda, 60 milyon civarında insanın ölümüne neden olmuştur. Bilhassa bu son savaşın çıkmasını etkileyen sebepleri anlamak için çok daha gerilere giderek, fikir alanındaki gelişmeleri mercek altına almamız gerekir.

Roma İmparatorluğu dönemindeki anlayış, günümüzdeki gelişmiş ülkelerdekinden çok farklı idi. Roma devrinde toplumun önderi olan insanlar, zenginlikleriyle değil, kahramanlıklarıyla itibar kazanırlardı. Özgür bir insan ücret karşılığında çalışamazdı. Roma senatörleri hem kanun gereği hem de geleneklere göre, iş adamı olamazlardı. Aristo’ya göre, ”veren insan, muhteşem insandı”. Biriktiren insanın itibarı yoktu.

Romalılar din değiştirdikten sonra da anlayış değişmedi. Çünkü zenginlik hırsı, Katolik Hıristiyan anlayışında da yer bulamamıştı. Nitekim Matta İncili 19. Bölüm 23-24: “İsa öğrencilerine ‘size doğrusunu söyleyeyim’ dedi. ‘Zengin bir kişinin Göklerin egemenliğine girmesi güç olacak. Yine şunu söyleyeyim ki, devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı egemenliğine girmesinden daha kolaydır.”

Romalılarda ırkçılık anlayışı yoktu. Yerine geçebilecek soylular-halk ayrımı vardı. Fakat İncil’de sınıflaşmayı ve ırkçılığı destekleyecek hiçbir madde yoktur. Aksine bütün İncillerde, “sevgi”, “merhamet”, “eşitlik” konuları işlenmiştir. Ancak, Roma İmparatorluğundan sonra Avrupa’da çok sayıda devletçik oluşması, aralarındaki rekabeti körüklemiş ve ırkçılık yolunu açmıştır. Ayrıca Yahudilerin “Tanrı katilliği” ile suçlanmaları sonucunda giderek artan Yahudi düşmanlığı, ırkçılık anlayışının temellerini atmıştır.

Bu değişime rağmen, zenginlik hırsı ve ırkçılığın sistemleşmesi, Avrupalıların “Aydınlanma Çağı” dedikleri dönemde olmuştur. 18 ve 19. cu yüzyılda ortaya çıkan düşünürler birbirleriyle kıyasıya tartışmalara girişmişlerdir. Bu düşünürlerin kimi duygusal algıyı, kimi sezgiyi, kimi aklı, kimi iradeyi, kimi deneyciliği, kimi faydacılığı ön plana almıştır.

Çağın kurucusu sayılan İngiliz John Locke (1632-1704), “toplumun temeli, bireydir” demiştir. Bireycilik ve serbest pazarı savunmuştur. Sadece bu düşüncelerinde kalsa mesele yok. Ama Ticaret Odası kurucu üyesi olduğundan kölecilik konularında da fikir beyan etmiştir. Ona göre insan “beyazdır”. Zenci, insan değildir.

Üç yıl sürgün kaldığı İngiltere’de, bu fikirlerden etkilenen Fransız Voltaire (1694-1778) benzer fikirleri savunmuştur. Fransa’da özgürlük ortamının doğması için mücadele eden Montesquieu (1689-1755) ise, özgürlüğü bütün insanlara layık görmez. Tanrı’nın iyi bir ruhu kapkara bir bedene yerleştirmiş olabileceğini kabul etmez.

Alman İmmanuel Kant (1724-1804),  yazdığı “Yüce ve Güzel Olanı Hissetme Üzerine Gözlemler” adlı eserinde Afrikalıların zekâları olmadığını ileri sürer. Kant ırkları dörde ayırır. Amerikalı ırk tarihçisi Earl W. Count, Kant’ın yüzyılının en derin ırkbilimsel düşüncesini ürettiğini savunur.

Hegel (1770-1831) “Dünya Tarihi Üzerine Dersler” kitabında “Afrika’yı sömürgeleştirmek, Afrikalıları tarihle tanıştırma sürecinin tamamlayıcısıdır” diyerek sömürgeciliği aklar.

Yeni bir dinin kuruculuğunu yapmaya çabalayan Auguste Comte (1798-1857) Tanrı’ya değil, topluma tapmaktan bahseder. Kurduğu dinin temelinin sevgi olduğunu söyler. Ama ırkçılık yapmaktan geri kalmaz. Sadece, üstün olan beyaz ırkın böyle bir olguyu oluşturabileceğini savunur.

Friedrich Engels (1820-1895), Fransa’nın Cezayir’i işgalini onaylarken hadisenin, “Uygarlığın gelişmesi için önemli ve talihli bir olay” olduğunu düşünür. Hattâ ABD’nin Kaliforniya’yı Meksikalılardan alması üzerine benzer fikirleri ifade eder “…Muhteşem Kaliforniya, orada ne yapacağını bilmeyen tembel Meksikalılardan alındı….Bu ilerlemedir….Böylesi bir ülke zor kullanılarak tarihin içine alınmıştır.”

Engels bu makalesini, Komünist Manifestosundan sonra 1849 yılında ele almıştır. Engels böyle olunca Marks da ondan geri kalmaz. Venezuelalıların kurtarıcı (el libertador) dedikleri halk kahramanı Simon Bolivar (1783-1830) için, Engels ile birlikte yazdıkları “Latin Amerika Tarihinde” Bolivar için, “zalim, budala, korkak” gibi terimler kullanmışlardır.

