KUR’AN BAĞLAMINDA HUKUK

KUR’AN BAĞLAMINDA HUKUK

 

Bu sitede, hukuk konusunu, “Hukuk Kavramı Üzerine” ve “Şeriat Hukuku” başlıklı yazılarımızda farklı açılardan irdelemeye çalıştık. Bu makalemizde, biraz daha farklı bir pencereden incelemeye gayret edeceğiz.

Bilindiği üzere hukuk kuralları, iyi ve kötü tanımları üzerine kurulur. Yüce Yaradan, insana verdiği akıl sayesinde, iyi ve kötü ayrımını yapabilmemizi sağlamıştır. Bize verdiği vicdan sayesinde, iyilik yapmamız gerektiğini ve kötülükten uzak durmamızı kavrayabilme kabiliyeti vermiştir. Bize verdiği irade sayesinde, ulaştığımız sonuçları uygulayabilmemize imkân vermiştir.

Fakat insanlarda bulunan bencillik duygusu, akıllarını kullanarak bu ayrımı hakkaniyete uygun yapmalarına engel olmaktadır. Ayrıca, güç sahibi insanlar ve yöneticilerin çoğunluğu, vicdanlarını dinleyecek iradeyi gösteremedikleri için, iyi ve kötü kavramlarını saptırabilmektedirler. Bu nedenle, insanlar arasındaki tartışmalarda, iyi ve kötü kavramı izafi bir hâl almıştır. Dolayısıyla, bu kavramlarla ilgili tartışmalar bitmemektedir.

Yüce Yaradan, bu noktada insanlara yardım edebilmek için, Kur’an’ında, bazı hususlarla ilgili olarak, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda bizi aydınlatmıştır. Ancak, açıklama getirmediği çok sayıdaki konularda bizi serbest bırakmıştır. İslâm âlimleri, Kur’an’ın yol göstermesinden faydalanarak, bu kavramlardaki göreceliliği azaltmak için, hukuk kurallarını beş kısımda değerlendirmişlerdir. Fakat bu kurallar, genel tanım açısından geçerlidir. Ayrıntıları, ilmihâl kitaplarında aktarmışlardır. Ancak ilmihâl kitaplarında anlatılan ayrıntılar, Kur’an’dan ziyade Hz. Peygamberin sözlerine dayandırıldığı için, tartışmaya açık haldedir.

İslâm âlimlerinin hukuk kuralları için saydıkları beş husus şunlardır:

Eğer, bir şey tamamıyla iyi ise, bunu yapmak zorunludur. Diğer bir deyimle farzdır.

Eğer, bir şeyde iyilik yönü daha baskın ise, o şeyi yapmak tercih edilmelidir.

Eğer, bir şeyde iyi ve kötü birbirine yakınsa veya ikisi de yoksa bu şeyi yapmak mubahtır (sakıncasızdır).

Eğer, bir şeyde kötülük daha baskın ise, iyilik çok daha azsa, o şeyi yapmak zararlıdır, sakınılmalıdır.

Eğer, bir şeyde kötülük çok daha baskın veya tamamen kötü ise, o şeyi yapmak haramdır.

İslâm’ın bu hukuk anlayışı ve genel kurallar, değişen hükümetlere veya sultanlara göre değiştirilemezler. Bu sebeple adaletle hükmetmek isteyen sultanlar, birçok önemli karaları alırlarken, İslâm âlimlerine danışmışlardır. Hakikati arayan kadılar (hâkimler), Kur’an’a ve Kur’an’ın kurmak istediği sisteme göre karar vermeye çalışmışlardır.

Demek ki, kanun yapma işi, sultanların veya hükümetlerin işleri değildir. Âlimlerin işidir. Dolayısıyla, İslâm anlayışına göre yasama, idareden ve yöneticilerden bağımsız olmalıdır. 

Kur’an’da “iyi” kelimesi, “maruf” olarak geçer. Maruf, toplumun geneli tarafından bilinen ve kabul edilen anlamındadır. Kötü kelimesi de, “münkir” olarak geçer. Münkir ise, uygun olmadığı genel olarak kabul gören ve öyle telâkki edilen şeydir.

Kur’an’ın bu tasnifine ve anlatımına göre, bir şey, Kur’an’da yasaklandığı için kötü değildir. O şey, zaten kötü olduğu için yasaklanmıştır. Benzer mantıkla, bir şey, yapılması istenildiği için iyi değildir. O şey, iyi olduğu için yapılması istenilmiştir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Kur’an, bazı konularda yasak koymamış veya uygundur dememiştir. Buna karşılık, bazı hususlarda net ifadeler kullanmıştır. Net vurgulanan hususlar, farz veya haram olarak değerlendirilmelidir ve kesinlikle uyulmalıdır. Kur’an’ın yasaklamadığı fiiller, âlimlerce, tercih edilen, mubah ve sakıncalı olarak üç guruba ayrılmıştır. Bu üç anlayışın sınırı, Kur’an’da arzu edilen ahlâk anlayışıdır. Bu sebeple, İslâm bilginleri günün şartlarına göre, bu üç gurupla ilgili olarak şartlar farklılaştığında değişebilecek hukuk kuralları oluşturabilirler.  Ancak bu değişikliklerde, adalet, erdemlilik ve toplumsal fayda şartları aranmalıdır. Diğer taraftan, Kur’an’da net olarak belirtilen emir ve yasaklar değiştirilemezler. Çünkü Kur’an müeyyideleri, sadece maddi olmayıp, manevi ve vicdani müeyyideler şeklindedir.

Kur’an, madde ile manâyı yani, dünyevi ile maneviyi birbirinden ayırmamıştır. Bir bütünün parçaları olarak ele almıştır. Kur’an, insanı sadece fiziki alana hapsetmemiştir. Metafizik yönünü de sürekli işlemiştir. Dolayısıyla oluşturulacak hukuk kurallarında da, bu anlayış dikkate alınmalıdır.

İslâm’da ameller, niyetlere göre değerlendirilir. Kalkınmış ülkelerin hukuk sisteminde niyetin önemi, ancak son dönemlerde anlaşılabilmiştir. Ancak, kitle iletişim araçlarının hızla yaygınlaşması sebebiyle dünyamız küreselleştikçe, “niyet sahtekârlığı” yapanların oranı artmaya başlamıştır. Dolayısıyla, bu hususta kurallar oluşturulurken çok dikkatli olunmalıdır.

Diğer taraftan, İslâmi kavramlara göre, hak, her zaman haktır. Zaman aşımı yoktur. Bir hakkın geç talep edilmesi, o hakkın düşürülmesine sebep olmaz. Benzer şekilde bir cezanın kararının geç alınması veya uygulamasının geç yapılması onu geçersiz kılmaz.

Sosyal kategorisine gönderildi | KUR’AN BAĞLAMINDA HUKUK için yorumlar kapalı

ÜRETKENLİĞİNİN TEMELLERİ ÜZERİNE

ÜLKELERİN ÜRETKENLİĞİNİN TEMELLERİ ÜZERİNE

 

Ülkelerin üretime yönelik kaynaklarını, ekonomistler şöyle sıralarlar:

Tabii sermaye      : Doğal kaynaklar

Fiziki sermaye      : Makine, inşaat, kamu varlıkları

İnsan sermayesi  : İnsanının bilgi ve verimlilik seviyesi

Sosyal sermaye   : Aile, cemaat, sivil kuruluşların durumları

Yukarıda sayılan dört unsur içerisinde bizce en önemli olanı, insan sermayesidir. Eğer, Japonya ile Çin’in kalkınmalarını ve ABD ile Latin Amerika devletlerinin kalkınmalarını karşılaştırırsak, insan sermayesinin önemini daha iyi anlarız. Dolayısıyla, ülkelerin üretkenliklerinin en önemli göstergesi, insanlarının bilgi ve yeteneklerini ülkelerinin menfaatine kullanma istekleridir..

Vatandaşlarının yeteneklerinin yeterli olmadığını gören ülkeler, genel anlamda iki yöntem uygularlar. Bunlardan birisi, kendi insanlarının kabiliyetlerini geliştirmek için, onları eğitmeye çabalarlar. Yaptıkları eğitime rağmen yeterince sonuç alamayanlar, başka memleketlerin kabiliyetli insanlarını kendi ülkelerine getirebilmek için gayret ederler. Fakat bunu başarabilen ülkeler çok sınırlıdır. Çünkü yabancı devletlerden yetenekli insanları getirebilmenin çeşitli şartları vardır. Bu şartları sağlayabilmek için, zaten, kendi insanlarının kabiliyetleri ve diğer etkenler sayesinde kalkınmış olmaları lâzımdır.  Sadece maddeten gülü olmaları yetmez, sistemlerini de kurmuş olmaları gerekir. Dolayısıyla, ilk şart, kendi insanlarının yetenekli olmalarıdır.

Günümüzde ülkelerin çoğu, vatandaşlarını eğiterek kabiliyetlerini artırabilmek için, onları eğitmeye çalışmaktadırlar. Kendi verdikleri eğitimleri yeterli görmeyen ülkeler, zeki gençlerini, eğitimde daha başarılı üniversitelerin olduğu ülkelere göndermektedirler.

Diğer taraftan, insanların yeteneklerini geliştirmek için, ülkelerin uyguladıkları eğitim yöntemi yetersiz kalmaktadır. İnsanların kabiliyetlerinin hayata yansıtılmasını sağlayacak eğitim hususunda, ülkelerin büyük çoğunluğunun, uyguladıkları bir yöntem bile yoktur. Hattâ, ülkelerin bazısında, son dönemlerde uygulanan eğitim yöntemlerinin, yeteneklerin ortaya çıkmasını sağlamak şöyle dursun, insanların yeteneklerinin gelişmesini engelleme yönünde işlev yaptığı bir gerçektir.

Liselere ve üniversitelere giriş sınavlarında, standart test sistemi uygulanmaktadır. Bilindiği gibi testlerde, cevap şıkları verilir. Testleri hızlı çözebilmek esastır. Bu nedenle, çoğu zaman, cevaplar üzerinden fikir yürüterek çözüme ulaşmaya çalışılır. Fakat hayatta karşılaşılan sorunların büyük çoğunluğunda, cevap şıkları yoktur. Dolayısıyla çözüm için test pratiğini kazanmış olan zekâ, yetersiz kalmaktadır. Test çözme yönteminin, insanlardaki pratik zekâyı bile geliştirdiği hususunda ciddiye alınacak bir araştırma ve tespit bile yapılamamıştır. Buna rağmen, uygulanan bu test yönteminden, insanların farklı yönlerdeki kabiliyetlerini ortaya çıkarmasını beklemek, ıssız bir adada iken,  kurtulmak için bir geminin geçmesini beklemeye benzer konumda olmaktır.

Üniversite veya liseye girerken yapılan test imtihanında başarılı olan öğrenci, kendisini en kabiliyetliler arasında görmeye başlamaktadır. İlginç olan, öğrencilerin eğitimini üstlenmiş öğretim üyelerinin birçoğunun bakış açılarının da aynı olmasıdır. Test yöntemiyle iyi bir üniversiteye girmiş öğrencinin kabiliyetli olduğunu düşünen öğretim üyelerinin çoğu, yaptıkları imtihanlarda yine test yöntemini uygulamayı sürdürüyorlar. Dolayısıyla aynı hata, öğrencinin eğitimi süresince de devam ediyor. Eğitim sistemi, kendisini böyle bir çıkmazın içine sokunca, öğrencinin kabiliyetlerinin geliştirilmesi, öğrencinin kendi çevresi ve gayretine kalıyor.

İnsanların kabiliyetlerinin geliştirilmesini engelleyen bir başka husus daha var. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, test yöntemi öğrencinin kabiliyetini belirlemediği gibi, gelişmesine de yardımcı olmuyor. Buna rağmen, kendi kabiliyetinin kısmen farkında olan öğrencilerin çoğunluğu da, yapılan test sınavı sonucunda, istemediği ve ilgisiz bir meslek dalını seçmek zorunda kalıyor. Takdir edileceği gibi, istemediği bir meslek dalında eğitim gören bir öğrencinin başarılı olma ihtimali düşük olacaktır.

Bazı öğrenciler ise, kabiliyetlerinin olduğunu düşündükleri meslek dallarına girmeye hak kazanıyorlar. Fakat bu insanlar da, hem üniversite girişte hem de üniversitede test yöntemine alışmış olduklarından, zamanlarının önemli bir kısmını, testleri daha çabuk çözmenin yollarını aramaya çalışıyorlar. Bu şekilde yetişen bir bilgisayar mühendisinin, Google’da işe girdiğini düşünelim. Bu mühendislerin bir kısmı, pratikliğe dönük bu kabiliyetini, internette dolaşan insanları aldatmak için kullanmak zorunda kalıyorlar. İnsanlar internette dolaşırken, aradıkları bir konuyu tıkladıklarında,  konunun aralarına, tıklayanların ilgileneceklerini anladıkları reklamları yerleştirebilmek için, bütün pratiklik kabiliyetlerini kullanıyorlar. İnsanları yönlendirebilmek için kafa yoruyorlar. Burada bilgisayar mühendislerinin bazısının düştüğü durumdan bahsettik. Ancak hemen her meslek dalında bu konuda örnekler bulmak mümkündür.

