KERİM DEVLET, KÂMİL İNSAN
Osmanlı Türk Devleti, “kerim devlet” anlayışındadır. Tebaasının dilindeki adı “Devleti Âli Osman”dır, yani yüce devlettir. “Soylu”dur, ama insanlara tepeden bakmaz. “Muhteşem”dir, ama insanları ezmez. “Büyüktür”, ama insanları ürkütmez. Mazlumların koruyucusudur. Zalimlerin ve zorbaların korkulu rüyasıdır. Yeni fethettiği yerlerdeki halklar için de aynı anlayıştadır. Eşitlikçidir, ayrım yapmaz. Hoşgörülüdür, ama ihaneti affetmez.
Neden böyle olduğunu daha iyi kavramak için, Osmanlıdaki genel yapıyı ve anlayışı kısaca tanımak gerekir. Aşağıda irdeleyeceğimiz konular genel anlamda Tanzimat döneminden sonra değişikliğe uğramaya başlamış, zaman içerisinde Avrupa bütün kurumlarıyla beraber Osmanlıyı kuşatmıştır.
Osmanlı, Avrupa ile tanıştıkça, onları madde olarak görür. Kendisini, ruh olarak tanımlar. Bu sebeple, bazı aydınlarının gayretlerine rağmen, Avrupa’ya hemen intibak edemez. Halen, madde ve ruh ayrımı geçerlidir. 1492’de maddeye önem veren Avrupa’nın uzaklaştırdığı Yahudilerin melce bulabildikleri tek yer, “ruh” olan Osmanlı idi. Günümüzde de benzer anlayış vardır.
Osmanlının yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir. Zevkleri, basitlikleri, kutsalları ile halka benzerlerdi. Aydınların imtiyazları yoktu. İmtiyaz peşinde de koşmamışlardı. Bu yüzden daha çok saygı görürlerdi.
Osmanlı’nın, saklayacak yaraları yoktur. Başkalarının yaralarını da teşhir etmeyi düşünmez. Hikâyelerinde bu durum açıkça görülür. Hikâyeleri, ya bir cengâveri destanlaştırır veya “hisse alınacak kıssa” şeklindedir. Belki de bu sebeple, Osmanlıda roman oluşmadı, Batıdan ithal geldi. Yüzyıllarca devam eden Divan Edebiyatında, roman yoktu. Osmanlıya göre anlatılanlar, ya geçmiş insanları övmeli ya da hisse alınması için kısa olmalıdır. Osmanlıya göre roman, gevezeliktir. Başkalarının hayatını, bütün çıplaklığıyla insanların önüne atmaktır.
Avrupa’da roman, sınıf kavgalarıyla birlikte ortaya çıktı. Hâlbuki Osmanlı, genel anlamda, kalpten inanan bir toplumdu. Bu nedenle sınıf oluşmadı. İnanan ve sıkıntılarını kendi içinde çözen bir toplumda, romandaki gibi hayali çözümlere ihtiyaç yoktu. Vakıflar, tarikatlar insanların sıkıntıları için çözüm üreten yerlerdi. Tasavvuf anlayışı, en büyük acıları yaşayan sıkıntıya düşmüş çilekeş insanları, hayata bağlıyordu.
Osmanlıda şiir, nezih olmak zorundadır. Tamamen halkın ürettiği türkülerde bile, aynı nezih anlatım vardır. Şiir hak ve hakikati müdafaa etmelidir. Dolayısıyla şair, vakur ve selim bir zevke sahip olmalıdır. Bu sebeple, Osmanlıda hiciv pek yer bulmaz. Heccav olanlar bile, hicivlerini kısa tutarlar ve nezih olmasına dikkat ederler. Bu yönleriyle ünlü Romalı hiciv şairi Horace’a benzerler. Hem bilgedirler hem de zariftirler. Osmanlıda böyle olmasının bir başka nedeni de, heccavın, insanlara vereceği farklı bir değerler anlayışı olmamasıdır.
Osmanlıya, Avrupa’dan giren kavramlardan bir tanesi de, polemiktir. Polemik, Latincede savaş demektir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, açık tartışma anlamındadır. Ancak polemiğin anlamı giderek sertleşmiştir. Hâlbuki Osmanlıda, polemik yani açık tartışma yoktur. Onun yerine istişare vardır. Çünkü imanın olduğu yerde savaşa veya dalaşmaya gerek yoktur.
Polemik yapan insanda yumuşak kalplilik olmaz. Polemik ustalarından Voltaire, ölenler için şöyle düşünür: “ölenlere tek borcumuz kalmıştır; hakikat” Hâlbuki İslâmiyet’in öğüdü, ölülerimizi hayırla yadetmektir. Sağlığında iken kızdığımız bir kişi için bile, böyle davranılması istenilir. Halen uygulanan bir anlayıştır.
Osmanlının Batıdan bir diğer farkı, okuma konusundadır. Osmanlı okuyarak değil, duyarak ve görerek öğrenmeyi yeğ tutar. Okumak elbette çok güzel bir şeydir. İçimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar olarak tanımlanmıştır. Ancak, okumak insan zihnini uyandırmak yerine, insan zihninin yerini alırsa, fayda yerine zarar verebilir. Okuduğumuz kitapta bulduğumuzu, doğrudan hafızamıza yükler, onu sindirmeye çalışmazsak, okuduğumuzu hayatımıza katıp anlamlandıramayız. Okumak için okursak, bir faydası olmaz. Aksine, okumak için okumamız arttıkça, hafızamız da, düşünce mekanizmamız da bozulabilir. Hâlbuki okumak, zihni hayatımızı derinleştirmeli, zekâmızı kibarlaştırmalıdır.
Aslında günümüzde de bütün dünyadaki şikâyet, okumadığımız şeklindedir. Bazı ülkelerin aydınları bu konuda karşılaştırmalar yaparken şöyle sorarlar. “Bir İngiliz’in veya bir Fransız’ın içkiye verdiği para, kitaba verdiğinin kaç mislidir?” Bu soruyu sorduktan sonra şu yargıya varırlar: “Tek hedefi para olan bir insan veya kitle (yığın) yaşayamaz. Kendini yığın haline getiren bir millet ölümsüz olamaz.” Bu yargı her ülke için geçerlidir.
Hemen her milletin tarihinde, devletlerinin kerim devlet olarak tavır aldığı dönemler vardır. Ama bunların içerisinde halktan başlayarak devlet yönetimine yansıyan ve daha uzun ömürlü olanı Osmanlıda görülmüştür. Bu anlamda halk ve devlet bütünleşmiştir.