HUZUR GETİRMEK İÇİN ÇİLE ÇEKMEK GEREKİR

TÜRKLER EGEMEN OLDUKLARI BÖLGELERDE, KENDİLERİ ÇİLE ÇEKEREK HUZURU SAĞLADILAR

 

(Not: Bu yazı Tarihin Aydınlattığı Gelecek kitabından alıntı olup, ilk ve son iki paragraf eklenmiştir.)

Önceki yazımızda Türklerin hoşgörüyü evrenselleştirdiklerinden bahsetmiştik. Eğer, bir insan veya bir devlet hoşgörü gösteriyorsa, zaten kendi menfaatlerinden taviz veriyor demektir. Türklerin uygulamalarına bakılınca, hoşgörü gösterirken sadece menfaatinden taviz vermekle kalınmadığı, ilaveten çile çektiği anlaşılır.

Osmanlı Devletinin gerileme dönemlerinde Türkler, Yeniçerilerin de ciddiyetsizleşmeleri sonucu genel olarak yenildiler. Kimi zaman da yendiler. Yendikleri savaşların sonunda ise, masa başında diğer devletlerin baskısıyla kaybettiler. Ama pes etmediler. Dünyada eşi benzeri olmayan bir inanca sahip olduklarını gösterdiler. Mücadeleyi sürdürdüler. Bütün bu olumsuz şartlarda bile, egemenlikleri altındaki başka milletlere kötü davranmadılar. Sadece devlete başkaldıran bazı gurupları ve insanları cezalandırdılar, ama kişisel olaylar hariç, devlete başkaldırmayan yabancı halklara kötü davranmadılar.

Osmanlı Devleti’nde, duraklama ve gerileme döneminde devleti savunmak, büyük ölçüde Türklere kaldı. Devlet içerisindeki Türk olmayan çeşitli toplulukların güçsüzlükleri, umursamazlıkları ve ihanetleri devam ediyordu. Önyargısız olarak ve belgelere dayanarak hüküm veren Batılı tarihçiler gibi J.P.Roux’ya göre (s.230) Türkler bu savunmayı, hayran kalınacak bir kahramanlıkla ve büyük bir özveriyle yaptılar. Roux’ya göre bu üstün mücadeleden kendileri bir yarar sağlamıyordu. İşte bu durum, özverilerinin değerini yüceltiyordu. Bütün sıkıntılara rağmen Osmanlılar, yatırımları hâlâ Balkanlara ve Arap ülkelerine yapıyorlardı. Anadolu tamamen az gelişmişliğe ve kaderine terk edilmişti.

İngilizler, neredeyse bir dünya imparatorluğu kurarak müstemlekelerini sömürmelerine rağmen, 19. yüzyılda o bölgelerde ciddi sayılabilecek çok az eser bıraktılar. Hâlbuki Türkler egemenlikleri altındakileri de korumak için sadece kendileri savaşa gidip perişan oluyorlar, ama sıkıntılarına rağmen, bu milletleri rahat ettirmek için hâlâ çalışıyorlardı. Avrupalılar ise, Türklerin davranışlarının tersini uyguluyorlardı. Kendi menfaatlerinin korunması için kendilerinden çok egemenlikleri altındaki insanları savaşa sürüyorlardı. Diğer taraftan da Avrupalılar, o milletleri ekonomik olarak sömürüyorlardı. (Hattâ bir Avrupa devleti olan Avusturya-Macaristan imparatorluğu bile aynı şekilde davranıyordu.)

Türklerin kendileri savaşa gidip, egemenlikleri altındakileri rahat ettirme çabalarını, bazı Avrupalılar başka türlü değerlendirebilirler. “Türklerin hatası” olarak nitelendirebilirler. Avrupalılar ile Türkler arasındaki bu anlayış farkı, Cemil Meriç’in yorumlarını haklı çıkarıyor. Cemil Meriç, Osmanlı’nın, bağlandığı dava için hayatını severek verdiğini söylerken, Avrupalının ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakârlık yapabileceğini belirtir. “Avrupa kapitalizminin manivelası kârdır, Osmanlı’da ise kâr diye bir kavram yoktur” der.

Türkler, Gök Tanrıya inanırken dahi, doğru ve yanlışı Tanrının bildiğini düşünürlerdi. İbrahim Kafesoğlu’nun G.Feher’den ve V.Beşevliev’den ayrı ayrı aktardığına göre (s.97), Direklerdeki 2. Bulgar Kitabesinde yazılı olan Bulgar Türklerinin hanı Kurum Hanın şu sözleri bu davranışlarına işaret etmektedir. ” Doğru insanı ve yalancıyı, Tanrı bilir. Bulgarlar (Türkler), Hıristiyanların (Bizanslıların) iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu çabuk unuttu. Fakat Tanrı biliyor.” Bu nedenle Türkler, yönetimleri altındakilere hep iyi davrandılar. Ama nankörlük edenleri, kendi güçleri yettiğinde, Tanrı adına cezalandırdılar. Kendi güçlerinin yetmediği durumlarda ise, olayı Tanrının adaletine bıraktılar.