Öğrenciliklerinde bu şekilde yetişen kişiler, elde ettikleri bu tür test kabiliyetlerini, iş hayatlarında da uyguluyorlar. Ama genellikle, şahsi menfaatleri için kullanıyorlar. İşyerlerinde verilen performansa dayalı teşvikler hususunda, alıştıkları pratik zekâlarını kullanarak, daha az performans ile daha çok teşvik almanın yollarını araştırıyorlar. Elbette, içlerinden, gerçekten yeteneklerini ortaya koyan ve kendilerini geliştirmeye çalışanlar var. Ama bunların sayıları giderek azalmaya başladı.

Eğitimleri sırasında test sonuçlarına odaklananlar, sadece öğrenciler olmuyor. Aileleri de çocuklarını, test sonuçlarına göre değerlendiriyorlar. Öğrenci ve ailesinde anlayış böyle olunca, mezuniyet sonrasında işe girerken, iş seçimini, aynı bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Girdikleri işte de, aynı zaviyeden bakıyorlar. Dolayısıyla, yaptıkları işin insanlığa faydalı olup olmadığını düşünmüyorlar. İşlerinden ne kadar kazanç elde edebileceklerini hesaplıyorlar.

Eğitim yöntemi, sadece öğrencileri ve onların ailelerini etkilemekle kalmıyor. Ülke insanlarının çoğunu tesiri altına alıyor. Artık, toplumdaki insanların çoğunluğu da, eğitim görmüş bir kişinin yaptığı işin, insanlığa faydalı olup olmadığına bakmıyor. İşini yapanların, insanları kandırıp kandırmadıklarıyla ilgilenmiyor. Aksine, bir şahıs insanlığa faydalı olacak işler yapıyor, işinde insanları aldatmıyorsa, ama az para kazanıyorsa, o kişiyi “enayi” olarak niteliyorlar. Çünkü cemiyetlerin de, eğitim görmüş bir insandan beklentisi değişmiş. Toplumun, eğitim görmüş bir kişiden beklentisi, daha çok para kazanması veya daha çok maaş alması şekline dönüşmüş.

İnsanların, alınan maaşlara ve kazanılan paraya odaklanmasının, elbette, başka sebepleri de var. Ama eğitimde uygulanan test yönteminin, zekâyı, çabuk sonuca ulaşacak pratikliğe yönlendiriyor olması, bu odaklanmanın nedenlerinin önemlilerindendir. Kendi kabiliyetlerini geliştirmenin çok zor olduğunu bilen bir kişi, mevcut kabiliyetleri sayesinde para kazanamayacağını görmektedir. Dolayısıyla, başka çaresi olmadığından, çabuk kazanç getirecek yöntemlere yönelmektedir.

Peki, bu durumu nasıl değiştireceğiz? İnsanların kabiliyetlerini artırıp, gösterecekleri çabaların, sadece maddi hedef için olmamasını sağlamayı nasıl başaracağız? Daha çok kazanç sağlayabilmek için başkalarının hakkını yemekten çekinmeyen böyle insanların, kabiliyetlerini artırmamız ne kadar işe yarayacaktır? İnsanların alışveriş kararlarını yönlendiren, doğayı tahrip etmekten çekinmeyen ve sadece paraya odaklanmış anlayışı nasıl değiştireceğiz?

Öğrencilere test çözme pratiğini değil, soruların cevaplarını bulmak için doğru mantık oluşturma yöntemini öğretmeye çalışmalıyız. Bu şekilde yetişen bir şahıs, iş hayatında karşılaştığı bir sorunda, pratik ve çabuk sonuçlar peşine düşmez. Konuya doğru bir mantık oluşturup çözümleme yoluna gider.

Öğrenciler ve ailelerinin, yüksek maaş veya kazanç arzularının yerine, yüksek itibar kazanma isteğini yerleştirmeye çabalamalıyız. Ticari marka oluşturmaya çalışanların ve bu markalarının konumlarını muhafaza etmeye gayret edenlerin, hareketlerinin temelinde “itibar” kazanma arzusunun yattığını örnekleriyle vurgulamalıyız. Zengin ama itibarsız kişinin sadece yüzüne karşı iyi davranıldığını, arkasından ise, her türlü kötü düşüncenin ifade edildiğini, misalleriyle anlatmalıyız. “Dürüst ve itibarlı insanın sallandığı halde yıkılmayacağı, dürüst olmayan kişinin ise, düştüğü zaman bir daha kalkamayacağı” şeklindeki atasözünün gerçekliğini kafalara nakşetmeliyiz.

Eğer, bütün bu anlattıklarımızı taçlandırmak istersek, ilave bir yöntem uygulayabiliriz. Kazancını değil, insanlığı ön plana alan dürüst bir kişinin bu dünyada itibarlı olma ihtimali gibi, ahirette de Yüce Yaradan nezdinde itibarlı olması ihtimalinin kuvvetli olduğunu kutsal kitaplardan örneklerle vermeliyiz.

Elbette, bu söylediklerimizi anlatmak ve uygulamak çok zordur. Ama yılmadan gayret etmeliyiz. Öğrencilere, kazandığı test pratiğini iş hayatına uygulayarak zengin olanları değil, bilimsel çalışmalar yapanları örnek verebilmeliyiz. İnsanlara, sporu para için yapan pratik zekâlıları değil, amatör ruhla spor yapan başarılı insanları misal vermeliyiz. İnsanları coşturan müzikler yapan pratik zekâlı müzisyenleri değil, müzik sanatının gereğini icra edenleri gösterebilmeliyiz. Bütün bu örnekleri verebilmemiz için ise, pratik zekâlıları değil, insanlığa ve mesleğine hizmet edenleri ödüllendirmeliyiz. Böylelerinin ödüllerini, itibarlı kuruluşlar tarafından verilen teşekkür yazıları veya basit madalyalar ile sınırlı tutmamalıyız.

İnsanların eğitimi sadece okullarda yapılmaz. Yazılı ve görsel basın ile ibadethaneler, yardımcı eğitim kurullarıdır. Bu sebeple, buralarda da, yukarıda ifade ettiğimiz konular işlenerek insanlar bilgilendirilmelidir. Bu bilgilendirmeler, isteğe bağlı bırakılmamalıdır. Gerekirse, teşvik edici ve hattâ zorlayıcı tedbirler alınabilir.

Unutmayalım ki, biz öğrencileri, ailelerini ve toplumu, maddi kazanç için yönlendirmekle, onların kabiliyetlerini artırmış olmuyoruz. Kabiliyetleri geliştirilmeyen insanların ülkelerinin, üretkenliğinin yeterince artması mümkün değildir. Zaten az olan kabiliyetlerini şahsi menfaatleri için kullanmak zorunda kalan pratik zekâlı yeteneksizlerin, ülkede sosyal adaleti ve hakkı tesis etmeleri düşünülemez. Ayrıca, becerilerini şahsi menfaatleri için kullanan insanlar, kendi ülkeleri yerine daha çok kazanacakları başka devletlere hizmet etmeyi yeğlerler.

Demek ki, ülkelerin üretkenliğinin en önemli etkeni, insanlarının yapısı ve anlayışlarıdır. Küreselleşen dünyamızda, insanlığın üretkenliğinin en önemli etkeni de, insanların yapısı ve anlayışlarıdır. Üretkenliğin de amacı, insanlığın faydasına olacak işler yapmak olmalıdır. Kişisel veya gurup menfaati için yapılacak üretimler, görünüşte insanlara faydalı gibi durabilirler, ama insanlığın ve duyarlığın azalmasına sebep olurlar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ÜRETKENLİĞİNİN TEMELLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YENİ YIL KUTLAMASI

Karşıladığımız her yeni yıl, bize geçmiş yılların muhasebesini yapmamız gereğini hatırlatır. Bu muhasebeyi, ayna karşısında gözlerimizin içerisine bakarak gözlerimizi kaçırmadan yapabildiğimiz ölçüde, gelecek olan yıllarda dış şartlar ne olursa olsun, iç huzurumuzu artırırız. 

Bu yöntemle muhasebelerini yaparak, sevgi ve hoşgörüyü evrenselleştirmeye gayret eden bütün insanların ve dostlarımın yeni yıllarını kutlar, sağlıklı, huzurlu günlerde Yüce Yaradan’ın sevgisine mazhar olmalarını dilerim.

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL KUTLAMASI için yorumlar kapalı

ÜLKELERİN GELİŞMEMİŞLİĞİNİN BAZI GÖSTERGELERİ

ÜLKELERİN GELİŞMEMİŞLİĞİNİN BAZI GÖSTERGELERİ

 

Bu makalemiz kapsamında inceleyeceğimiz gelişmişlik veya gelişmemişlik kavramı, maddi imkânlar açısından ele alınmayacaktır. Bu sitede yayınladığımız “Maddi ve Manevi GSYİH Birlikte Olmalıdır” başlıklı yazımızda, manevi GSMH’den bahsetmiştik. O makalemizde, ekonomistlerin, gelişmişliğin göstergeleri olarak saydıkları kalemlere itiraz ederek şöyle demiştik:

“Gelişmişlik, tek başına, bir ülkenin dünya ekonomisi içerisinde kaçıncı sırada olduğu ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, kişi başına düşen milli gelir ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına kişi başına düşen elektrik tüketimiyle ölçülemez.”

Ekonomistlerden farklı olarak varlığından bahsettiğimiz manevi GSMH’nin de tek başına gelişmişliğin göstergesi olamayacağını savunarak şöyle demiştik:

“Gelişmişlik, tek başına, insani gelişmişlik ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, sosyal yaşamla ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, bireylerin mutluluk ve huzur oranıyla ölçülemez.”

Bu yazımızda konuyu biraz farklı bir pencereden irdelemeye çalışacağız.

Bir ülkenin yöneticilerinin tavırları ve söylemleri, o memleketin gelişmişliğinin göstergelerinden birisidir. Ancak bu gösterge, yüzde yüz olarak geçerli değildir. Bazen, halkın çoğunluğunun anlayışı ile iktidarınki aynı olmayabilir. Ama yine de idarecilerin tavırları, o dönem için geçerli olabilecek ciddi emareleri ihtiva eder.

Bu konunun en bilinen örnekleri olarak Napolyon veya Hitler verilebilir. Eğer bu şahsiyetlerin halka olan söylemleri farklı olsaydı, düşman diye gösterdikleri milletler için, tam tersini söyleyerek “onlar bizim kardeşimiz” deselerdi, acaba peşlerinden gelenlerin ne kadarı takibe devam ederdi? Hattâ yöneticiler kardeşlik nutku söyledikleri sırada, en azından sözlü saldırıya uğramazlar mıydı?

Günümüzdeki Fransız veya Alman devletinde, en üst makamda oturan kişisini bırakalım, herhangi bir yöneticisi bile, şimdilerde söyledikleri kardeşlik sözlerinin yerine, komşu ülkeler için, Napolyon veya Hitler’in aynı taktiklerini uygulasalar, onları düşman ilan etseler, acaba nasıl karşılanırlar? Demek ki, yöneticilerin tavırları, dönemlerinin yapısının bir yansıması olarak görülebilir.

Bilhassa, göstermelik olmayan seçim sisteminin olduğu demokrasi ile yönetilen ülkelerde, gelişmişliğin bir başka göstergesi daha vardır. İktidarın seçimle değiştiği bu memleketlerde, gerek iktidarın ve gerekse muhalefetin tavırları, gelişmişliğin daha belirgin göstergesidir.

Bir siyasi partinin önderleri, bazı konularda, muhalefette iken farklı, iktidara gelince farklı konuşabilirler. Aslında konuşmaması gerekir, ama bazı konulardaki farklı tavırlarına hoşgörü gösterilebilir. Çünkü muhalefette iken, ülkenin resmi imkânları ve yaptığı anlaşmalar hakkında tam bir bilgiye sahip olmayabilirler. Bazen de, bilseler bile, iktidar şartları insanları farklı davranmaya zorlayabilir. Bir benzetme yaparsak; insanların çoğunluğu, bekâr iken “hanım şöyle yaparsa, hemen boşanırım” diyebilir. Ama aynı şahıslar evlenince, şartlar onu zorlar ve hanımları, söylediklerinden daha kötü bir davranış sergilese bile, çoğunluğu sabrederler.

Dolayısıyla, muhalefette ve iktidarda yapılan farklı konuşmaların tamamını, ülkelerin gelişmelerinin göstergesi olarak değerlendirirsek, yanılabiliriz. Fakat bazı hususlar net olarak göstergedir. Örneğin, muhalefette iken özgürlük savunucusu olanlar, seçimle geldikleri iktidarda koltuğa iyice alışınca, hürriyetleri kısıtlamaya çalışırlarsa ve bu yanlışlarına rağmen, kendilerine oy verenlerden destek almaya devam ederlerse, bu tavırlarını, o ülkenin gelişmemişliğinin göstergesi olarak değerlendirebiliriz.

Eğer iktidarda hürriyetleri kısıtlayanlar, tekrar muhalefete düştüklerinde, yine özgürlük savunucusu gibi davranırlarsa, o memleketin gelişmemişliğinin daha net bir göstergesi olmuş olurlar. Eğer muhalefete düşen bu gurup, yeniden hürriyet nutukları söyleyerek tekrar iktidara gelirse, artık o ülkenin durumu için söylenecek söz kalmaz.

Ülkeyi yönetenler, soylarının ve dinlerinin farkında olabilirler ve bu farkındalıklarını kendi özel yaşamlarında uygulayabilirler. Fakat devleti yönetirken soy veya din esasına göre davranırlarsa, kendilerinin gelişmemişliklerini sergilemiş olurlar. Osmanlı Devleti bu açıdan irdelenince, gelişmiş bir devlet yönetimi anlayışına sahip oldukları görülür. Onlar, en karışık ve netameli coğrafyada ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir tarih döneminde, devletlerini kurup kökleştirdiler. Osmanlı Türkleri bu başarıyı, devletin düzenini, soy ve din üzerine yürütmedikleri için yakaladılar ve devletleri uzun ömürlü oldular.

