DEĞİŞİM ÜZERİNE

DEĞİŞİM ÜZERİNE

 

Dünya Tarihi ve Avrupa Tarihi hakkında kitapları olan İngiliz tarihçi J. M. Roberts’in değişim konusundaki fikri şöyle: “Değişimin arzu edilir bir şey olduğunun fikrini yaymak, ‘Batı Kültürü’ dediğimiz kültürün -ki köken olarak Avrupalıdır- en önemli ve yıkıcı zaferlerinden biridir.”

Bilindiği gibi insanlığın kültürel yapısı arasında çok farklılıklar vardır. Son dönemlerde Batı Kültürü, maddi üstünlüğü ele geçirince, her türlü üstünlüğü ele geçirmiş oldu. İnsanların nefsine hitap ettiğinden, çoğunluğu kendisine imrendirdi. Bu sebeple, çok hızlı yayıldığı için, bütün dünyaya egemen olmak üzeredir.

Batı anlayışı, insanları değişim konusunda ikna edebilmek için, “değişmeyen tek şey, değişimdir” ibaresini oluşturdu ve bu anlayışı dünyaya yaymaya çalıştı. Bu sözün ilk sahiplerinden birisinin, Antik Helen’de yaşamış Heraklitos olduğu söylenir. Sokrates’ten önceki dönemin bir filozofu olan Efesli Heraklitos’un bu sözü söyleyip söylemediğini bilmemiz zor. Ama Sokrates ve Eflatun öncesi dönemdeki Antik Helen filozofları, daha çok maddi temele dayandıkları ve evreni yaratan Tanrı inancına karşı çıktıkları için, bu anlayışa sahip olmaları ihtimali kuvvetlidir.

Ahmet Hamdi Tanpınar değişim konusuna farklı bir yaklaşımla, şöyle demiştir: “Değişime kimse karşı değildir, yeter ki, ucu kendisine dokunmasın.”

Avrupalıların değişim anlayışından ne kastettiklerini daha iyi anlamak için, konuyu tarihi açıdan ele almak gerekir.

Günümüzdeki Batı Medeniyeti anlayışı, tarih boyunca görülmüş uygarlık kavramlarının hemen hepsinden farklı bir temele oturmaktadır. Tarihte görülen geçmiş medeniyetlerdeki öncü unsur, maneviyattır. Belgelenmiş tarihte, bilinen en eski medeniyetlerden birisi, Hint uygarlığıdır. Hindu anlayışında Brahmanlar, manevi otoriteyi temsil ederler. Kşatriyalar ise, dünyevidir, yani siyasi iktidarı temsil ederler. Böylesine bir medeniyet anlayışında kurulan sistem, Brahmanları mihver alarak yürür. Dolayısıyla medeniyetin temeli maneviyattır.

Hz. Âdem’den itibaren, tek olan Tanrı’nın, insanlara kurmalarını tavsiye ettiği bütün sistemler, mutlak olan Tanrı’nın öğütleri üzerinde yürür. Bu sistemde, insanlar arasındaki üstünlük, Yüce Yaradan’ın tavsiyelerine ne kadar uyulduğuyla doğru orantılıdır. Maddi gücün bir önemi yoktur. Zira bütün mülk ve kudret, tek olan Tanrı’ya aittir. Bütün insanlar maddi güçlerini birleştirerek, Yüce Yaradan’a karşı gelseler bile, hiçbir zarar veremedikleri gibi, evrenin işleyişindeki herhangi bir kuralı değiştiremezler. Dolayısıyla bu medeniyetin temeli, maneviyattır.

Kızılderililerin, İnkaların, Mayaların ve diğerlerinin medeniyetlerini araştırdıkça, onların da maneviyat temeline dayandığını anlıyoruz. Bundan 6-7 asır öncesine kadar, hemen bütün medeniyetlerde mihver maneviyat iken, keşifler döneminde Avrupalılar, maddiyatı mihver yapan bir anlayışa ağırlık vermeye başladılar. Böylece, maddiyatın üstün tutulduğu bir Batı Medeniyeti anlayışı oluştu.

Batının dayanak yaptığı maddiyat, tek olan Tanrı anlayışı gibi bir mutlaklığa sahip değildir. Bu sebeple, her şey izafidir, yani görecelidir. Nitekim bilim de, bu izafilik temelinde ilerlemiştir. Bilim insanları, araştırma yapmak için araştırma yapmaya başlamışlardır. Einstein bu hususla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Eğer, ne yaptığımı bilseydim, buna araştırma demezdim.”

