EN BÜYÜK MUSİBET

EN BÜYÜK MUSİBET, MUSİBETLERDEN DERS ALMAMAKTIR

 

Yazımızın başlığı, Mehmet Akif Ersoy’un Türklerin Yeniden Dirilişi olan İstiklâl Harbi sırasında Kastamonu’daki vaazlarında söylediklerinden alınmıştır. Mütefekkir ve şair bir kişiliği olan Ersoy halka şöyle seslenmektedir:

“Atalarımızın ne kıymetli sözleri vardı; ‘Kırk nasihatten, bir musibet yeğdir’ derler. Biz bir musibet değil, binlerce musibet gördük. Meğerse gerek fertler için, gerekse milletler için dünyada en büyük bir musibet varsa, o da uğradığı musibetlerden ibret alamayacak kadar duygusuz olmakmış”

Mehmet Akif Ersoy benzer düşüncelerini, Süleymaniye Camisi kürsüsünden ve Fatih Camisi kürsüsünden, 1913 yılı başlarında yaptığı konuşmalarda ve Sıratı Müstakim Dergisinde dile getirmiştir. Bu vaazlarından birinde Müslümanların önlerindekini görmediklerini vurgulayarak şöyle seslenmektedir:

“Lâkin heyhat! Zamanımızdaki Müslümanlar, hatta dünyayı dolaşsalar, göreceklerinden ne öğrenecekler ki -Asrı Saadette yaşayan müşrikler gibi-  biçarelerin kalp gözleri alabildiğine kör! İşittiklerinden ne belleyecekler ki, zavallıların asıl can kulakları alabildiğine sağır!”

1873 yılında dünyaya gelen Mehmet Akif Ersoy’un yaşamı süresince, Müslümanların iki bağımsız devletinden büyüğü olan Osmanlı Devleti ve tebaası, gerçekten de çok musibetler yaşamıştır. (O dönemdeki diğer Bağımsız devlet, İran’daki Türk Devletidir. Onlar da sonunda Rusya ve İngiltere arasında toprak ve egemenlik açısından paylaşılmıştır.)

Önce 1877-78 Savaşı ile Bulgaristan kaybedilmiştir. Bu savaş hicri takvimle 1293 yılında gerçekleştiği için, halk arasında 93 harbi diye bilinir. Bu savaşın iki çok önemli kilidi olan Şıpka geçidi ve Plevne kalesi, kendi kaderine terk edilmiştir. Padişah Abdülaziz döneminde borç alınan paralarla oluşturulan donanma, İstanbul’daki yeni padişah ve I. Meşrutiyet yönetimi tarafından Tuna Nehrine gönderilmemiş, böylece Rusların Tuna nehrini atlayarak Plevne’yi aşağı tarafından da kuşatmasına fırsat verilmiştir.

Şıpka Geçidini tutan Süleyman Paşa, İstanbul’a çektiği telgraflarda, kendisine yardım gönderilemiyorsa, Plevne’deki Gazi Osman Paşa’ya hem asker hem donanma ile yardım edilmesini ısrarla istemiştir. İstanbul’dan son gelen cevap, “Askeri birliğin ve donanmanın payitahtı korumak için İstanbul’da tutulacağı” şeklinde olunca cevaben “Eğer, Plevne düşerse, kurtarılacak bir payitaht kalmayacaktır” şeklinde telgraf çekince ertesi günü görevinden alınmıştır.

Fakat Süleyman Paşanın söylediği gerçekleşmiştir. Plevne’de üstün bir gayret ile direnen Gazi Osman Paşa, mecburen kaleyi terk etmiştir. Plevne’yi alan Rusların önünde hiçbir engel kalmamıştır. Süratli bir şekilde İstanbul Yeşilköy’e kadar gelmişlerdir. Eğer diğer büyük devletler, Rusların tek başına İstanbul’a girmelerine ses çıkarmasalardı ve onları durdurmasalardı, gerçekten de payitaht kalmayacaktı.