Gelişmemişliğin bir başka göstergesi, baştaki yönetici ve şürekâsının, idareciliğini yaptıkları devleti, kendi şirketleri gibi görüp davranmalarına rağmen, halkın ciddi anlamda bir itiraz sergilememesidir.

Ülkedeki basının çoğunluğunun, her ortam ve olaylar karşısında, iktidarın savunuculuğunu yapması, diğer taraftan iktidar aleyhine veya muhalefet lehine davranışların, maddi ceza ya da hapis gibi çeşitli yöntemlerle cezalandırılmaya çalışılması, o ülkenin gelişmemişliğinin net bir göstergesidir.

Bir ülkenin gençlerinin bir bölümü, dünyanın küreselleşmesinden de istifade ederek, maddeten daha çok kazanabileceği ülkelere gitmek isteyebilir. Ama orta yaş ve üzerindekilerden maddi varlıkları iyi olanlar da bu şekilde düşünüyorlarsa, sorun sadece maddi değil demektir. Bu sebeple, böyle bir durumu gelişmemişliğin göstergesi olarak değerlendirebiliriz.

Bir memleketin gelişmişliği, araç trafiğinin düzeni ile doğrudan ilgilidir. Bu durumun daha net anlaşılabilmesi için, trafik cezalarının bir süreliğine uygulanmayacağını açıklamak yeterlidir. Dolayısıyla, ağırlaştırılmış trafik cezalarının uygulandığı ve vatandaşın ihbarcı olarak kullanıldığı ülkelerde, trafikteki düzenliliğin varlığı, gerçek bir gösterge olarak değerlendirilmemelidir.

Bir şahsın gerçek karakteri, direksiyon başında anlaşılır. Bu durumun da net olarak anlaşılabilmesi için yine, trafik cezalarının askıya alındığı bir ortamda direksiyon başında olmak gerekir. Cezaların yüksek olduğu ve fahri müfettişlerin kimler olduğunun bilinmediği, kameralarla çok yakın takibin yapıldığı bir ortamda, herkes birbirine saygılı davranabilir. Ama cezaların, bir süreliğine de olsa, kalktığı bir ülkede, herhangi bir kavşakta trafik ışıklarını sönmesi durumunda sürücünün davranışları önemlidir.

Yukarıda sıraladığımız bazı göstergelerin özeti olarak şöyle söyleyebiliriz: “Bir ülkenin gelişmişlik konumu, siyasetçilerin, oy almak için söyledikleri yalanlarla ve yalanların nitelikleriyle doğru orantılıdır. Bir ülkenin gelişmişlik konumu, insanlarının, hiçbir cezai işlem söz konusu değilken, karşılarındakinin hakkına saygı göstermeleriyle paraleldir. Bir ülkenin gelişmişlik konumu, insanlarının, diğer insanların karşılaştıkları sorunlarını çözebilmeleri için, onlara yardımcı olmalarıyla doğru orantılıdır.”

Görüldüğü gibi, gelişmişlik göstergeleri sadece bazı devletlerin değil, bütün insanlık için geçerlidir. Dolayısıyla manevi gelişmişliğin sağlanabilmesi için, bütün insanlığın ortak hareket etmesi şarttır. İletişim ve ulaşım araçlarındaki gelişmeler, bütün insanlığın ortak tavır takınabilmesi için, güzel bir imkândır.

Sosyal kategorisine gönderildi | ÜLKELERİN GELİŞMEMİŞLİĞİNİN BAZI GÖSTERGELERİ için yorumlar kapalı

EVRENİN AÇIKLANAMAYAN ORTAMLARI ÜZERİNE  

EVRENİN AÇIKLANAMAYAN ORTAMLARI ÜZERİNE

 

Bu makalede, Stephen Hawking’in “Zamanın Kısa Tarihi” adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, onların üzerine fikir yürütmeye çalışacağız.

Yazar 161inci sayfada diyor ki: “Eğer, erken evrende farklı bölgeler, açıklanamayan bir nedenden ötürü aynı sıcaklıkta başlamasalardı, birbirleriyle aynı sıcaklığa ulaşmasının hiçbir yolu yoktu.”

Bu açıklamaya göre, evrenin başlangıcı ciddi bir plan üzerine kurgulanmış.

Hawking, bazen aklına takılan soruları aynı sayfada soruyor. Bu sorulardan birisi şöyle:

“Neden evren, kritik genişleme hızıyla yaşamına başladı ve neden halâ on milyar yıldan sonra bile, bu kritik hıza çok yakın bir şekilde genişlemeye devam ediyor?”

Bu soruyu sorduktan hemen sonra şöyle bir açıklama yapıyor:

“Eğer Büyük Patlamadan bir saniye sonra, evrenin genişleme hızı yüz bin milyon milyonda bir oranda bile daha küçük olsaydı, mevcut büyüklüğe ulaşmasından çok önce çökerdi.”

Bu sitede yayınladığımız “Tanrı’nın Özgürlüğü Üzerine 1” başlıklı makalemizde Hawking’in “Büyük Sorulara Kısa Yanıtlar” kitabından alıntı yapmıştık. Yazar, evrenin oluşumu hakkındaki düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığını düşünüyorum…”

Hâlbuki yukarıda kendisinin sorduğu soru ve açıklamasında, evrenin genişleme hızının, binde bir değil, milyonda bir değil, milyarda bir değil, yüz bin milyon milyonda bir oranda bile daha küçük olması halinde, evrenin çökmüş olacağını anlatıyor.

Yazımızın ilk başında verdiğimiz, yazarın sıcaklık konusundaki uyarısı ile hız hususundaki ikazını dikkate aldığımızda, Hawking, “evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığı” fikri ile kendisi çelişmektedir. Çünkü yazar, evrenin yaratılışında çok ciddi hesapların ve planların olduğunu bizzat kendisi, 165inci sayfada şöyle ifade ediyor:

“Burada kayda değer olan gerçek, bu niceliklerin (sabit oranlar, sabit sayılar, hassas hızlar gibi nicelikler) değerlerinin, yaşamın gelişmesini mümkün kılacak şekilde, oldukça iyi bir biçimde ayarlanmış olmasıdır. Nitekim sözgelimi, elektronun elektrik yükü, yalnızca küçük bir oranda bile farklı olsaydı, yıldızlar, ya hidrojen ve helyum yakmayı başaramazlardı, ya da hiçbir şekilde patlamazlardı. Bu patlamalar ile etrafa saçılan ağır kimyasal elementler olmasaydı, hayat sürmezdi.”

Yazar, 162inci sayfada kendi kendisine şöyle bir soru yöneltiyor:

“Eğer Tanrı, evreni böylesine kavranılamaz bir yolla başlattıysa, neden anlayabileceğimiz yasalar çerçevesinde gelişmesine izin verdi?”

Sonra kitabının 167inci sayfasında şu açıklamayı yapıyor:

“Bizim gibi varlıkları amaçlayan bir Tanrı’nın eylemi dışında, evrenin neden bu şekilde başlaması gerektiğini açıklamak çok zor olurdu.”

Yazarın evrenin başlangıcının kavranılamazlığı hususundaki düşüncesi, bize göre, bugün için geçerlidir. Belki de, gelecek bir zamanda konuyla ilgili daha anlaşılır ve deneylenebilir teoriler oluşturulabilir. Yukarıdaki cümlesinin devamında yazarın güzel bir şekilde tespit ettiği husus, Tanrı’nın, Kendisinin koyduğu yasaları, verdiği akıl ile bizim anlamamızı sağladığıdır. Nitekim hayvanlar da ayrı bir âlemdir. Onların da akılları, duyguları vardır. Onlar da kendi aralarında sosyal kurallara sahiptir. Ama Tanrı, hayvanlara evrenin yasalarını anlayabilecek akıl vermemiştir.

Biz burada yazarın iki cümlesi arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz. Birinci cümlede (evrenin kavranabilmesi hususunda), Tanrı’nın bir çelişkisinden bahsederek, Tanrı’nın olmadığı gibi bir algı oluşturmak istiyor. İkincisinde ise, evrenin başlangıcının böyle olmasının sebebinin, Tanrı’nın, bizler gibi akıllı, şuurlu ve özgür varlıklar yaratma isteği olmasından başka, ileri sürebileceğimiz bir seçeneğin olmadığını vurguluyor.

Yazar bu düşüncesiyle, aslında, evrenin başlangıcının oluşumunun, bilim yasaları dediği şeylerin kendiliğinden bir araya gelmesiyle tesadüfen gerçekleşmediğini, planlamayı Tanrı’nın yaptığını, yine kendisi net bir şekilde vurgulamış oluyor.

Yazarın kafasının karışıklığı sadece bunlarla da kalmıyor.

Eserinin 169-170 inci sayfasında şöyle diyor:

“Evrenin gözlemleyebildiğimiz bölgesinde, yaklaşık on milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon (1 ve yanında seksen sıfır) parçacık mevcuttur. Peki, bütün bu parçacıklar nereden geldi?”

Kitabının 190nıncı sayfasına gelince şöyle diyor:

“Zaman geçtikçe sistem bilim yasalarına göre evrilecek ve mevcut durumu değişecektir.”

Yazarın yukarıdaki sözü, Termodinamiğin İkinci Kanununu bahsederken kendince bir örnek vermeye çalışırken aktarıyor. Ama böyle örnekler vererek açıklamak istediği konu, aslında evrenin gelişimi hususu olduğundan biz de bir karşılaştırma yapmak ihtiyacını hissettik. Şöyle ki, bir taraftan evrenin genişleme hızının, aradan on milyar yıl geçmesine rağmen halen aynı hızda devam ettiğini söylüyor. Ayrıca sabit oranlar, sabit hızlar gibi niceliklerin varlığından bahsediyor. Ama kitabının sonraki bir bölümünde, sistem zaman geçtikçe evrilecek ve mevcut durumu değişecek diyor. Yani bir taraftan kendisini yalanlarken, bunu da bilim insanının deneylere dayanan verileriyle değil, müneccim gibi yorum yaparak söylüyor.

Yazar, bu çelişkisi yetmezmiş gibi 194üncü sayfada daha da çelişkili bir cümle kuruyor:

“Evren, en azından on milyar yıl daha geçmeden küçülmeye başlamayacaktır.”

Aslında “on milyar yıl geçmeden küçülmeye başlamayacağı sözü, 161inci sayfadaki;

“Eğer Büyük Patlamadan bir saniye sonra evrenin genişleme hızı yüz bin milyon milyonda bir oranda bile daha küçük olsaydı, mevcut büyüklüğe ulaşmasından çok önce çökerdi.” şeklindeki fikriyle örtüşüyor. Ama sayfalarca yazınca, fikrini değiştiriyor veya kafası dağılıyor ve “bilim yasaları evrilecek mevcut durum değişecek” diyor.

Hawking’in ileri sürdüğü bir başka iddiası ışık hızı hususundadır. Einstein’ın teorisini temel alarak, 201inci sayfada şöyle diyor: “Göreliliğe göre, hiçbir şey ışık hızından daha hızlı hareket edemez.”

Bu fikri, teoriye göre doğru olduğu gibi, kendisinin204üncü sayfada açıkladığı aşağıdaki deneyler de bunu destekliyor görünüyor:

CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) parçacıkları ışık hızının %99,99’u büyüklüğüne kadar hızlandırabiliyoruz. Fakat ne kadar fazla enerji verirsek verelim, parçacıkların, ışık hızı limitinin ötesine geçmesini sağlayamıyoruz.”

Eğer yazar, 230uncu sayfasında bahsettiği şu fikrine itibar etseydi, ışık hızının aşılması konusunda karamsar olmazdı. Diyor ki:

“1inci bölümde açıklandığı üzere, kuramlar kanıtlanamadığı için hiçbir zaman doğru kuramı bulduğumuza tam olarak emin olamayız.”

Bu fikrini 232inci sayfada şöyle destekliyor:

“Nitekim Newton’ın kütleçekim kuramında, üç cismin hareketini bile tam olarak çözemiyoruz.”

İşte tam bu noktada, bilim insanlarına cesaret verebilmek için Kur’an’a bakalım.

Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde Ona çıkar.”

Şimdi şöyle bir hesap yapalım. Dünyamız kendi etrafında dönerken, bir günde yaklaşık 40.000 km yol alıyor. Bu hız saniyede 40.000/24x60x60= 0,463 km demektir. Bu hesaba göre meleklerin hızı ise yaklaşık olarak, 0,463 kmx50.000×365 = 8.450.000 km /saniye olur.

Işık hızı 300.000 km/sn olduğuna göre, meleklerin hızı ışık hızından 8.450.000/300.000 =28 kat fazla demektir.

Aslında Kur’an’da verilen bu rakam, net böyledir anlamında değildir. Bizim konuyu anlayabilmemiz için, büyüklük ifade eden örnek bir rakamdır. Nitekim bu durum, şu ayetle daha net anlaşılacaktır.

Secde Suresi 32/5: “O, gökten yere, işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.”

