DÜRÜSTLER VE SAHTEKÂRLAR

BİR MİLLETİ DİRİLTMEYE ÇALIŞANLAR VE AYNI MİLLETİ BİTİRMEYE UĞRAŞANLAR

 

Osmanlı Türk Devletinin başkenti İstanbul’un en mutena semti Beyoğlu’nda 1900’lü yılların başlarında Türk soylular, rahatça dolaşamazlardı. Bu anlayışın sonunda, 1912 yılında I. Balkan Savaşında bozguna uğradık.

Aynı halk, I. Dünya Savaşında yedi cephede bıkmadan savaştı. Bütün dünyanın, Türklerin de artık Kızılderililer, Papular, Mayalar gibi tarihsel bir varlık olacaklarını düşündükleri dönemde, tekrar devletlerini kurdu.

Halktaki bu anlayış değişikliğini sağlayanlar, imparatorluğun bittiğini görerek arayış içerisine giren,  İttihat ve Terakki (Birleşme ve İlerleme) hareketi mensuplarıydı. 1913’te yönetimi tamamen ele aldılar ve milletin hep önünde yürüdüler.

Bu hareketin üç önderinden Enver Paşa hakkında başka bir yazımızda bahsetmiştik. İtalyanların 1911 yılında Trablusgarp’a (Libya) asker çıkarmalarına o günkü Osmanlı yönetiminin ses çıkarmadığını aktarmıştık. Fakat Berlin’deki görevini bırakarak İstanbul’a gelen Enver Paşa’nın Harbiye Nazırına “orada tek umutları biz olan mazlum milletler var, onları yalnız bırakamayız” diye itiraz eden anlayışını gözler önüne sermiştik.

Devletin bittiğini, büyük devletlerin bazılarının topraklarımızı paylaşmak üzere 1907 de Reval’de anlaştıklarını gören bu insanlar bu paylaşım için büyük bir savaşın başlayacağına inanıyorlardı. Allah’a kendilerine iki yıl süre vermesi için dua ediyorlardı.

1913’ten sonra iktidarı ele alan İttihat Terakki hükümetinin Dâhiliye Nazırı ve daha sonra Sadrazamı olan Talat Paşa, üç liderden birisi idi. Bir subayı dövdüğü için Edirne Askeri Rüştiyesini bitiremedi. Posta-Telgraf idaresinde çalışmaya başladı. Fikirlerinden dolayı 21 yaşında iken 1895 yılında üç yıl hapse mahkûm oldu. İttihat Terakki hareketi ile siyasete girdi.

Ailesinin evlendirmek istediği kız hakkında şöyle söyler: “Küçük bir geliri olsa iyi olur. Çünkü ben politika adamıyım. Nerede, nasıl, ne zaman öleceğim bilinmez. Ona ne sığınacak bir yuva, ne de geçinecek bir servet bırakamayacağım muhakkak. Eğer kendisinin ayda beş on lira gelir getiren bir iradı olursa, yüzüne endişesiz ve korkusuz bakabilirim”

Bundan sonrasını eşi Hayriye Hanım’dan dinleyelim: “O benim sade kocam değil, anam babam, düşüncem, duygum her şeyimdi. Otuz altı milyon nüfuslu bir imparatorluğun başında idi. Ama Ayasofya semtindeki evimiz kira idi. Bir nazır gibi değil, orta halli mütevazı bir aile gibi, kira vererek oturduk. Milyarlar ve milyarlarla oynadı. Fakat kursağına bir lokma, bir zerre haram girmedi. Belki inanmazsınız, sadrazam iken bile yemeğini sefer tası ile Bab-ı Ali’ye (sadrazamlık binası) gönderdim. Bir yere gitmesini, kimseden ikram görmesini sevmezdi. İyi yemeğe meraklıydı. Ama içki içmezdi. Ben paşanın ağzına alkol aldığını görmedim. Dindardı. Her sabah abdestini alır, namazını kılar ve işine öyle giderdi.”

Talat Paşanın bu yaşantısını ve evinin tamire muhtaç bir halde olduğunu, o dönemdeki yabancı elçilerin hatıralarında da görüyoruz.

Dr. Müfit Ekdal, araştırdığı İttihat ve Terakki ileri gelenleri hakkında şöyle der: “Hepsi dürüst insanlardı. Paralısına ve ahlâksızına hiç rastlamadım. Geçinebilecekleri kadar paraları vardı.”

Balkan Savaşındaki bozgundan sonra Türklerin bittiğini düşünen güçlü devletler, Türklerle aynı safta olmak istememişlerdi. Ama İttihat ve Terakki hareketinin verdiği yeni bir heyecanla Çanakkale’de tarih durdurulmuş, bir millet yeniden doğmuştu.