İşin ilginç tarafı ise, İstanbul’daki yönetimin bu büyük felâketten yeterince ders almamasıdır. Dünya devletleri teknolojide ilerlerken, askeriyelerini ve donanmalarını yeni teknolojik ürünlerle teçhiz etmeye çalışırlarken Padişah II. Abdülhamit, bu konuda yeterince çaba sarfetmemiştir. 1911 yılında İtalyanlar, Osmanlı Devletine ait adaları işgal ederken ve 1. Balkan Savaşı sırasında, donanmamız, Çanakkale boğazından dışarı çıkamamıştır. Çünkü çıkacak olursa, sadece bir adet düşman kruvazör gemisi bütün Osmanlı donanmasını yok edebilirdi.

Bu aciz durumumuzdan ders çıkaran Enver Paşa, Harbiye Nazırı olur olmaz, derhal hem donanmayı hem de Çanakkale Boğazı sırtlarındaki topları Almanlardan aldığı yeni teknoloji ile yeniden düzenlemiştir. Günümüzde her yıl 18 Mart’ta kutlanan deniz zaferi işte bu teknolojik silâhlar sayesinde elde edilmiştir. Osmanlı donanmasının ve toplarının eski halini bilen ve denizden kolayca geçerek İstanbul’a ulaşacaklarını sanan rakipler, mecburen kara savaşına dönmüşlerdir. Orada da Mustafa Kemal Atatürk’ün dehası, diğer komutanların ve askerlerin cesaretleri sayesinde ve Allah’ın yardımıyla Çanakkale geçilememiştir.

Mehmet Akif Ersoy’un döneminde yaşanan musibetler sadece askeri alanla ve toprak kayıplarıyla sınırlı kalmamıştır. Devlet, kendini Ruslardan kurtaran diğer devletlerin oyuncağı haline gelmiştir.

Bu konudaki bazı gelişmeleri yine Mehmet Akif Ersoy’un Kurtuluş Savaşı dönemindeki vaazlarından izleyelim:

“Ey cemaati Müslim’in! Frenkçe bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: Bizim bilerek bilmeyerek, keyfi yahut mecburi, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlar.

Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan bir ecnebi tebaasından biri ne yaparsa yapsın hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra da sefaretine teslim edilmeli.

Binaneleyh ecnebiler adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin berikinin emlak ve arazisini gasp ederler. Bütün yaptıkları yanına kâr kalır. (Biz bu imtiyazı harbin başında kaldırmıştık. Şimdi bu imtiyazları Rumlara, Ermenilere, Yahudilere de verecekler.)

Gelelim bu imtiyazların iktisadi kısmına: ecnebi tebaası temettü, belediye vesaire gibi vergilerden müstesnadır.

Şimdi Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaklar.

Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı ecnebilerle içimizdeki gayrimüslimler toplayacak!

Ya gümrükler meselesi…O da bir afet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur.

(Bu konuda verdiği örnekleri özetlersek) Çiftçi bitecek. Gelelim Sanayiye; Bilirsiniz ki memleketimizde birçok ham eşya yetişir: keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri, sonra türlü türlü madenler.

Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Mesela bir dokuma fabrikası yahut demir fabrikası açmaya kalkışsan, Avrupa’nın, Amerika’nın fabrikalarıyla başa çıkamayız.

Bilirsiniz ki kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardı. Ecnebi fabrikalarıyla rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti.

Şu halde halkımız ziraatını, sanayiini ileri götüremez, ticaretini de gayrimüslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa, tabiidir ki sefil olur, perişan olur.

Bizden yalnız ırgat yetişebilecek. Çünkü bizim içimizdeki Rumların, Ermenilerin çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraatı kâmilen ellerine alacaklar. Bize de ırgatlık kalacak.”

Sıratı Müstakim’den 13 Haziran 1912 deki bölümünden: “Biz bu felâketlerin, bu hüsranların sebebini hep kendimizde aramalı, hep kendi nefsimizi muhasebe altına almalıyız. O zaman görürüz ki, biz her ne çekersek kendi amelimizin cezasını çekmekteyiz. Evet, cesareti, gayreti, çalışmayı, sıdkı, istikameti, iffeti, birliği, faaliyeti bıraktığımız için öyle şanlı bir maziden böyle zelil bir hale geldik.”