Diğer yandan, Einstein’ın teorisine göre, uzay ve zaman mutlak değildir sözü, Kur’an’ın bu gibi ayetlerinde bahsedildiği şekliyle, geçerlidir. Dolayısıyla, Tanrı’nın yanında ve uzaydaki zamanın, bizim dünya içerisindeki zamanımızla aynı olmadığını düşünüyorum. Nitekim uluslararası seyahatler yapan bir iş insanı ile köyde yaşayan bir kişinin işlerini yaparken kullandıkları hız kavramı bile birbirinden çok farklıdır.

Dolayısıyla, belki de melekler, ışık hızının yüz binlerce katıyla hareket ediyordur.

Bizler, meleklerin hızı konusunu bilemeyiz. Bu açıdan fikir yürütmemiz yanlış olur, müneccimlik olur. Burada vurgulamak istediğimiz, ışık hızının mutlaka aşılabileceği hususudur. Yani görelilik kuramına takılıp kalmamalıyız. Kur’an’a güvenmeliyiz.

Yazarın ışık hızı aşıldığında, zamanın bükülmesi dediği ve deneylere dayandığını iddia ettiği ortam nedeniyle zamanda geriye yolculuk fikrini, Kur’an’ın anlatımları ışığında baktığımda, bir bilim kurgu fantezisi olarak değerlendiriyorum.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN AÇIKLANAMAYAN ORTAMLARI ÜZERİNE   için yorumlar kapalı

KUR’AN YORUMLAMA YÖNTEMİNDE, KUŞKU VE GÜVEN

KUR’AN YORUMLAMA YÖNTEMİNDE, KUŞKU VE GÜVEN

 

Sosyal yaşantımızda kuşku duyarak sorgulama yapmanın sonuçlarını, en belirgin bir şekilde ortaya koyan kişilerden birisi, Sokrates’tir. Aslında Sokrates’ten önce de, onun gibi kuşku ile sorgulayan düşünürler vardı. Sokrates’e atfedilen “ben bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, muhtemelen ondan önce de söylene gelen bir deyiş halindeydi. Sorgulama anlayışının daha eski olduğunu düşünmemizin bir nedeni, Sokrates’ten önceki bu düşünürlerin yazılı eserlerinde sorgulamanın varlığıdır. Hâlbuki Sokrates, hep konuşmuş, hiç yazmamıştır. Buna rağmen, diğer düşünürlerden daha tesirli olmuştur. Bunun birkaç tane önemli sebebi vardır. Bunlardan bir kısmını, bu sitede yayınladığımız, “Sokrates’in Ünlü Olmasının Sebepleri” başlıklı makalemizde aktarmıştık. Bu makalemizin konusuyla ilgili olanı, Sokrates’teki farklı bakış açısıdır.

Diğer düşünürler, teorilerini, kişinin iyiliği üzerine kurmuşlardı. Fakat Sokrates, kişisel yani özel iyiliğin üzerine, toplumsal yani, genel iyiliği işleyen ilk düşünür oldu. “Hiçbir şey bilmiyorum” diyen Sokrates’in inandığı tek bilgi, töre bilgisiydi. Bu bilgiye de, devleti sağlam temeller üzerine oturtmak gerektiğini düşünerek, devleti kutsadığı için ulaşmıştı.

Bir insan, bildiğini düşündüğü şeyleri sorguladıkça, bilgisinin yetersiz olduğunu bizzat kendisi anlamaktadır. Sorgulayan bir insan, eğer kendi düşünce sisteminin mantıklı olduğuna karar verirse, fikrine olan güveni artar. Dolayısıyla, o konu hakkındaki bilgisinin yetersiz kaldığını görmesine rağmen, araştırmaya devam eder. Araştırmalarında, daha mantıklı bulduğu farklı fikirlere ulaşırsa, kendi düşüncesinden vazgeçer. Ama benzer fikre ulaşırsa, kendi fikrini, daha bir inançla savunmaya çalışır.

Kur’an’a baktığımızda, Yüce Yaradan’ın bizden istediklerinin başında, düşünmemiz ve akıl erdirmemiz gelmektedir. Düşünürken, kuşku duyarak sorgulamamızı öğütlemektedir. Hâtta, tek olan Tanrı, bizzat Kendisini de sorgulamamıza izin vermektedir. Bu durumu, Hz. İbrahim ile ilgili olarak bize anlattığı, aşağıdaki olaydan anlıyoruz.

Bakara Suresi 2/260: Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah: “İnanmadın mı ki?” buyurdu. İbrahim: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum.” dedi. Allah buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Ayetten anladığıma göre, tek olan Tanrı, bizim, Onu sorgulamamızdan rahatsız olmayıp, aksine irdeledikçe, kuşkularımızın yersizliğini anlayıp, kalbimizin yatışmasını istemektedir. Onu sorgulamamıza ses çıkarmamasının muhtemel nedeni, düşünerek sorgulayan bir insanın, Yüce Yaradan’a tam teslimiyet göstermesi ihtimalinin artması olabilir.

Bilhassa günümüzde, bilimin ulaştığı verilerin ışığında sorguladıkça, kendimizin, Yüce Yaradan karşısındaki acizliğimizi görmekteyiz. İnsanların en zekisi olduğunu düşündüğümüz kişilerin bile sahip oldukları bilginin, Allah’ın ilminin yanında bir hiç olduğunu anlamaktayız. Bu hakikatle en sık karşılaşanların, gerçek anlamda ilmi araştırmalar yapanların olması, tesadüf değildir. Yüce Yaradan, Kendisininkiyle kullarının arasındaki bu bilgi farkına, aşağıdaki ayetiyle dikkat çekmektedir.

Kehf Suresi 18/109: Deki: “Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, denizler muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.”

Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, bizim, insanlar olarak, kendi bilgimizi sorguladıkça, aslında Sokrates’in dediği gibi, bilmediğimizi anlıyoruz. Nitekim bilim de, sorgulama yöntemiyle ilerliyor. Bilim insanları, daha önce ulaşılan ve genel kabul gören bilgileri sorgulamasaydı, bilim gelişemezdi.

Bilimin ilerlemesinde sorgulamanın öneminin daha iyi anlaşılması açısından bir örnek verelim. Antik Helen düşünürü Aristo, bir cismin doğal durumunun hareketsizlik olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, cisim, ancak ona bir kuvvet etki ettiğinde hareket eder. Diğer yandan, ağır bir cisim, yere doğru daha güçlü bir çekimi olacağı için, kendisinden hafif olan bir cisme kıyasla daha hızlı düşer. Bu kanaatte olan Aristo ve onu takip edenler, evrene hükmeden bütün kanunların saf düşünceyle kavranabileceğini savunmuştur. Bu nedenle, “yasaları, gözlemle ve deneyle kontrol etmeye gerek yoktur” inancındaydılar. Aristo ve takipçilerinin bu anlayışı, sorgulamayı bertaraf ettiği için –El Biruni gibi bazı Müslüman bilim insanının yaptıkları sorgulamalar hariç- Galileo’ya kadar aynen kabul edilmiştir.

Diğer yandan, günümüzdeki bilim insanları, bir dönem yumurtayı yemeyin demişlerdi. Bir sonraki dönemde fikir değiştirerek her gün yiyin dediler. Dolayısıyla kısa bir süre içerisinde birbiriyle çelişkili savunmalar yaptılar. Bu anlayışla, Kehf Suresinin yukarıda verdiğimiz 18/109uncu ayetinde tek olan Tanrı’nın bilgisiyle ilgili anlatılanları karşılaştırdığımızda, Yüce Yaradan’ın, yaratışındaki mükemmeliyete ve kurduğu muazzam düzene daha çok güvenmekteyiz.

Kur’an, bizden, tek olan Tanrı’ya, bir başka açıdan daha güvenmemizi istemektedir. Çok sayıda ayette, “Allah’ın sözünden dönmeyeceği” vurgulanır.

Şimdi, oturup bir düşünelim. Önce kendimizi sorgulayalım. Sonra çevremizdekiler hakkında düşünelim. Acaba, kendimiz dâhil olmak üzere, çevremizde, yaşamı boyunca verdiği hiçbir sözden dönmemek için, bahaneler üretmeye çalışmayan var mı? Cevabımız “yok” ise, gerçekte, tek güvenilir olanın, Yüce Yaradan olduğu kanaatine varırız. Her varlığın sahibi olan Tanrı’nın, verdiği sözü tutmamasını gerektirecek maddi ve manevi hiçbir menfaate ihtiyacının olmaması da, bizim bu kanaatimizin doğruluğunu ispatlamaktadır

Demek ki, Kur’an’ı yorumlama yöntemimizi, sorgulama üzerine kurmalıyız. Çevremizdeki her şey gibi, Kur’an’da bahsedilenleri de kuşku duyarak sorguladığımızda, tereddütsüz bir şekilde ve sadece Yüce Yaradan’a güvendiğimizi anlarız.

Yüce Yaradan’ın elçileri de, elbette güvenebileceğimiz insanlardır. Ancak, peygamberlerine olan güvenimiz, onların tek olan Tanrı’dan aldıkları vahyi, aynen ilettiklerine olan güven şeklinde olabilir. Yoksa onlar da, bizim gibi insan olduklarından, elçilerin hepsi de yüksek ahlâk sahibi olmalarına rağmen, dünyevi işlere ilgili söylediklerine tam olarak güvenemeyiz. Onların da hata yapabileceklerini, bizlere, bizzat Kur’an söylemektedir.

Peki, güveneceğimiz tek merci, Yüce Yaradan ise, Onun, cehennem ile cezalandırma sözüne mi, cennetle mükâfatlandırma vaadine mi daha çok yönelmeliyiz. Bu hususta, değişik bakış açılarına göre, farklı anlayışlar oluşmuştur. Yönetim kademesinde olanlarla, fakihler, yani hukukçuların çoğu, Allah’ın, cezalandırıcı vasfına güvenmeyi tercih etmişlerdir. Yönetim kademesindekilerin bu şekilde algılamaları normaldir Belki de hukukçular da, tek olan Tanrı’nın cezalandırıcı vasfını öne çıkararak, toplumu daha kolay kontrol edebilmeyi veya haksızlıkların ve zalimliklerin azalmasına vesile olacağını düşündükleri için bu fikri savunmuşlardır. Derviş yapısında olanlar ise, Yüce Yaradan’ın rahmetine güvenilmesi gerektiğini öne çıkarmışlardır.

Elbette, tek olan Tanrı’nın vaatlerinin hepsi de, en hak vaatlerdir. Dolayısıyla cehennem de, cennet de mutlaka gerçekleşecektir. Diğer taraftan, Allah’ın rahmeti, gazabından geniştir. Böyle olduğunu, bu sitede yayınladığımız, “Allah’ın Rahmeti, Gazabından Geniş Midir” başlıklı makalemizde, Kur’an ayetlerini inceleyerek irdelemiştik. Yüce Yaradan’ın rahmetinin her şeyi kuşattığını, bizzat Kendisi, Kur’an’ında bize bildirmektedir.

Kur’an’daki bu ve benzeri bilgiler ışığında konuya yaklaşırsak ve Yüce Yaradan’ın, kullarından hiçbir menfaatinin olamayacağı gerçeğine göre irdelersek, insanların, tek olan Tanrı’ya her yönden güvenmeleri, en mantıklı olandır. Ancak, insanların, mükâfat vaadine daha çok itibar ederek, cehenneme götürecek ortamlardan uzaklaşıp, cennetle mükâfatlandırılmak için gayret etmelerinin daha mantıklı olduğu kesindir. Çünkü cennette huzur içerisinde ve sonsuz denilebilecek bir süre yaşamayı istemeyen olacağı düşünülemez. Cennete giden her kişinin, böyle bir ortamı oluşturduğu için, tek olan Tanrı’ya, her an şükredeceğine kesin gözüyle bakılabilir.

Diğer yandan, daha çok kulunun cennetine girmesinin, Yüce Yaradan’ı daha çok memnun edeceği inancındayız. Bu inancımız, Kur’an ayetlerinden anladıklarımıza dayanmaktadır.

Allah’ım, kuşku duyarak sorguladıkça Sana daha çok güvendiğimizi görerek, Seni seven ve cennetine girebilmeye gayret eden kullarından olmamız için, bizlere zihin açıklığı ve irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN YORUMLAMA YÖNTEMİNDE, KUŞKU VE GÜVEN için yorumlar kapalı

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 2

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 2

 

Önceki yazımızda Hawking’in bu konudaki sözünü, yazarın düşünceleri üzerinden irdelemeye çalışmıştık. Bu makalemizde, Kur’an ayetlerini inceleyerek konu hakkında fikir serdedeceğiz. Ancak gerçeği, sadece ve sadece, tek olan Tanrı bilir.

Takdir edileceği gibi, bütün kâinatın ve canlı-cansız bütün varlıkların yaratıcısı olan bir Tanrı’nın, her istediğini yapma özgürlüğü vardır. Hüküm sahibi, yalnızca Yüce Yaradan’dır. Bütün yetki, tek olan Tanrı’nındır.

Bizim irdeleyeceğimiz husus, yetkilerini nasıl kullandığı, özgürlüğüne kendiliğinden sınır koyup koymadığıdır. Bu hususları araştırmaya başladığımızda, konuyla ilgili çok fazla sayıda ayet olduğunu gördük. Biz bu ayetlerden birkaçını buraya alacağız. İsteyen okuyucumuz Kur’an’ı okuyarak diğer ayetleri de irdeleyebilir.

Enam Suresi 6/12: De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Hepinizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar.”