Dolayısıyla, araştırmaların sonunda bazı teoriler veya hipotezler, yani varsayımlar ortaya atılmakta, fakat daha bunları tam yorumlayamadan, bu kuramları yanlışlayan yenileri ortaya çıkmaktadır. Bilimsel teoriler bu şekilde ilerlemektedir. Bilim insanlarının, birbirine zıt olabilen bu kuramları savunmalarının önemli bir sebebi, sonuca, sadece kendi ulaştıkları bulguları yorumlayarak varmış olmalarıdır.

İşte, bilimdeki bu yanlışlama anlayışı, değişim kavramının temelini oluşturmuştur. Çünkü her şey değişmektedir. Böyle olunca da, “değişmeyen tek şey, değişimdir” anlayışına gelinmiştir.

Burada durup bir düşünelim. Eğer, her şey değişiyorsa ve sistem değişimden ibaretse, “değişme”nin varlığından bahsedilebilir mi? Her şeyin değişmekten ibaret olduğu bir ortamda, “değişme”  diye sabit bir şey vardır demek, mantıksız olmaz mı?

Değişimin varlığından bahsedebilmek için, değişimin sabit bir mihver olması ve her şeyin onun etrafında belli bir düzenle dönmesi gerekir. Nitekim tek olan Tanrı mutlaktır, dolayısıyla, her şeyde onu mihver alarak sistem kurulmaktadır. Hâlbuki sırf değişim için araştırma yapmak, bir mihverin etrafında sistem oluşturmak değildir. Hedefsiz ve rastgele bir çalışma yapmaktır. Bilim insanlarının bir kısmı bir konuda bir fikri savunurken, aynı anda, diğer bazıları tam tersini savunmaktadır. Her iki gurup da söylemlerini kendi araştırmalarına dayandırmaktadır. Hattâ bazen, aynı bulgular üzerinde farklı varsayımlar ileri sürülerek, birbirine zıt teoriler oluşturulabilmektedir. Nitekim Covid 19 salgınında da, çalışmalar yapan bilim insanlarının sabit bir mihverleri olmadığından, birbirine zıt fikirler ileri sürerek, halka bir kargaşa ortamı yaşatmışlardır. Bu sebeplerle, madde temeline dayanan medeniyetin kurduğu değişime dayalı sistem, yapısı gereği, dengesiz bir hale dönüşmektedir. Değişim denilerek gelinen nokta, tam bir kargaşa ortamı olmaktadır. Değişim denildikçe, başkalaşım oluşmaktadır.

Demek ki, değişim dediğimiz kavram, değişmelere mihver olacak bir sabit değildir. Bu sebeple, değişmeyen tek şey değişimdir demek yanlıştır. Çünkü değişmeleri yönlendiren sabit bir “değişim mihveri” yoktur. Hâlbuki maneviyatı temel alan medeniyetlerde, sabit bir manevi anlayış vardır. Sistemler; ya tek olan Tanrı’nın veya Buda’nın yahut da Brahmanların anlatımlarının çevresinde döner.

Maddi temele dayanan Batı Medeniyeti anlayışı, maneviyata dair her şeyin değişmesine sebep olmuştur. Bu değişmeler, doğası gereği, düzensiz bir şekilde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, düzensiz olarak ve hedefsiz değişen bilimsel teoriler, buluşlar ve teknolojiler, çoğu zaman, insanlığın faydasına değil, zararına olmaktadır.

İnsana ve insanlığa hizmet etmeyen bilim hususunda Rene Guenon, 1930’larda, şu öngörüde bulunmuştur: “Kim bilir, bu buluşlar, bizzat içinde taşıdığı yıkıcılık keyfiyetinden dolayı, dünyanın karşılaşacağı nihai felâketin, afetin belli başlı göstergelerinden biri olacaktır.”

Elbette izafi şeyler, yani sayılara dayanan göreceli şeyler de önemlidir. Ama maddi güce, gereğinden fazla değer vermek yanlıştır. İzafi şeyler, reddedilmeden ve ihmal edilmeden yerli yerinde tutulmalıdır. Asıl olan maneviyattır.

Demek ki, değişim kavramı, niteliği gereği, insanlığın iyiliğine değil, aksine felâketine sebep olabilecek bir yapıya sahiptir. İnsanlığın mutluluğu ve huzuru, ancak, medeniyetimizi, değişmeyen bir mihver olan Yüce Yaradan’ın öğütleri üzerine kurmamızla sağlanabilir.  Çünkü insanların beden ve bilhassa ruh yapıları, ilk yaratılışlarından itibaren aynı kalmıştır.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.