DEVLET ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

DEVLET ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

Yazımızın başlığıyla ilgili olarak, bu sitede çeşitli makaleler yayınladık. Bu yazımızda konuyu daha farklı açılardan ele almaya çalışacağız.

Önce, Osmanlı Türk Devletinin ünlü padişahlarından Muhteşem Süleyman’ın şiirinden bir bölüm aktaralım.

Halk içinde muteber nesne yok, devlet gibi,

Olmaya cihanda devlet, bir nefes sıhhat gibi,

Saltanat dedikleri, bir cihan kavgasıdır,

Olmaya Baht-ü saadet dünyada, vahdet gibi.

Şiirde ifade edildiği gibi, halk devlete itibar etmektedir. (Şiir gerçeği yansıtmaktadır. Türklerde bu anlayış kesinlikle vardır. Bu sebeple devletlerinin sonsuz yaşamasını isterler.) Aslında, dünyanın her yerinde halk, devleti kendisinin koruyucu meleği gibi görmek ister. Eğer böyle görürse, o zaman devlete kutsallık atfeder. Dolayısıyla, devletinin kendisine ihtiyacı olduğunu düşündüğü anda, devletinin yaşaması için, kendi hayatını feda etmekten çekinmez. Bu hususta kendisine ayrıca bir emir verilmesini bile beklemez.

Eğer halk, devlete kutsallık atfetmişse, halkın bu anlayışının değişmesi uzun sürer. Devleti yönetenlerin yanlış davranışlarını görse bile, halkın büyük çoğunluğu fikrini hemen değiştirmez. Devleti yönetenleri sevmese bile, savaşa gider. Kendi birliğinin komutanının davranışları hoşuna gitmese dahi, cansiperane savaşır.

Halkın, devleti kutsal bir nesne gibi görmesinin çeşitli sebepleri vardır. Bazen kendi yaşadıklarının sonucunda bu karara varabildiği gibi, bazen atalarından devreden bir duygu da olabilir. Hangi sebeple olursa olsun, devlete kutsallık atfedilmesinin oluşması uzun zaman alır. Dolayısıyla, bazı yöneticilerin yanlış davranışlarına rağmen, bu duygu hemen kaybolmaz.

Her devletin, halk içerisinde böyle bir itibara sahip olması beklenemez. Devletin, halk içerisinde böyle bir konuma gelebilmesi için, önce, devlet kurumlarının halkın hizmetkârı olmaları gerekir. Devleti yönetenler, tıpkı, II. Göktürk Devletinin hakanı Bilge Kağan’ın, Orhun abidelerinde bahsettiği şu sözleri gibi davranmalıdır: “Ben, hali vakti yerinde bir millete kağan olmadım! İçeriden yiyeceksiz, dışarıdan giyeceksiz, güçsüz kalmış, yoksul bir millete kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile sözleştik. Babamızın kazandığı millet adı, millet sanı yok olmasın diye. Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki Şad (Yabgu’ya yani hakan yardımcılığına eş bir unvan) ile ölesiye, bitesiye çalıştım. Toplanan milleti ateşe suya düşürmedim.”

Hakanla kardeşi bu inançlarla çalışınca, halk da onlara ayak uydurdu. Öylesine köklü değişiklikler oldu ki, bazı tarihçiler, II. Göktürk Devleti’nin yıkılışı için, “ama bu yıkılışın önemi yoktu; Türk Dünyasına onu yüzyıllar boyunca hareket halinde tutacak bir atılım kazanılmıştı” diyerek, yapılanların önemini ve uzun ömürlü olduğunu vurguladılar.

Diğer taraftan, İslâm’daki devlet anlayışını, bu sitede yayınladığımız “İslâm’a Göre Devlet Yönetimi” başlıklı makalemizde, Kur’an’dan aldığım örneklerden anladığım kadarıyla aktarmaya çalıştım. Ama nasıl ben, Kur’an’ı kendi anladığım şekliyle yorumluyorsam, Müslümanların bir kısmı da kendilerince yorumladıkları için, devlet kavramı hususunda da farklı anlayış ve uygulamalar oluşmuştur.

İslâm’ın ilk kelâm mezhebi olan Muteziledeki anlayışa göre devlet, tamamen medeni bir kurumdur. Devletin, dinî ya da itikadi bir karakteri yoktur. Onlara göre, adalet, meşveret, ehliyet ve karşılıklı rızaya dayanan sözleşme ile devlet kurulur ve yönetilir. Bu hususta hiç kimseye ve zümreye ayrıcalık verilmemiştir. Mutezilenin, hiç kimseye veya guruba ayrıcalık tanımayan anlayışına göre, Hz. Peygamberden sonra, devlet oluşturma yetkisi, ümmete bırakılmıştır. Bana göre, mutezile âlimlerinin buradaki maksadının, devleti kurma yetkisinin değil, mevcut devleti yönetme salahiyetinin ümmete verilmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir.

Müslüman âlimlerin bir kısmının oluşturduğu Mutezile mensupları bunları savunurken, yine Müslümanların bir kısmının meydana getirdiği Şia’ya göre, devleti; Allah, Peygamber, imamlar ve onlara velayet edenler, yani Ayetullahlar yönetirler. Başka hiç kimsenin devlet yönetmeye hakları yoktur. Yönetmeye kalkışanlar, gayri meşrudur.

Mutezileye göre insan hakları, sadece hak değildir. Aynı zamanda, devleti yönetenler için ödevdir. Devletten vazgeçilir, insan haklarından vazgeçilmez. Devlet ile haklar çatışırsa, “vücup” olan devlet değil, “farz” olan insan hakları tercih edilmelidir.

Şia’da ise, devleti yönetenler Ayetullahlar olursa, insan haklarının bir önemi yoktur.

Mutezile ve Şia arasındaki bu zıt anlayışlara rağmen, her ikisi de İslâm dinine dayandıklarını iddia etmektedirler. Hangi anlayışın dine daha uygun olduğuna veya ikisinin de hangi yönlerden hatalı olduğuna, her birimiz kendimiz karar verebiliriz. Yeter ki, Kur’an’ı, bıkmadan defalarca kendimiz okuyalım. Kur’an’ın bütününde anlatılmak istenilenleri kavramaya çalışalım.

Türklerde ise, devlet esastır. Aynı zamanda, devlette adalet esastır. “Devlet, ol devlettir ki, yönetene yâr olmaya” anlayışı esastır. Bu anlayışta olmayanların devleti yönetmelerine izin verilmemelidir. (Türk tarihi, kendi menfaatine davrananların engellendiğinin örnekleriyle doludur.)

Diğer yandan, Arapların İslâmiyet sonrası anlayışlarının en etkili olanı, Emevi dönemindeki bakıştır. Onlara göre, devleti yönetenlere itiraz edilmemelidir. Çünkü eğer yöneticiler hatalı davranmışlarsa, bunu Allah bilmektedir ve ona göre ahirette yöneticileri cezalandıracaktır. Dolayısıyla devlet yöneticilerine her şartta biat etmek gerekir.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde, Türk adalet anlayışını, Fars adalet anlayışı ile karşılaştırır. Muhtemelen, yazar, Arap bölgesinden uzak olduğu için, onlardaki yapı hakkında fikir beyan etmez. Türklerdeki adalet anlayışını şöyle açıklar: “Adalet, hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törenin, doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır.” Ona göre, Farslardaki adalet anlayışı, hükümdarın bir lütfudur.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.