Yüce Yaradan, ayetin başında, göklerde ve yerde var olan her şeyin sahibinin Kendisi olduğunu vurguluyor. Şimdi, kendimizi bir düşünelim. Bütün insanlık olarak, göklerde hiçbir şeyin sahibi değiliz. Birey olarak dünyanın en zengin insanı olsak bile, yerdeki ve yerin altındaki cansız varlıkların, milyarlarda birinin sahibi dahi olamayız. Yeryüzündeki bitki ve hayvanların da milyarlarda birinin sahibi olmamız ihtimalimiz yok. Ne kadar zengin olursak olalım, sekiz milyar insanın hiçbirinin zihninin sahibiyiz diyemeyiz. Ama “sadece çevremizdekilere göre çok zengin insanız” diye kibirlenerek, kendimizi Tanrı gibi hisseder ve menfaatimizi artırmak için, her türlü zulmü yapmayı hak görürüz.

Şimdi bir de, her şeyin sahibi olan Tanrı nasıl bir tavır takınıyor diye bakalım. Yukarıda verdiğimiz ayetin hemen devamında cevabı görüyoruz. Yüce Yaradan diyor ki, “Allah, rahmet etmeyi Kendi nefsine yazmıştır”.

Eğer biz çok zengin insanlar olsaydık, Tanrı’nın bu sözünü okuyunca, “haydaa, bu rahmet etme de nereden çıktı, bize kötü örnek oluyor” diye düşünmez miydik? Yok, ben düşünmem diyen varsa, Yüce Yaradan’ın sözünü tekrar okuyarak ne anlama geldiğini anlarlarsa, mutlaka kötü örnek oluyor diye, Tanrı’ya içten içe kızacaklardır. Çünkü Tanrı, sadece rahmet edeceğim demiyor. Rahmet etmeyi Kendi üzerime yazdım diyor. Yani, Tanrı, nasıl biz insanlara yapmamız şart olan bazı farz davranışlara uymamızı söylüyorsa, Kendi Kendisine de, kullarına merhamet etmeyi, farz kılıyor.

Ayetten anlaşılan o ki, her şeyin sahibi olan ve her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, Kendi özgürlüğüne Kendisi sınır getiriyor. Hâlbuki evrendeki bütün hayvanlar, insanlar, cinler ve bizden de üstün olan diğer şuurlu varlıklar olarak hepimiz birleşsek, Tanrı’nın özgürlüğüne en ufak bir sınır koyamayız. Her şey bu kadar apaçık iken, tek olan Tanrı, Kendi özgürlüğünü sınırlıyor. Yarattıklarına rahmet etmeye –hiç talep yokken- söz veriyor. Tanrı, Kendi Kendisine verdiği, kullarına merhamet etme sözünü de, bizim bilmemizi sağlıyor.

Dikkat edilirse, yukarıdaki açıklamamda, Yüce Yaradan’ın, merhamet etme sözünü verdiği kimseleri tanımlarken, kulları terimini kullandım. Kulları terimini, sadece insanları kastederek kullanmadım. Çünkü ayette böyle bir açık vurgulama yok. Ayette bu husustaki vurgulama, ilk cümlesinde yapılmış. Diyor ki, “göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ındır”. Ayetin ikinci cümlesinde de, rahmet etmekten bahsediyor. Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, göklerde ve yerde olanların hepsine merhamet etmeyi Kendi üzerine yazmış.

Ayetin devamında farklı bir konudan bahsederek; “Hepinizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır.” diyerek başka bir söz veriyor. Bir gün mutlaka kıyametin olacağını ve hepimizi toplayacağını söylüyor. Bu sözünden anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, Kendi özgürlüğünü sınırlayarak, kıyameti koparmama hürriyetinden vaz geçiyor. Hâlbuki kıyametin kopması demek, evrenin dürülüp yeniden oluşturulması ve içindeki canlı cansız varlıkların yeniden inşa edilmesi demektir. Yani, Yüce Yaradan, evrenle ilgili her yaratmaya sıfırdan başlamayı kabul ediyor anlamındadır.

Diğer taraftan, kıyamet gününde kimleri toplayacağından bahsederken, Arapça “kum” yani, hepinizi ifadesini kullanıyor. Hâlbuki Secde Suresi 32/13üncü ayette cehennemden bahsederken, insanları ve cinleri cehenneme dolduracağını vurguluyor. Ama Enam 6/12 de, hepinizi diyerek ayrım yapmıyor. Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, Yüce Yaradan, kıyamet günü insanlar ve cinler dâhil, diğer bütün şuurlu varlıkları da toplayacaktır. (Bu hususla ilgili diğer birçok ayeti “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı makalelerimizde ele almıştık.)

Ayetteki “hepinizi” ifadesini, ayetin başındaki sözlerle birleştirirsek, Yüce Yaradan’ın, sadece insanlara değil, insanlarla birlikte cinlere ve diğer şuurlu varlıklara da rahmet etmeyi, Kendi üzerine yazdığı şeklindeki düşüncemizi pekiştirmektedir. Dolayısıyla ayetin ilk cümlesindeki, “göklerde ve yerde ne varsa” sözünün hem tekrarı, hem de açıklaması “hepinizi” vurgusu ile netleştirilmiş oluyor.

Tek olan Tanrı’nın, Kendi hürriyetini yine Kendisinin sınırladığı bir diğer konu:

Şura Suresi 42/14: “Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, ancak aralarındaki, çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelendiğine dair bir söz geçmemiş olsaydı aralarında mutlaka hüküm verilirdi…”

Yukarıdaki ayette, Yüce Yaradan, kimse Kendisinden bir talepte bulunmadan, bazı insanlara yapılacak azabı ertelediğini bildiriyor. Bu sözüyle Kendi özgürlüğünü, yine Kendisi sınırlamış oluyor ve hükmünü erteliyor.

Yüce Yaradan’ın, özgürlüğünü sınırlandırdığı bir başka husus:

Yunus Suresi 10/26: “İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır…”

10/27: ”Kötülük kazanmış olanlara gelince, kötülüğün cezası, misli kadardır…”

Enam Suresi 6/160: “Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.”

Yukarıdaki ayetlerde, yarattığı kullarının yaptıkları kötülüğün karşılığının aynısıyla verileceğini belirtiyor. Böylece Yüce Yaradan, Kendisine sınır koyuyor. Benzer sözü, iyilik yapanlar için de veriyor. İyilik yapanlara daha fazlası ve daha güzeli ile karşılık vereceğini ifade ediyor. Vereceği karşılığın miktarını da Enam 6/160’da, on katı olarak açıklıyor.

Yüce Yaradan’ın, özgürlüğüne sınır getirdiği bir diğer önemli konu;

10.44. Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.

Nisa Suresi 4/40: “Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”

Enbiya Suresi 21/47: “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız.”

Göklerin, yerin, bunların aralarındakilerin ve yerin altındakilerin sahibi olan Yüce Yaradan, Kendisine inanmamakla yetinmeyip hakaretler eden insanlara bile sabrediyor. Hiç kimseye zulmetmiyor. Enbiya Suresi 21/47’de Yüce Yaradan, kıyamet günü de kimseye zerre kadar zulmedilmeyeceğinin sözünü veriyor. Böylece Kendi özgürlüğüne Kendisi sınır koyuyor.

Şimdi düşünelim, bırakın dünyanın en zengin insanını, çevresine göre daha zengin olan bir kişi, kendisine hakaret edenlere nasıl karşılık verir?

Tek olan Tanrı’nın, Kendi hürriyetini yine Kendisinin sınırlandırmasının gerçek sebebini biz bilemeyiz. Bize göre sebeplerden biri, muhtemelen şöyle olabilir. Yarın, Yüce Yaradan’ın huzuruna çıkan hiç kimsenin, Tanrı’ya sitayişte bulunarak, kendisine haksız davrandığını söyleyip, iddiasını savunamayacağı ortamı oluşturmak. Tanrı, özgürlüğüne Kendisi sınırlar getirerek, yarattığı kullarının yapabilecekleri haklı şikâyetlerinin önünü kesmiştir. Böylece adaletinde zerrece şaşma olmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla Yüce Yaradan, yarattığı hiçbir kulunun itirazına, “haklısın” diyecek konuma düşmez.

Aşağıdaki ayet, Rabbinin sözünün hem doğrulukça hem de adaletçe tamamlandığını vurgulayarak, bu durumu gayet net bir şekilde açıklamaktadır.

Enam Suresi 6/115: “Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir.”

Her şeyin sahibi olan Yüce Yaradan’ın, Kendi özgürlüğüne yine Kendisinin sınır koyması, Onun lütfunun büyüklüğünü gösterir. Nitekim kullarına verdiği maddi ve manevi bütün nimetler, Onun lütfunun göstergesidir. Tanrı’nın verdiği nimetler sadece biz insanlarla ilgili değildir. Yarattığı bütün şuurlu ve akıllı varlıklar için geçerlidir. Yarattığı kullarına verdiği nimetlere daha çok sayıda akıllı ve şuurlu varlığın ulaşabilmesi için, hepsine iki hayat vermiştir. Birinci hayatlarını kısa tutarak, çok fazla sayıda şuurlu ve akıllı varlığın, yaşam sevincini tatmasını sağlamıştır. Bu kullarından hak edenleri de cennetine alarak, sonsuza yakın bir ömürde huzur içerisinde yaşamalarını temin etmiştir. Yüce Yaradan’ın, çok fazla sayıda akıllı ve şuurlu kullarına verdiği bu yaşam nimeti bile, başlı başına büyük bir lütuftur.

Bu sebeple dualarımızda, bu hususu dikkate almamızda fayda var. Dua ederken,  “şunu ver, şunu yap” şeklinde dua ederek, Kendi özgürlüğüne sınır getirdiği için, kâinattaki bütün kullarına yaşam sevinci lütfeden Tanrı’yı, bizim emir erimiz konumuna düşürmeden, “lütfunla şunu ver, lütfunla şunu yap” demeye gayret etmeliyiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 1

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 1

 

Stephen Hawking “Büyük Sorulara Kısa Yanıtlar” isimli eserinde; “Evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığını düşünüyorum. Bu yasalara Tanrı tarafından karar kılınmış ya da kılınmamış olabilir, fakat Tanrı, söz konusu yasaları ihlal etmek üzere müdahalede bulunamaz, zira böyle olsaydı, bunlara yasa demezdik. Bu durum, Tanrı’ya evrenin başlangıç durumunu seçme özgürlüğü tanır, fakat bu noktada bile öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa, o halde Tanrı hiç de özgür olmayacaktır” demektedir.

Hawking, evrenin bir hiçlikten yaratıldığını söylerken, bu yaratılmanın bilim yasaları uyarınca olduğunu düşünüyor. Bu sözlerini kısaca irdelemeye çalışalım. Eğer, yazarın da ifade ettiği gibi, evren bir hiçlikten yaratıldıysa, yaratılmanın öncesinde bilim yasaları denilebilecek hiçbir yasanın da mevcut olmaması gerekir. Hiçlik sözünün anlamı, hiçbir şeyin olmaması demektir. Hiçbir şeyin olmadığı bir ortamda, bilim yasaları denilen ve bütün evreni kapsadığı gibi milyarlarca yıldır değişmeyen böylesine muhteşem yasaların, hem de kendiliğinden var olduğunu düşünmek, en hafif deyimle mantıksızlıktır.

Yazar, belki de, bu cümlesindeki çelişkiyi gördüğü için, anlatımının devamında, bu yasalara Tanrı tarafından karar kılınmasının da ihtimal dâhilinde olduğunu söylemek zorunda kalıyor. Fakat mecburiyetten de olsa, inanmadığı bir durumu ifade ettiğini düşünerek, ortamı dengeleyebilmek için Tanrı’ya sınır koyuyor. Tanrı’nın bu yasaları ihlal etmek için müdahalede bulunamayacağını net bir ifadeyle iddia ediyor. Bu iddiasını “böyle olsaydı, bunlara yasa demezdik” diyerek savunuyor.

Fizik yasaları ile sosyal yasalar farklı şeylerdir, ama bir karşılaştırma yapabilmek için, sosyal yasa kavramından yürüyeceğiz. İnsanlığın bütün yaşamı boyunca biliyoruz ki, insanların uyması gerekli yasaları kim veya kimler koyduysa, onlar değiştirmişlerdir. İster krallar veya sultanlar, isterse ülkelerin meclisleri olsun, bir yasayı koyanlar değiştirirler veya ihlal ederler. Dolayısıyla yasayı Tanrı koyduysa, yine Kendisi değiştirebilir. Nitekim kıyamet de, ancak yasaların değişmesiyle olacaktır. Çünkü kıyamet, yasalar gereği olacak olsa, zamanını tahmin edebilirdik. Hâlbuki Yazarın 14 paragraf aşağıdaki ifadesi şöyle: “Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmadıysa, Büyük Büzülme, yani Kıyamet de, hiçbir şeyin sebep olmasına gerek olmadan gerçekleşebilir.“

Eğer kıyamet, yani sonsuz küçük bir kara deliğe dönüşme, hiçbir sebep yokken kendiliğinden olabilecekse, biz bir tahmin yürütemeyeceksek, yazarın bilim yasalarına “yasa” demesi, kendi anlatımına göre, geçersiz hale gelir.

Diğer taraftan Tanrı, ”kıyametin zamanının tayini, Bana aittir” diyor. Fakat kâinatı var eden, Tanrı değil de bilim yasaları ise ve eğer evreni oluşturan bilim yasaları kendiliğinden oluştularsa, onların da kendiliğinden değişebileceklerini düşünmek mantıklıdır. Dolayısıyla bunlara yasa dememiz, sadece bizim geçmişe bakarak verdiğimiz bir karardır.

