MÜSLÜMAN ÇEVREDE DOĞAN HER İNSAN, İMAN SAHİBİ MİDİR?
Müslüman bir ülkede doğanlar, doğuştan şanslılar. Çünkü Allah, iman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandıracağını beyan etmektedir. Ama eğer Müslüman çevrede doğan bu insanlar, iman etmeyi dillerinden kalplerine indiremedilerse, bu şansı değerlendiremeyebilirler. İmanı kalplerine indiremeyenler, Allah’ın gösterdiği şekilde değil, atalarından gördükleri kadar Müslüman olmak durumundalar. Dolayısıyla Allah’ın vaadine mazhar olma ihtimalleri, atalarından öğrendiklerinin Kur’an ile uyumu oranında artar veya azalır.
Bir önceki yazımızda “Allah Müslümanlara değil, Müslümanlar Allah’a Borçlu” başlığı altında, kendiliğimizden iman edemeyeceğimizi, iman edebilmemiz için Allah’ın yardımına ihtiyacımız olduğu hususunu inceledik. Bu hususta Yüce Yaradan aşağıdaki iki ayetiyle bilgi vermektedir.
49 Hucurat 17: “Onlar Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana erdirdiği için Allah sizin başınıza kakar. Eğer doğrulardan iseniz sizi imana erdirmesinden dolayı, sizin Allah’a minnettar olmanız gerekir.”
49 Hucurat 7: “Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.”
Demek ki, bizleri imana erdiren sadece Allah’tır. Anne babamız veya çevremizdeki diğer insanlar değildir. Bu duruma Kur’an, güzel örnekler verir. Hz. İbrahim’in babası, Hz. Lut’un karısı, Hz. Nuh’un oğlu gibi misaller, insanların kendiliğinden iman edemeyeceklerinin göstergeleridir. Farklı bir örnek olarak, Firavunun hanımının iman sahibi olduğu belirtilir ki, iman sahibi olmak için, kişinin gayretine ilaveten Yüce Yaradan’ın izni ve yardımı gerektiğini net anlayabilelim.
Demek ki, nüfus cüzdanımızda “Müslüman” yazmasının iman etmiş olmamızla bağlantısı çok az. Müslüman bir ülkede doğmanın bir avantajı, Müslümanlık ile ilgili bilgilere daha kolay ulaşabilmektir.
Fakat bu şans, bazen, tam ters bir şekilde şanssızlık haline dönüşebiliyor. Çünkü çevremizdeki yazılı bilgilerin çoğunluğu, ebeveynlerimizin başvurduğu kaynaklar olduğundan, çevremizden duyduklarımızdan farklı bir bilgi elde edemiyoruz.
İyi bir araştırma sonunda, bir şekilde, farklı bir bilgiye ulaştığımızda ise, çevremizdeki çokbilmişlerin ciddi eleştirileriyle karşılaşıyoruz. En terbiyeli anlatımla “bırak o insanın kitabını, o dinden çıktı, o bir zındık, o insanı küfre götürür” gibi sözlerle, o bilgilerden faydalanmamız engelleniyor. Hele bir de bulduğumuz kaynak, halen yaşayan bir insan ise, vay halimize!
Farklı bakan bir kaynaktan faydalanamayınca, bu defa Kur’an’ı bizzat okuyarak bilgimizi artıralım diyerek Kur’an’ı okumaya başladığımızı düşünelim. Bunu çevremizde dile getirirsek hemen, “aman ha! Ayetleri yanlış anlarsın, sonra kâfir olursun, dinden çıkarsın, bir bilen hocanın veya şeyhin yanına git, ondan öğren, günaha girme” diyerek vazgeçirirler.
Verdiğimiz bu örnekler çoğaltılabilir. Sonuçta, Müslüman bir ülkede doğan bir insan, çevresinden ne gördüyse öyle devam etmeye mahkûm olur. Bu fasit daireyi aşabilenler çok azınlıkta kalırlar. Çevresindeki insanlar, Müslümanlığı “takke, tespih, terliğe” indirgedilerse, o insan da öyle olur. Çevresindeki insanlar, namaz kılarken pantolonunu çekmeyince veya secdeden kalkarken sağ ayak başparmağı yerden kesilmeyince “çok şükür düzgün ve Allah’ın kabul edeceği bir namaz kıldım” derlerse, o insan da aynısını düşünür. Çevresindeki insan “insanlara bilerek kazık atarak günah kazanıyorsam, namaz kılarak sevap kazanıyorum. Dolayısıyla sevabım günahımı siler” diye düşünerek hareket ediyorsa, o insanda aynısını yapar.
Çevresindeki insan, Müslümanlığın önce güzel ahlâk olduğunu, hiçbir bedel istemeden insanlara yardımcı olunması gerektiğini, salih amel işlemenin esas olduğunu, ibadetlerindeki eksikliğin kendisiyle Yüce Yaradan arasındaki bir husus olduğunu düşünerek, çabalıyor, zekât veriyor, infak ediyorsa, o insanın da benzerini yapma ihtimali vardır. Eğer o insanın, diğer guruptan çevresi var ise ve onlar kendisinin bu düşüncesini enayilik olarak nitelerlerse, o kişi önündeki örneğe rağmen aynı davranışları sergileyemeyebilir. Fakat en azından başkalarını kandırmayı düşünmez. İbadet sevabının, sahtekârlık günahını silmeyeceğini düşünür.
Sonuç olarak, imanı bize sevdiren, gönüllerimize güzel gösteren, İslâm’ın emirlerine karşı çıkmayı bizlere çirkin gösteren Yüce Yaradan olduğundan, Müslüman ülkede doğmak, iman sahibi olmamız için yeterli değil. Aksine, doğduğumuz ve büyüdüğümüz çevre, Müslümanlığı şekli simgelere indirgemelerine ve yalan söylemeyi uyanıklık görmelerine rağmen, en Müslüman olarak kendilerini görüyorsa, iman sahibi olabilmek için Allah’ın yardımını elde edebilmemiz konusunda ciddi bir engelle karşı karşıyayız demektir.
Allah’ım, bizlerin iman edenlerden olmamız ve salih amel işleyebilmemiz için, bizlere mücadele azmi ver, irade gücü ver, sabır ve sebat ver.
Senin her şeye gücün yeter.