Benzer düşüncelerini, bağımsızlık için mücadele eden Çinliler için de, “ırsi olarak aptal” diyecek kadar ileri götürmüşlerdir.

Sadece beyazlar dışındakileri değil, Avrupalılar dışındaki beyazlar dâhil bütün ırkları aşağılayan Avrupalı düşünür sayısı çok fazladır. Çünkü birbirlerini etkilemişlerdir. Bu yarışta, kapitalist anlayıştan komünist anlayışa, o dönemdeki zengin her ülkenin düşünürleri katılmışlardır.

Dolayısıyla politikacıları, devlet yöneticilerini de etkilemişlerdir. Ünlü düşünürlerin zenginlik konusundaki fikirleri, soyluların dışında, halk içerisinden bir burjuva sınıfı oluşmasına sebep olmuştur. Zenginlik hırsı geniş kitleleri etkisi altına almıştır.

Öyle ki, zenginliğin karşısında olan Katolik Hıristiyan anlayışı bile karşı koyamamıştır. Zenginliği ilk aklayanlar Kalvinist papazlar olmuştur. Kalvinistler, Katolikliğin aksine, “çalışıp kazanan ve biriktiren Tanrı’nın sevgilisidir”  anlayışını savundular. Önce faizi ikiye ayırdılar. Tüketim borcununkine “riba” dediler, yasağı devam ettirdiler. Ticari borcunkine “faiz” dediler ve yasakladılar. Fakat Fransız ihtilâlinden sonra ikisi de serbest oldu.

Irkçılık ve başkalarını ezme pahasına elde edilen zenginlik teşvik edilince, savaşlar da sıradan bir sonuç oldu. Hegel’e göre savaş, sadece doğal bir durum değil, aynı zamanda ahlâkidir. Devletlerin uyuşmazlıkları, sadece savaşla çözülebilir. Bir devlet diğerine “doğa kanunları” ölçeğinde bakmalıdır. Tıpkı, “aslanın avına baktığı gibi” bakmalıdır. Zaten Hegel, barışın yetenekleri körleştirdiğini savunur.

“Savaş politikanın devamıdır” diyen Alman General Clausewitz’in (1780-1831) düşüncesindeki görülen eksikliği de, Lenin tamamlamıştır. Lenin’e göre, “politika savaşın devamı” sayılmalıdır.

Buraya kadar yazılanlardan daha geniş bilgi elde etmek isteyenler, İbrahim OKUR’UN “Arsızlık ve Kültür” adlı eserinden faydalanabilirler.

Şimdi kendimize soralım. Ünlü düşünürleri methedip, sadece savaşları yönetmiş politikacı ve askerlere kızmak, acaba ne anlam ifade eder. “Yeryüzünün efendisi olacak yönetici bir ırk” arayışı içerisindeki Alman Nietzche’nin (1844-1900) felsefesini övüp, bu düşünceyi uygulamaya koyan Hitler’i suçlamak neyi çözer.

Demek oluyor ki, dünyamızı güzelleştirmek için sadece yöneticilerin gayret etmeleri yetersiz kalacaktır. Nasıl canlılar bütün yönleriyle dengeli büyüyorlarsa, dünya insanlığı da bütün yönleriyle dengeli gelişmelidir. Düşünürü, pozitif ilimcisi, sosyal bilimcisi, politikacısı, yöneticisi, ekonomisti, halk önderi, iş sahibi zengini, medyası, askeri, velhasıl toplumu etkileyen her gurubun sorumluluğu vardır. Ben böyle düşünüyorum diyerek, kendine göre yorumlarla hareket eden veya konuşanlar uyarılmalıdır. İnsanlar “şeytani” değil, “Rahmani” düşüncelere yönlendirilmelidir.

İnsanlığa her konuda yol gösterecek tek eser, bizzat Yüce Yaradan’ın korumasında olan ve insanlığın huzuru için bizlere yol gösterici olarak gönderdiği Kur’an’dır. Faydalanmak istediğimizde Kur’an, hem günlük hayatımız hem de toplum hayatı için şaşmaz ifadelerle, insanlık var oldukça bize rehberlik etmeye hazırdır.

Allah insanları farklı özelliklerde ve ayrı kavimler halinde oluşturmuştur. Bir kavmin diğerini küçümsemesini istemez. Hucurat Suresi 11. ayete göre, ileride belki o kavim dünya insanlığı için daha hayırlı işler yapacaktır. A’raf Suresi 181’e göre Kavimlerden beklenen, Hak’ka rehberlik ederek, adaletle hükmetmeleridir.

Diğer taraftan Yüce Yaradan kullarının fakrü zaruret içerisinde yaşamalarını istemiyor. Dünyadaki bütün güzel nimetlerin, bizim için olduğunu müjdeliyor. Ancak zenginliği de, helâl yollardan elde etmemizi istiyor. Faizle veya başkalarını ezerek değil, çalışarak ve helâl kârlarla elde ettiğimiz zenginliğimizi fakirlerle paylaşmamızı tavsiye ediyor. Çünkü Yüce Yaradan, “bazılarımız bazılarına iş gördürebilsinler” diye insanları farklı özelliklerde yarattığını söylüyor. Dolayısıyla zengin olmamızın sebebini oluşturan, Yüce Yaradan’dır. O halde, Allah’ın bahşettiğini paylaşmak bizim lehimizedir. Yüce Yaradan böyle yapanların kazançlarını bereketlendirir, hayatlarını huzurlu kılar.

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.