Ayrıca, sosyal yasalar, bir amaçla konulur veya kaldırılırlar. Amacı belli olmayan her iş, akim kalır. İnsanlar birleşerek bir ticari şirket kurmak isterler. Ama “biz aramızda bir şirket kuralım da, bu şirketle ne yapacağımıza, kimin ne kadar sermaye koyacağına ve kârı nasıl paylaşacağımıza sonra karar veririz” diyerek kurulan bir ortaklık duydunuz mu?

Belirli bir amaçları olmadan, insanlar bile bir araya gelmezken, bilim yasaları denilen; fiziksel, kimyasal, biyolojik yasaların kendiliğinden oluşacaklarını ve bir araya gelip aralarında anlaşma yaparak evreni yaratacaklarını nasıl düşünebiliriz?

Eğer bilim yasaları kendiliğinden oluştular ve bir araya gelerek evreni yarattılar diyorsak, bu yasaların şuurlu ve insanların ulaşamayacağı derecede akıllı varlıklar olduğunu kabul ediyoruz demektir. Zaten Hawking de, “eğer tanrıdan bahsetmek istenilirse bu Tanrı, insanlarla iletişim kuran kişisel bir Tanrı değil, bilim yasalarıdır” diyerek, bilim yasalarının şuurlu ve üst akla sahip olduklarını düşündüğünü göstermektedir. Yazar devamla şöyle demektedir: “Yine de böyle bir Tanrı var olsaydı, kendisine on bir boyutlu M-kuramı kadar karmaşık bir şeyi nasıl düşündüğünü sorardım.” Hawking’in, Tanrı’ya soru sormak istemesinin nedenini, insanların anlayamayacağı kadar karmaşık ve on bir boyutlu bir şeyi nasıl düşündüğünü öğrenmek olduğuna göre, evreni yaratan şeylerin hem şuurlu hem de muazzam bir üst akla sahip olduklarını kabul etmiş olduğu anlaşılıyor.

Hawking’in açıklamalarını irdelemeye devam edelim. Yazar, yazımızın başında verdiğimiz ifadesinin sonrasında, “Bu durum Tanrı’ya evrenin başlangıç durumunu seçme özgürlüğü tanır, fakat bu noktada bile öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa, o halde Tanrı hiç de özgür olmayacaktır” demektedir.

Yazar, bir taraftan bu yasalara Tanrı’nın karar kılması gerçek bile olsa, bu noktada, başka belirli yasalar da mevcut olabilir diyerek, yasalar konusunda Tanrı’ya ortaklar oluşturuyor. Yani diyor ki, “Tanrı, bazı yasalara karar kılmış olsa bile, başka bazı mevcut yasalar olduğundan, Tanrı, özgür bir şekilde evreni oluşturmamıştır. Mevcut yasalar (bahsettiği bazı bilim yasaları), Tanrı’nın özgürlüğüne sınır koymuşlardır.”

Zannedilir ki bu mevcut yasalar, Tanrı’ya seslenerek, “hoop, istediğini yapamazsın, bizimle birlikte ortak olmazsan sana evreni oluşturtmayız, seni engelleriz yahut karşına çıkar, senin yarattığın evrene rakip evrenler oluştururuz” demişlerdir.

Hawking, söylediklerinin ucunun nereye kadar varabileceğini düşünmüş olmalı ki, fikrini ifade ederken, “öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa” gibi muğlak ifadeler kullanmak zorunda kalmış ve sözlerine yapılacak itirazları yumuşatmak istemiş. Ama zevahiri kurtarayım derken, kendi söyledikleriyle çelişmiştir.

Bilindiği gibi bilim, daha önce ulaşılan bulguları ve teorileri yanlışlayarak ilerlemektedir. Bunu en iyi bilenlerden olması beklenen Hawking, bir taraftan bilimsel gerçek gibi sunduğu teorilerini net vurgularla anlatırken, diğer yandan muğlak ifadeler kullanmıştır. Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunda kaldığını görerek, kendisini, böyle kaçamak yollara başvurmak mecburiyetinde hissetmiş olabilir.

Hâlbuki bir bilim insanı olarak Hawking’den beklenen, teorisini anlatırken bilimsel ve gerçek bir bulgu olarak değil, tahmin şeklinde ifade etmesidir. Yazar bunu yapmayıp aksine teorisini şöyle açıklamaktadır: “Büyük Patlamadan sonra evren genişledikçe soğumaya başladı. Büyük Patlamadan yaklaşık bir dakika sonra sıcaklık aşağı yukarı bir milyar derece düştü. Bu sıcaklıkta nötronlar, daha fazla protona bozunmaya başlarlar.”

Hawking’in bu açıklamaları karşısında insanın aklına birçok soru geliyor. Bahsedilen bir dakika, aşağıda aktardığımız, Einstein’ın zaman kavramıyla ilgili göreceli teorisine göre mi, yoksa bizim yaşadığımız zaman dilimine göre mi? Ayrıca evrendeki, bir dakikada bir milyar derece (güneşin sıcaklığının yüz katı) soğumayı hangi deneyle tespit etmiş olabilir? Bir milyar derece sıcaklıkta, nötronların daha fazla protona bozunmaya başladığını hangi deney veya bulgulara dayandırmış olabilir?

Yukarı paragrafta anlattığımız gibi Hawking, evrenin var oluşunu Büyük Patlama (Bing Bang) ile açıklamaktadır. Yazar, evrenin, bir protondan bile küçük olan bir varlıktan bu patlama sayesinde oluştuğunu vurgular. Fakat protondan bile küçük olmasına rağmen sonsuz yoğunluktaki bu varlığın kendiliğinden nasıl var olduğu hususunda hiçbir fikir beyan etmez. Evreni oluşturabilmek için üç şeye ihtiyaç olduğunu söyler. Bunlar; madde, enerji ve uzaydır. Einstein’ın E=mc2 formülüne göre madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşebilmektedir. Dolayısıyla, evreni oluşturmak için iki şeye ihtiyaç vardır. Enerji ve uzay. İşte, Hawking’e göre, enerji ve uzay, Büyük Patlama sonucunda kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Yazara göre, Büyük Patlama devasa miktarda pozitif enerji üretirken, aynı zamanda ve aynı miktarda negatif enerji de üretmiştir. Dolayısıyla, pozitif enerji ile negatif enerjinin toplamı, her zaman, sıfır olmuştur. Bu sonuç, bir başka doğa yasasıdır.

Hawking, Büyük Patlamayı bir doğa yasasıyla (enerji toplamı sıfırdır şeklindeki doğa yasasıyla) açıklarken, herhangi bir yardıma gerek olmadan evrenin oluşa geçebileceğini vurgular. Yani, Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmamış olmasının, çok büyük bir ihtimal olduğunu söyler. Yazara göre, Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmamış ise, zaten Tanrı’ya ihtiyaç da yoktur. Dolayısıyla, Büyük Patlamaya izin veren kuantum yasalarını da, Tanrı’nın yaratmasının düşünülemeyeceğini savunur.

Hawking’e göre, Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmadıysa, Büyük Büzülme, yani Kıyamet de, hiçbir şeyin sebep olmasına gerek olmadan gerçekleşebilir. Böylece bütün evren sonsuz küçük ve sonsuz yoğun tek bir kara delik haline dönüşebilir.

Yazar, Büyük Patlama öncesinde zaman diye bir şeyin olmadığını vurgular. Zamanın, Büyük Patlama ile başladığını savunur. Büyük Büzülme sonucu, evren, tekrar sonsuz küçük ve sonsuz yoğun bir varlığa dönüştüğünde zamanın yine duracağını iddia eder. Konuya bu açıdan bakan Hawking, zamanın olmadığı, zamanın durduğu bir ortamda, yaratıcının var olması için mevcut bir zaman olmadığını söyleyerek, Tanrı’nın var olamayacağını savunur.

Zaman diye bir şeyin olmadığı Büyük Patlama öncesi bir ortamda, Tanrı’nın var olamayacağını, çünkü Tanrı’nın var olacağı bir zamanın olmadığını savunan Hawking, zamanın olmadığı aynı ortamda, doğa yasalarının olabileceğini savunmakla kalmamakta, Büyük Patlamaya izin veren kuantum yasalarının varlığından net bir şekilde bahsetmektedir.

Eğer, zamanın olmadığı Büyük Patlama öncesi ortamda Tanrı’nın var olması, zaman olmadığı için mümkün değilse, kuantum yasaları (doğa yasaları) zamanın olmadığı aynı ortamda nasıl var olmuşlardır?

Evreni oluşturan proton ve nötron, zamanın olmadığı bir ortamda nasıl var olmuşlardır?

Hawking’in, bir taraftan inanmadığını vurguladığı, ama var olma ihtimalinden de bahsettiği Tanrı’nın, özgürlüğünü bile kısıtlayacak ölçüde güçlü yasaların varlığını savunması, net bir çelişki değil midir?

Tanrı var olabilmek için zaman bulamazken, şuurlu ve akıllı varlıklarmış gibi anlatılan doğa yasaları, zamanı kendileri mi oluşturmuşlardır? Eğer doğa yasaları zamanı oluşturdularsa, yani Büyük Patlamadan önce zaman varsa, Hawking’in bütün teorisi çökmez mi?

Uzayı inceleyen Hawking, Einstein’ın genel görecelilik kuramını kendi araştırmalarına temel yapıyor. Bu teoriye göre uzay ve zaman, artık mutlak değildir. Uzay ve zaman, evrendeki madde ve enerji tarafından şekil verilen dinamik niteliklerdir. Hawking ve Einstein, zamanın göreceliliği konusunda haklıdırlar. Ama keşke Kur’an’ın aşağıdaki ayetlerini okusalardı, kendileri için daha güzel olurdu:

Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde Ona çıkar.”

Secde Suresi 32/5: “O, gökten yere, işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.”

Einstein, evrene şansın hükmettiği fikrine şiddetle karşı çıkmıştı. Hawking, Einstein’ın bu düşüncesini “Tanrı zar atmaz” şeklinde özetler. Ama bu anlayışa karşı çıkarak şöyle der: “Mevcut bütün kanıtlar, Tanrı’nın tam bir kumarbaz olduğunu gösteriyor.” Bu durumda yazara şunu sormak gerekiyor: “Eğer evreni Tanrı yaratmadı ve bilim yasaları oluşturdu ise, bilim yasaları kumarbaz mıdır? Cevabı evet olmalı ki, evrendeki Belirsizlik İlkesi fikrine katıldığını söylüyor.

Bilim yasalarının kumarbaz olarak nitelenmelerinin sebebi, evrendeki Belirsizlik İlkesidir. Bu ilke, bir parçacığın hem konumunun hem de hızının aynı anda tutarlı bir şekilde öngörülemeyeceğini savunur. Bu iddia doğru bile olsa, Tanrı’nın zar atmasıyla bir bağlantısı yoktur. Çünkü bilim insanlarının büyük çoğunluğu, evrendeki muazzam simetriye ve belli sabitlerin var olmasına hayranlıkla değinirlerken, zar atma bunun neresindedir?”

Aslında Hawking de, bilim insanlarıyla aynı fikirdedir. Nitekim yazar, evrende başka akıllı yaşamlar var mı diye irdeleme yaparken, Tanrı’nın kumarbaz olduğu şeklindeki kendi ifadesiyle çelişen şu fikirlerini aktarıyor: “İlk bakışta evrenin böylesine tıkırında işlemesi olağanüstü görünür. Belki de bu, evrenin insan ırkını üretmek için özellikle tasarlandığının kanıtıdır. Fiziksel sabitlerin ince ayarlanmış olduğundan şaşkınlık duymamamız gerekir. Çünkü bu şekilde olmasalardı, bizler burada olmazdık.”

Kendisini, büyük sorular soran adam olarak niteleyen Hawking’in ulaştığı cevapların, çok daha fazla karşıt sorular ürettiği açıkça görülüyor. Eğer Hawking, evren konusunu ve uzayı incelediği kadar, sadece kendi halini ve yapısını inceleseydi ne olurdu bir düşünelim.

Bir parmağından başka bir uzvunu oynatamayan bir insanın beyninin, diğer insanlara göre çok daha iyi bir şekilde çalışmasını, hangi doğa yasalarının sağladığını sorgulasaydı, ulaştığı sonuçlarda daha gerçekçi olurdu. Aslında Hawking, farkında olmadan zihin konusuna değinirken bazı güzel sorular sormuş, fakat cevaplarını aynı güzellikte irdeleyememiş ki düşüncelerinde değişiklik olmamış. Hawking şöyle soruyor:

“Nasıl olur da sonlu zihinlerimiz, sonsuz bir evreni kavrayabilir? Böylesi bir girişimde bile bulunmak, özümüzü beğenmişlik değil midir?”

Hawking; duygularının, üzüntülerinin, sevinçlerinin kızgınlıklarının, mutluluklarının hangi doğa yasaları ile oluştuğunu, diğer insanlardan farklı olmasında hangi doğa yasalarının etkili olduğunu inceleseydi, kendisi için de daha tatmin edici cevaplara ulaşabilirdi. Gelmiş geçmiş hiçbir insanın parmak izinin birbirine benzememesinin, hangi doğa yasalarının eseri olduğunu inceleseydi, herhalde Tanrı hakkında farklı bir fikre ulaşırdı.