Mehmet Akif Ersoy’un bahsettiği bu ortamın oluşmasındaki en önemli etken, daha önce alınan dış borçların yalılar, kasırlar, saraylar, kullanılmayan donanma, kullanılmayan askeri birlikler gibi geri dönüşü olmayan yerlere yapılmasıdır. (Aynı dönemde Japonya, yaptığı ithalat anlaşmalarına belli kotalar çerçevesinde kendi vatandaşlarına teknik eğitim verilmesi şartını koymuştu. Böylece insanlarının ve devletinin teknik bilgisini geliştirmeyi amaçlamıştı)

Osmanlı’daki hedefsiz uygulamalar ve yanlış harcamalar yüzünden, devlet borçlarını ödeyemediği için, 1881 yılında Muharrem Kararnamesi ile Düyunu Umumiye Reisliği kurulmuştur.

Bugünkü IMF’den daha sert bir tutum izleyen Düyunu Umumiye Reisliği, devletin halktan aldığı tuz, gümrük ve tütün gibi vergileri doğrudan kendisinin toplaması yetkisini almıştır. Reisliğin halktan aldığı bu ağır vergiler, bazı fakir vatandaşların kendi mallarını denetimden kaçırmalarına sebep olmuştur. Böyle durumları tespit eden Reisliğin elemanları, vergi kaçırdığını düşündükleri bu kişileri devletin jandarması aracılığıyla yakalatarak cezalandırmışlardır. Fakat jandarmanın davranışlarını yetersiz bulan Düyunu Umumiye, devletten yetki alarak kendi jandarma teşkilatını kendisi kurmuştur.

Böylece kendilerine göre vergi kaçırdığını düşündükleri insanları, kendi silahlı adamları aracılığıyla derhal öldürmüşlerdir. Osmanlı Devleti padişahı ve yönetimi ise, kendi vatandaşını yabancıların öldürmelerine hiçbir ses çıkaramamıştır. Yani, Mehmet Akif Ersoy’un, “ecnebi bir suçluyu devlet olarak biz cezalandıramıyorduk” yakınması bile, Düyunu Umumiye’nin yaşattığı bu olayların yanında çok hafif kalmaktadır.

Bu dönemdeki bir başka ilginç olay, padişah II. Abdülhamit’in Mehmet Sait Paşayı tam 7 defa sadrazam yapması ve sadrazamlıktan azletmesidir. Bir insan, aynı kişiyi sadrazamlık gibi çok önemli bir görevden azlettikten sonra, nasıl olur da aynı şeyi yedi defa tekrarlar? İşte tek başına bu olay bile, Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu perişanlığı ve vatansever bir padişahın çaresizliğini anlatmaya yeterlidir.

Osmanlı Türk Devletindeki bu “içten çürümüş, dıştan çınar” görünümü, sadece günümüz Türkiye’si için değil, bütün dünya devletleri için ders alınması gereken güzel bir örnektir.

Günümüzde nasıl, dıştan çok büyük görünen firmalar birkaç günde batabiliyorlarsa, devletler de aynı konumda olabilir. Tek fark, devletlerin batışı savaşların dışında tedrici olur. Devletler ayakta kaldıkları için, 2008 ekonomik buhranında ve birçok buhranda, batan çok büyük firmaları devletler kurtardılar.

Peki, bu aymazlıklar devam eder, devletlerin başka alanlardaki görülmeyen hataları sürerse, devletleri kim kurtaracak? Düşmanın, yani yanlışların nereden geldiğini anlayamayan halklar ne yapabilecekler?

Eskiden bir dış düşman olur, becerebilen halklar bunlara karşı mücadele ederlerdi. Belki çok sıkıntı çekerlerdi. Ama bazen görünüşte de olsa hürriyetlerine kavuşurlardı. Günümüzde ise, düşman dışarıda değil, içeride. Fakat düşman yani hatalar belirsiz ise, yanlışların neler olduğu hususunda her kafadan bir ses çıkıyorsa, halklar, nasıl bir çözüm mücadelesi verebilirler?

Bu yazı Genel, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.