Zafer haberini evinde iken alan Talat Paşa eşine şöyle diyecekti: “Ah şu harbi kazandığımız gün, bilsen ne olacak. Büyük Türk Milleti hak ettiği hürriyetine kavuşacak. İnkılaplar yürüyecek, ta Cumhuriyete kadar.”

Eşinin “Cumhuriyet kurulunca bir reisi de olacak” diyerek Paşanın yüzüne bakması üzerine sadrazam: “Ben mi? Asla. Böyle bir şeyi hatırıma getirmek bile istemem. Bu millet elbette en liyakatli, en namuslu, en vatansever evladını seçip, o makama oturtur.” Der.

  1. Dünya Savaşına ABD’nin müdahil olmasıyla, Almanlar yenilir. Dolayısıyla Türkler de yenilmiş olur. İttihat Terakki, hükümeti bırakır. Talat Paşa mührü teslim eder. Amaç, galiplerin kendilerine karşı hırsla davranarak Türk Milletine ağır şartlar öne sürmelerini engellemektir.

Ayrıca ülkede kargaşaya sebep olmamak için üç lideri yurt dışına gitmeye karar verir. Talat Paşa, bindiği vapur hareket etmeden yeni sadrazam İzzet Paşa’ya mektup yazar. Mektubunda: “……Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemeli cesaretle çekmek isterim. İşte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün, ilk telgrafınıza itaat edeceğim…”

Bu insanların kucaklarında patlamak üzere buldukları bombanın zararını azaltmak için üstün gayret sarf ettiklerin günden bir asır sonra ülke yönetimi ne durumda? İktidarda Talat Paşa’ya mason, devletin kurucusu ve eski ittihatçı Mustafa Kemal Atatürk’e ayyaş diyenler yönetimdeler. (Talat Paşaya mason denmesinin muhtemel sebebi şudur; Paşa 20 yaşında iken (1894) işsiz kalınca II. Abdülhamit döneminin okullarından olan Alliance İsrailite Universelle’de bir yıl Türkçe öğretmenliği yapmasıdır. Bu görevi hapse girmesiyle bir yıl sonra son bulmuştur.)

Böyle iftira ederek geçmişteki fedakâr insanları suçlayanlar, bir taraftan da milleti bölmek için nutuklar atıyorlar. 36 milletten bahsediyorlar. Babasının ve anasının Türk dışında başka bir milletten olduğunu gururla söylüyorlar. İnsanların dini inançlarını ayrıştırıyorlar. Müslümanlar arasındaki yanlış olan alevi-sunni ayrımını körüklüyorlar. Hattâ Müslüman olmayanları da ötekileştirmeye çalışıyorlar. Hâlbuki, İttihatçıların yaptığı Çanakkale Savaşında Ermeniler bile Türklerle birlikte savaştaydı.

Bir asır önce ruhlarda unutulmaya başlanan bir millet yeniden ayağa kaldırılarak, diğerleriyle birlik tesis edilirken, bir asır sonra bu millet, diğer guruplar, cemaatler ve hatta aileler ayrıştırılarak bütünlük yok edilmeye çalışılıyor.

Sadece bununla da kalınmıyor. Bir asır öncekiler ne kadar dürüst ve dindar ise, bir asır sonrakiler o kadar yolsuzluğa batmışlar ve din tüccarları olmuşlar. Bu açıdan bakınca İslâmiyet’in yanlış tanınmasına sebep olanlar sadece, Fransa’daki son olaylarda olduğu gibi, masum insanları acımasızca öldürenler değil.

Müslümanları yalanlarıyla kandırarak, Allah’ın dinini ticarileştirerek, fakir Müslümanların destekleriyle saraylarda oturan, israfın en büyüğünü yapanlar da, Kur’an’daki İslâmiyet’le ilgisiz insanlardır. Bir asır öncekiler cesaretle yargılanma isterken, bunlar mahkeme edilmekten kaçmaktadırlar. Çünkü İslâmiyet’in kalplerinde değil, dillerinde olduğunu ve yaptıklarının haddi çok fazlasıyla aştığını, kendileri çok iyi bilmektedirler.

Yüce Yaradan bu dünya nimetlerini, dilediğine bolca verir. Bazılarına hiçbir eksik de bırakmaz. Ama onu Allah’ın dediği gibi kullanmayarak, insanları kandırıp ezenleri de mutlaka cezalandırır. Firavun da, Karun da, Allah’ın nimet verdiklerindendir. Ama haddi aştıkları için, bütün insanlığa örnek olacak şekilde cezalandırılmışlardır.

İsteyen ibret alır, isteyen almaz. Alanlar kurtuluşa doğru ilerlerler. Almayanlar her iki dünyadaki cezalarını artırırlar.

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.