Eğer kendisini incelemek istemediyse, çevresini tetkik etseydi, yine olurdu. Yeryüzündeki, çeşit sayısı on bini aşan bitkileri inceleyip, aynı toprakta yan yan duran bitkileri farklı özelliklerde oluşturanın hangi doğa yasaları olduğunu sorgulasaydı, hakikate yaklaşabilirdi. Aynı özelliklere sahip denizlerde, yüz binlerce çeşit canlı türünü, hangi doğa yasasının sağladığını merak etseydi, belki hatasını anlardı. Sayıları milyonla ifade edilen hayvan türlerini hangi doğa yasalarının yarattığını araştırsaydı, Tanrı hakkında gerçeğe ulaşabilirdi.

Belki de Hawking, yukarıdaki iki paragrafta verdiğimiz konuları araştırmayıp, kitabında hayatını anlatırken kurduğu ”ancak, sevdiğim ve beni seven insanlar olmasaydı, boş bir evrende yaşıyor olurdum”  şeklindeki duygusunun hangi doğa yasalarıyla yönetildiğini irdelese bile, yeterli olabilirdi. Bir taraftan, hem, sevginin her insanda değil, ama bazılarının arasında olduğunu kabul eden, hem de, sevginin büyük gücünden bahseden yazar, bir sonraki paragrafına şöyle başlıyor: “yalnızca doğadaki temel parçacıklardan oluşan biz insanların…”

…Keşke çelişkilerini görebilseydi.

Hawking, kitabında evrende akıllı yaşam var mı diye sorduktan sonra şöyle söyler: “Ciddi olmak gerekirse, başka bir yerde akıllı yaşam varsa bizlerden oldukça uzak olmalıdır, aksi takdirde şimdiye kadar Dünyayı ziyaret etmiş olurlardı.”

Anlaşılan o ki, Hawking, yaptığı irdelemeler sonucunda, evrende başka akıllı varlıklar olabileceğini düşünüyor. Onların bizi ziyaret etmemiş olmalarından destek alarak, bizden çok uzaklarda olduklarını söylüyor. Eğer, bu akıllı varlıklar Dünyayı ziyaret ederlerse, bizim, Amerika’yı ve Afrika’nın orta ve güneyini keşfeden Avrupalılar karşısındaki yerliler durumuna düşeceğimizi ifade ediyor. Dolayısıyla, başka bir yerdeki akıllı varlıklar, insanlardan daha akıllı ve teknolojik olarak çok daha ileriler demektir. Bu nedenle, bu akıllı varlıklar Dünyayı ziyaret ederlerse, bizim kendimizi büyük görüp, Tanrı’nın varlığına itiraz etmemiz anlamsızlaşır. Çünkü bizden daha akıllı varlıkların da evrende yaşıyor olmaları, Tanrı’nın yaratıcılığını, gücünü ve muazzam aklını net bir şekilde bize gösterir.

Yazarın, Tanrı’nın özgürlüğünün kısıtlı olabileceği şeklindeki sözünü, bir başka açıdan bakarak, kutsal kitapların ışığında irdelemeye çalışacağız. Ama bunu, bir başka yazımızda ele alacağız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 4

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 4

 

Aşağıda yapacağımız irdelemeler, yazımızın başlığıyla doğrudan değil, ama dolaylı olarak ilgili olduğu için, başka bir makale başlığı yapmadan ele aldık.

Yüce Yaradan’ın Katında olabileceği hususunda tahmin yürüttüğümüz Cennette, özgürlük olup olmadığını bilmiyoruz. Bu konuda fikir yürütebilmek için yine, Kur’an ayetlerini incelemeye çalışacağız. İnceleyebileceğimiz iki net konu var.

Birincisi, Hz. Âdem ve eşinin durumu.

Bakara Suresi 2/35: Dedik ki: “Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

Ayetten anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, Hz. Âdem ve eşine özgürlük vermiş. Ama bir de sınır koymuş. Bu durum, biz insanların dünyadaki konumuna benzemektedir. Tek olan Tanrı, bizlere de özgürlük vermiş, ama bazı sınırlar da koymuş. Hz. Âdem ve eşi, kendilerine verilen özgürlüğü hatalı kullanmışlar ve sınırı aşmışlar. Onların bu halleri de, bizim dünya hayatımızdaki davranışlarımıza benziyor.

Cennetteki özgürlük hususunda fikir yürütebileceğimiz ikinci konu, şeytanın durumudur. Bu sitede, şeytan hususunda çeşitli makaleler yayınladık. Konumuzla bağlantılı olanı “İslâm’da Şeytan Konusu” başlıklı yazımızdır.

Bu makalemizde Kur’an ayetlerinden çok sayıda örnekler verdikten sonra, aynen şu kanaate vardığımızı ifade ettik:

“Araf Suresinin 10-25inci ayetlerindeki benzer ifadeler, Hicr Suresi 28-42inci ayetlerinde de vardır. Gerek Araf, gerekse Hicr Suresinin ilgili ayetlerinden anlaşıldığına göre, Yüce Yaradan, insanlara özgürlük tanıdığı gibi, aslında bir melek olan şeytana da, onu uyararak, aldığı kararın yanlış olduğunu ve neden böyle düşündüğünü sormakla, özgürlük tanıdığını gösteriyor. Şeytan da, kendisinin yaratılış maddesinin insanınkine göre daha üstün olduğunu düşündüğünden, kendinden daha düşük gördüğü insana saygı göstermek istemiyor.”

Nitekim İsra Suresinin aşağıdaki ayetleri de bu durumu teyit ediyor.

17 İsra Suresi 61: (Yine unutma ki) Bir vakit meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. O ise: “Ben bir çamurdan yarattığın kimseye mi secde ederim?” demişti.

Ayetleri irdelememizin sonunda görülen o ki, şeytan da bir melek. Hattâ, bizim bildiğimiz dört melek gibi bir baş melek. Bir baş melek olmasına rağmen, Yüce Yaradan’ın isteğine karşı çıkması, belli bir özgürlüğünün olduğunu gösterir. Ancak, tıpkı Hz. Âdem ve eşi gibi, şeytan da, özgürlüğünü yanlış kullandığı için cezalandırılıyor. Ama bir baş melek olduğu için de, insanlarla ilgili olarak yapmak istedikleri konusunda kıyamete kadar izin veriliyor.

Bu durumları, dünya hayatındaki bazı konumlarla karşılaştırırsak, belki daha kolay bir fikir sahibi olabiliriz. Bilindiği gibi, orduların karargâhları, fabrikaların büro katlarının önderleri, diğer bölümlerdekilere göre daha sadıktırlar. Özgürdürler, ama özgürlüklerini çalıştıkları kurumun aleyhine kullanmaları ihtimali daha zayıftır. Çünkü büro katının önderleri veya karargâhtakiler, kurumlarının içerisinde bulunduğu gerçeği daha yakından bilir ve yaşarlar. Bu sebeple, rastgele fikir beyan etmezler. Kurumun başındakine güvenirler. Çoğunlukla, yapılması gerekenin yapıldığını düşünürler. Ama diğer bölümlerdeki insanlar, gerçeği bilmediklerinden “bekârların eşlerini boşaması” gibi konuşurlar ve bazı hususlarda itiraz ederler. Dolayısıyla, diğer bölümlerdeki bir insanla aynı yapıda olan büro katı önderinin daha sadık olması, kurumsal yapının bir sonucudur.

Bizim bu değerlendirmelerimizin, art niyetlileri değil, iyi niyetle çalışanları kapsadığı açıktır. Kutsal kitapların anlatımlarından anladığımız kadarıyla, meleklerin ve aslında bir melek olan şeytanın, art niyetli olmaları düşünülemez. Dolayısıyla biz de, Kur’an’da anlatılanları insanların yaşamlarıyla karşılaştırırken, iyi niyetli çalışmalardan örnekler verdik.

Melekler de, karargâh veya büro katının önder personeli gibi düşünülebilir. Özgürlüklerini, kurumun başındakinin veya sahibinin zararına olmayacak, aksine kurumun lehine olacak şekilde kullanmaları beklenir. Ama emri verenin hilafına kullanmaları durumunda alacakları ilk ceza, büro katından aşağıya indirilmeleri olur.

Şeytanın durumunu bu açıdan irdelersek; karargâh personelinden, alt kademeden herhangi birine secde etmesinin, yani saygı göstermesinin istenmesine benzemektedir. Kendisini özgür hissetmeyen karargâh personeli, verilen emre itiraz edemez. Şeytan itiraz ettiğine göre, fikrinde hür olduğunu düşünüyor demektir.

Ayrıca, Bakara Suresi 2/30uncu ayetin anlatımına göre, başlangıçta, sadece şeytan değil, bütün melekler de itiraz ediyorlar. Bunun üzerine Yüce Yaradan, aynı ayetin sonunda “şüphesiz Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” diyor. Bir sonraki 31inci ayete göre, Hz. Âdem’e isimleri öğretiyor ve meleklere dönerek; “haydi iddianızda doğru iseniz, bana şunları isimleriyle haber verin diyor”. İşte bu noktada diğer dört melek, 32inci ayette: ”Yücesin sen ey Rabbimiz! Bizim için, Senin bize bildirdiğinden başka ilim ne mümkün. Şüphesiz en iyi bilen, hâkim olan Sensin” diyerek itirazlarından vazgeçiyorlar. Ama şeytan, kapıldığı kibrini sürdürdüğünden, itirazını geçersiz bir sebebe dayandırarak cezayı hak ediyor. Karargâhtan indiriliyor.

Kutsal kitapları incelediğimizde, konumuzla dolaylı bağlantılı olarak ulaştığımız bir sonuç da şu:

Yüce Yaradan’ın katındakiler, başta bizi yaratan Tanrı’mız olmak üzere, bütün melekler bizim iyiliğimizi istemektedirler. Tıpkı, karargâhta çalışanların, diğer bölümler olmadığı takdirde kendilerinin bir anlamının olmadığını bildikleri gibi, melekler de, evrendeki şuurlu varlıkların olmasını isterler. Meleklerden Azrail bile bizim iyiliğimizi ister. Ama melekler, emir verildiğinde, görevlerini yapmaktan da hiç geri durmazlar. Nasıl, birlik komutanları, aldıkları emir gereği, savaştan kaçan kendi erlerini vurdularsa, melekler de aldıkları emri uygularlar.

Diğer yandan, eskiden Tanrı katında bir melek olan, ama sonrasında cezalandırılarak aşağıya (evrene) indirilen şeytan bile, bize dolaylı olarak doğru yolu göstermektedir.  Bunu daha iyi anlayabilmek için, kendi hayatımızdan bazı kesitler düşünelim. Bir çocuğu iyi yetiştirmek istiyorsak, önce o çocuğu kötü yetiştirmenin yolunun ne olduğunu bilmeliyiz. Örneğin, bir çocuğu kötü yetiştirmenin ilk yolu, anne ve babanın, çocuğa, birbirlerinden farklı davranmaları ve çocuğa anlatırken birbirlerini kötülemeleridir.  O halde, ebeveynler olarak çocuğu iyi yetiştirmek istiyorsak, ortak davranış sergilemeli ve birbirimizi çocuğa kötülememeliyiz. Şeytanın da bizden istediği; çocuklara kendimizi daha çok sevdirebilmek için, çocuğa karşı eşimizden daha sevecen davranmamız ve çocuğa eşimizi kötülememiz yönündedir. Eğer, şeytanın bize fısıldadığı ve nefsimize hoş gelen bu davranışları yapmazsak, doğru yolu kendiliğinden bulmuş oluruz.

Bizim dikkatten kaçırmamamız gereken bir başka husus, Tanrı Katındakilerle evrendekilerin, bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olduğudur. Yüce Yaradan’ın, önce evreni yaratması, sonra Kendi Katındakileri yaratması ve sonrasında da, kâinattaki şuurlu varlıkları yaratması ihtimali mantıklı görünüyor. Tanrı’nın, Kendi Katındakileri önce yaratmasının, sonra da, kâinattaki şuurlu varlıkları yaratmasının muhtemel sebebi, bütünü mükemmel bir sistem içerisinde tamamlamaktır.

Konuya ve ilgili ayetlere bu açıdan yaklaşınca, mutlaka oluşacağı net bir şekilde vurgulanan kıyamet sonrasında da, tek olan Tanrı’nın, kâinatı yeniden inşa edeceği ve yeniden şuurlu ve özgür varlıklar yaratacağı fikrine ulaşılmaktadır. İbrahim Suresi 14/48inci ayette; yer başka yere, gökler başka göklere çevrilecek denilmesi de, bizim bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Yüce Yaradan’ın rahmetinin ve lütfunun genişliği dikkate alındığında, evrendeki bütün yaşamları tamamen sonlandırması ihtimali, devam ettirmesi fikrine göre, daha düşüktür.

Tek olan Tanrı, kâinatı yeniden yaratsa da yaratmasa da, evrendeki kıyamet sırasında ve sonrasında Kendi Katındaki meleklerin ve cennetindekilerin yaşamaya devam edeceklerini tahmin ediyorum. Çünkü Cennetinde ve Cehennemindeki yaşam için, ayetlerde “orada ebedi kalacaklardır” ifadesi geçmektedir. Ancak, ayetlerde geçen ebedi sözü, sonsuz olarak algılanmamalıdır. Çünkü zamanı tayin eden Yüce Yaradan’dır. Sonsuzluk, sadece ve sadece tek olan Tanrı’ya mahsustur. Ama tek olan Tanrı, kıyamet sonrasında evreni yeniden yaratsa da yaratmasa da, Yüce Katındakilerin yaşamlarının, Kendi belirleyeceği bir süre kadar daha devam etmesine izin vermesi mantıklıdır.