Diğer taraftan önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi, Rus vakayinamelerinde anlatılanlara göre, 1024 yılında Rus ülkesi Suzdal’de, şiddetli bir kıtlık ve açlık olur. İdil Bulgar Türkleri aç kalan Ruslara çok miktarda hububat götürürler. Bu dönemde Bulgarlar, tarımla uğraşmaktadırlar ve daha zengin olduklarından, sık sık Rusların saldırılarına maruz kalmaktadırlar. Türkler yardımı böyle ters bir ortamda yaparlar.

Eski Türk devletlerindeki anlayış Türkiye Devleti’nde de devam etmiştir. Ermeni terör örgütü ASALA, 1970’li yıllarda Türk Büyükelçilik mensuplarını öldürmeye başladı. Türkiye dışında, genelde Avrupa ve Amerika’da meydana gelen bu olayları, ilgili ülkeler önleyemediler. Öldürme olayları on yıldan fazla sürdü. Bu dönemde, ne Türkiye Devleti, ne de herhangi bir Türk kuruluşu, Türkiye’deki Ermenilere karşı baskı yapmadılar. Ülkelerindeki çok zengin Ermeni iş adamlarına saldırmayı ve hattâ işlerini engellemeyi bile düşünmediler. Türkiye’deki Ermeniler, zengin ve rahat yaşamlarını sürdürdüler.

Aynı şekilde, çoğunluğu Kürt kökenli olan ve bazı Batılıların desteklediği PKK terör örgütü, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı 1984-1999 arasında çok ciddi olarak silahlı mücadele verdi. Halen yer yer çatışmalar devam ediyor. Bebekler dâhil, on binlerce masum insan öldü. On binlercesi de sakat kaldı. İstikballeri kararanlar ise çok daha fazlaydı. Sonunda bütün Türkiye’nin geleceği bulutlandı. Türkiye’nin bu mücadele sırasında silaha harcadığı ve boşa giden para ise, korkunçtu. Boşa giden harcamanın, Türkiye’nin bir yılık bütçesine denk olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam ekonominin güçlenmesine harcanmalıydı.  Eğer ekonomiye harcansaydı bugün, teröre bulaşmış bazı Kürtler dâhil, Türkiye’deki kişi başına milli gelirin en az iki katına çıkması doğaldı.

İşte bütün bu olumsuz şartlar altında bile, ne Türk Devleti, ne de sivil kuruluşlar, kendilerine silah çekmeyen PKK dışındaki Kürtler üzerinde ciddi bir baskı yapmadılar. Aksine, Kürt iş adamları, Devletin en kârlı ihalelerini almayı sürdürdü. Kürt bürokratların hem sayıları arttı, hem de makamları yükseldi. Kürt kökenli siyasiler ise, daha da iyi duruma geldiler. Kürtlerin oturmadığı bölgelerden aday olarak, Türk seçmenlerin oyuyla, TBMM’ne girmeyi sürdürdüler. Bir kısım Kürt milletvekillerinin yeminlerine uymayarak, yanlış hareket etmeleri üzerine cezalandırılmaları (1991), bu gerçekleri örtemez.

Günümüzde Osmanlı Devleti’nin çekildiği yerlerde huzur yok gibi. Bilindiği gibi, Ortadoğu bölgesinde Hıristiyanlığın, Müslümanlığın ve Yahudiliğin her mezhebinden insan vardır. Hattâ başka inanışlar da vardır. Osmanlılar bu bölgede huzuru sağlamak için hep kendileri taviz verdiler. Tavizlerin yetmediği yerde çileye talip oldular. Batılıların bölge halklarını kışkırtmalarına rağmen, yine bölge halkının menfaatini korumaya çalıştılar. Allah’a ne hesap vereceklerini düşünerek hareket ettiler.

Günümüzde bölgeye demokrasi ve huzur getirmek istediğini söyleyenler çok oldu. Fakat hiçbiri, Osmanlı Türkleri gibi çileye talip olmadılar. Aksine kendi menfaatleri doğrultusunda hareket ettiler. Hâlbuki bir yerlerde huzuru sağlamak istiyorsanız, önce kendiniz çileye ve ıstıraba talip olacaksınız. Allah’a hesap vereceğinizi bilerek hareket edeceksiniz. Menfaatinizi düşünerek davrandığınız hiçbir yere huzur getiremezsiniz.

Bu yazı Genel, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.