Bilgisi tamamen Yüce Yaradan’a ait olan kıyamet sonrasında, cennetteki yaşamın devam edeceğini tahmin ettiğimi, yukarıda ifade ettim. Fakat kıyamet sonrasında cehennemindekilerin, yaşamlarına cehennemde devam edip etmeyecekleri hususunda fikir beyan edebilmek için, sadece, bazı ayetlerdeki “orada ebedi kalacaklar” sözüne değil, Kur’an’ın diğer bazı ayetlerinde ve Kitabın bütününde anlatılmak istenileni dikkate almak gerekiyor. Diğer bazı ayetlerde ve dolayısıyla Kur’an’ın bütününde, Yüce Yaradan’ın rahmetinin azabından geniş olduğu sıkça vurgulanır.

Yusuf Suresi 10/64: “…O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Yüce Yaradan’ın bu sözünü pekiştiren bir diğer ayet şöyledir:

Araf Suresi 7/156: “…Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır…”

Enam Suresi 6/128: “…Allah da: ‘Sizin (cinler ve insanlardan, birlikte iş çevirenler) durağınız cehennemdir. Orada, Allah’ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız’ der…”

Yukarıdaki üç ayet ve Kur’an’ın bütünü dikkate alındığında, kıyamet sonrasında, Yüce Yaradan’ın uygun göreceği bir sürede, cehennemdekilerin birçoğunun çektikleri cezalarının yeterli görülüp, cennetine nakledilmeleri ihtimali vardır. Çünkü Araf Suresi 7/156’ya göre, azabını dilediğime isabet ettiririm sözünün devamında, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır denilmesinin bir anlamı vardır. Nitekim Enam Suresi 6/128 de “Allah’ın dilemesi müstesna” diyerek, bazıları için farklı uygulama yapabileceğini net bir şekilde ifade etmektedir. Muhtemelen, tam anlamıyla hak edenlerden azabını kaldırmayabilir. Ama yaptıkları yanlışın cezasını çektiklerini düşünerek affedilmelerini bekleyenlerin birçoğunu, her şeyi kuşatan rahmetiyle affedebilir.

Kıyamet sonrasında yeniden yaratılacağını düşündüğümüz, insanlar, cinler ve diğer şuurlu varlıklar; mevcutlarla aynı yapılarda olabileceği gibi, yepyeni vasıflardaki varlıklar da olabilir. Veya tek olan Tanrı, yepyeni özelliklerde yeni şuurlu varlıklar yaratabilir. Bütün bunlar, tamamen, Yüce Yaradan’ın bilgisi ve arzusu sonucu oluşabilir veya oluşmayabilir. Hüküm ve hikmet sahibi olan, sadece ve sadece tek olan Tanrı’dır. Diğer bütün şuurlu varlıklar ve biz insanlar, O’nun, bazı özellikler vererek yarattığı, günaha meyilli kullarıyızdır.

Yazımızın başlığındaki konuyu irdeledikçe, insanın şu duygulara ulaşmaması mümkün değil. “Evrende, insanlar âlemi ve cinler âlemine benzer başka özgür ve şuurlu varlıkların âlemlerinin de olması güzel bir şey. İnşallah, mümkün olduğu kadar çok sayıda varlık, hem evrendeki, hem de Cennetteki hayatlarında, yaşam sevincini tatmaktadırlar ve tatmaya devam ederler.”

Rabbim neylerse, güzel eyler.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 4 için yorumlar kapalı

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3

 

Şimdi, bir önceki yazımızın başında verdiğimiz Enbiya Suresinin 16ıncı ayetine geri dönelim. Yüce Yaradan, ayetinde diyor ki: “Biz, evreni boş bir eğlence için yaratmadık”. Bu sözün doğru olduğuna, bir önceki yazımızdaki irdelemelerimize dayanarak hemfikir olduğumuzu düşünerek, ilk sorumuzu tekrar soralım: “Yüce Yaradan evreni, boş yere yaratmadığına göre, neden yaratmış olabilir?”

“Evrenin Yaratılışı Üzerine 1 ve 2” ve “Evrenin Var Olma Sebebi Üzerine” başlıklı makalelerimizde, bu hususta bazı cevaplar aramaya çalışmıştık. Einstein’ın da sorduğu “evrenin ve bizlerin neden yaratılmış olabileceği” sorusuna kutsal kitaplardan faydalanarak, kendimizce bir fikir oluşturmaya gayret etmiştik.

Bir önceki makalemizde, konumuzla ilgili ayetlere dayanarak, evrende birbirinden farklı özelliklerde şuurlu varlıklar olduğundan bahsettik. Biz, sadece kendimizi ve kutsal kitaplarda bildirilen melekleri ve cinleri biliyoruz. Ama İsra Suresi 17/70inci ayetten de anlaşıldığına göre, bu varlıklardan başka da ve hattâ insanlardan da üstün vasıflarda canlılar mevcut.

Diğer yandan, Kur’an ayetlerin birçoğunda “göklerdeki kimseler (Arapçası, men)” şeklinde bahsedilir. Ayrıca, evrende bizim yaşadığımız bölge için de, yakın gök tabiri kullanılır. Hâlbuki ayetlerde, yedi gök ifadesi geçer. Belki de diğer göklerde başka şuurlu kimseler (men) var. Biz bunların hakkında bilgi sahibi değiliz. Ama bizim bilgi sahibi olmamamız, onların var oldukları gerçeği değiştirmiyor. Kur’an’ın anlatımlarına göre, başka şuurlu ve kuvvetle muhtemelen özgürlük de verilmiş canlılar olarak yaşıyorlar.

Bahsettiğimiz bu şuurlu varlıklarla ilgili olarak daha ayrıntılı bir bilginin bize verilmesinin, insanlara bir faydasının olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen bu varlıklar, insanlar âleminden bağımsız ve bağlantısız bir şekilde uzakta oldukları için, Yüce Yaradan, bizlere bilgi vermeyi gerek görmemiş olabilir. Hâlbuki cinler, insanlar âlemi ile kısmen de olsa bağlantılı oldukları için, çok az da olsa, bilgi verildiği kanaatindeyim. Melekler ve bir melek olan şeytan da, insanlık âlemi ile sürekli bağlantılı oldukları için, az da olsa, bilgi verilmiş olması mantıklıdır. Cinler ve melekler hakkında verilen bilgilerin, bizim için yeterli ve yol gösterici olduğu kanaatindeyim. Cinlerin ve meleklerin ve diğer şuurlu varlıkların, ne şekil bir varlıklar olduğu, beslenip beslenmedikleri, nasıl hareket ettikleri, nasıl bir ortamda yaşadıkları gibi hususlar hakkında bilgi sahibi olmamızın, bize ilave bir faydasının olacağını zannetmiyorum.

Bizim bildiğimiz canlılar âlemleri; bitkiler, hayvanlar, insanlardır. Bizim görmediğimiz, ama varlıkları hakkında bize kutsal kitaplarda bilgi verilenler ise, cinler ve meleklerdir. Yüce Yaradan, İsra Suresi 17/70inci ayette, insanları, yarattıklarının bazılarından üstün kıldığını bahsediyor. İnsanların, bitkiler ve hayvanlar âleminden üstün olduğunu biliyoruz. Kur’an’ın diğer ayetlerinde bahsedilenleri dikkate aldığımızda, tek olan Tanrı’nın, insanları, cinlerden ve meleklerden üstün kıldığını anlıyoruz. Yani bizim bildiğimiz ve bize bildirilen bütün âlemlerden üstün kılınmışız.

Bu durumda, eğer başka şuurlu varlıkların oluşturduğu âlemler olmasaydı, İsra Suresinin 70inci ayetinde, “yarattıklarımızın hepsinden üstün kıldık” vurgulamasının net olarak yapılması beklenirdi.  Ama Yüce Yaradan, “yarattıklarımızın bazısından üstün kıldık” şeklindeki bir ifadeyi amaçsız söylemeyeceği aşikâr olduğuna göre, insanlardan daha üstün olan şuurlu varlıklar var demektir.

İnsanlardan üstün olan şuurlu varlıkların olması, bizim insanlar olarak, Tanrı ile olan konumumuzu net bir şekilde ortaya koyan göstergelerden birisidir. Biz insanlar olarak; süper bilgisayarlar yaptık, bazı hücreleri kopyaladık ve yapay zekâ yapmaya çabalıyoruz diyerek, kendimizi Tanrı ile karşılaştırmaya başlamıştık. İşte, kâinatta, insanlardan üstün şuurlu varlıkların olması, bizim Tanrı karşısındaki acizliğimizi anlayarak kendimize gelmemiz için güzel bir fırsattır.

Şimdi konumuzu irdelemeye bir başka açıdan devam edelim. Bu sitede yayınladığımız, “Kendi isteği olmadan dünyaya gelen bir insanın, imtihan edilmesi yanlış mıdır” ve “İnsanlara özgürlük verilmesi, insan için kötü mü olmuştur?” başlıklı makalelerimizde ulaştığımız sonuç, insanların çok çok az bir kısmı hariç, hemen hepsinin bu dünya hayatını yaşadığına memnun olduklarıdır. Hayatı sırasında acı çeken ve fakir bir ömür süren insanların bile, bir gün daha fazla yaşayabilme isteğinin olması, dünya yaşamından memnuniyetin gerçek olduğunu göstermektedir. İnsanların sayılarıyla kıyaslanamayacak kadar az olan intihar vakalarının sebeplerinin başında da ruhi bunalıma girmeleri gelmektedir.

Bu dünyaya doğmuş olmak ve hayatı yaşamak, insanlar için bu kadar güzelse, cinler ve diğer şuurlu varlıklar için de aynı şeyin geçerli olması beklenir.

Ayrıca bu dünya hayatında, Yüce Yaradan’ın gösterdiği düzgün yolda yürüyerek Cennete girmeyi hak edenlerin durumu, çok daha arzu edilir bir yaşamdır. Çünkü bu güzel insanlar, ebedi sayılabilecek bir uzunlukta, sıkıntısız, huzurlu ve mutlu yaşayacaklardır.

Şöyle bir düşünelim. Eğer Tanrı, biz bu dünyaya gelmeden önce bizi yaratsa ve bize  “ebedi olarak yaşayacağınız Cennetime girebilmeniz için, bazı kurallara uymak şartıyla yeryüzünde bir süre yaşamanız gerekiyor” deseydi, biz, bu dünyaya gelmeyi mutlaka ve özellikle isterdik diye düşünüyorum. Hattâ yüz kişilik gurubun içerisinde sadece birinizi göndereceğim demiş olsa bile, yüz kişinin de, o bir kişi olabilmek için can atacağı inancındayım.

İnsanlarda böyle olan arzunun, cinler ve diğer şuurlu varlıklarda da aynen geçerli olması ihtimali kuvvetlidir. Dolayısıyla, insanlardaki iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavramların, hak ve adaleti tesis çabalarının, cinler âleminde ve diğer şuurlu varlıkların yaşamlarında da olması mantıklıdır.

Konuya bu açıdan yaklaşınca, Yüce Yaradan’ın kâinatı yaratmasından istifade eden, insanlar ile cinler ve diğerleri dâhil, geçmişte yaşamış ve halen yaşayanlar hesaba katılınca, sayıları yüz milyarlarla ifade edilebilecek şuurlu varlıkların olduğu görülüyor.

Biz insanlar olarak, çalıştığımız iş yerinde, yardımcımıza bile doğru dürüst bir özgürlük veremezken, Yüce Yaradan’ın çok çeşitli şuurlu varlıklar yaratıp, bunlara özgürlük vermesi, O’nu Tanrı olarak görmemiz için yeterlidir. Tek olan Tanrı’nın, yarattığı evrendeki özgürlük verdiği ve birbirinden farklı özelliklerle donattığı insanlar, cinler ve diğer şuurlu varlıkların her ihtiyacını karşılayacak düzen oluşturması, O’nun rahmetinin delilidir.

Biz insanların bütün ihtiyaçlarımıza uygun oluşturduğu yeryüzünde, huzurlu ve mutlu olabilmemiz için, her zaman yol göstericiliğini, desteğini ve yardımını esirgememesi, Yüce Yaradan’ın rahmetinin ve lütfunun büyüklüğünü gösterir. Biz insanlar için, sürekli olarak rahmetini ve yol göstericiliğini esirgemeyen Yüce Yaradan’ın, diğer şuurlu varlıklar için de aynı uygulamaları yapacağı aşikârdır.

Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, kâinatı eğlence için yaratmamış. Yarattığı evrende, yüz milyarlarca şuurlu ve özgür varlığın yaşayabilmesi ve sonrasında da, hak edenlerin, Cennetinde huzur içerisinde ebedi olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için, lütfunun ve rahmetinin büyüklüğünün nişanesi olarak yaratmış. Yarattıklarına iki hayat vermiş. İlk yaşamlarının süresini kısa tutmuş. Dolayısıyla, yarattıklarının imtihanda başarılı olma ihtimallerinin fazla olmasını sağlamış. Ayrıca, ölümün olması, Tanrı’nın lütfuna ulaşacak şuurlu varlık sayısının çok fazla olmasına vesile olmaktadır.

Serdettiğimiz bu fikir, kutsal kitaplardan istifade ederek, bizim, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akılla ulaştığımız bir sonuçtur. Gerçeği, sadece ve sadece, tek olan Tanrı bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3 için yorumlar kapalı