MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER
Makalemizde bahsedeceğimiz özelliklerin, Türklerin hepsinde ve belgeli tarihin tamamında görüldüğü düşünülmemelidir. Bizim gayretimiz, tarihi olayların, bilgilerin, belgelerin izin verdiği ölçüde ve önyargısız tarihçilerin ortak kararlarına yakın genelleme yapmaktır. Bu gayretime rağmen, benim Türk olmamın, yazacaklarımı, az da olsa, etkileyeceğini düşünmek gerekir.
Yazımızın amacı, insanlığın kötü gidişini durdurup, Dünyamızı, insan şeref ve haysiyetine yakışır bir şekilde yaşanabilir hale getirmenin yollarını aramaktır.
Türklerin bazı davranışları, İslamiyet öncesi ile sonrasında anlam açısından ilave gelişmeler göstermiştir. Gerek şahıs olarak, gerekse toplum olarak görülen bu ilave olumlu gelişmelerden dolayı, örneklik açısından Müslüman Türkleri ele alacağız. Çünkü bu aktaracaklarımızın, Müslümanlık öncesi anlayışın da çoğunu kapsamış olacağı açıktır.
Türklerin en belirgin özelliklerinden birisi, halkın bütününde görülen savaşçılık yapısıdır. Hükümdarlarından bilge insanlarına, rençperlerinden çobanlarına, din adamlarından zanaatkârlarına kadar halkın hepsi, bütünüyle bir savaş gücü gibidir. Savaşçılık yapısı, ihtiyaç olduğunda, kadınlarında da ortaya çıkar. Kadınlarda görülen bu savaşçılık ruhu, Türklerdeki kadın ve erkek ilişkilerinde, genel bir denge oluşmasına vesile olmuştur. Arapların bir kısmının, Müslümanlık öncesindeki kadına ve kız çocuklarına bakışlarını, bir şekilde İslâmiyet’in içerisine soktukları açıktır. Onlardaki bu yanlış uygulamanın birçok halklara yansıması gibi, Türklerde de uygulaması olmuştur. Ama bu durum, bizim denge konusundaki genellememizi ortadan kaldıracak kadar etkili değildir.
Türklerin, savaşmak için savaştıkları nadiren görülür. Bu sebeple, Avrupa’da görülen Yüzyıl Savaşları gibi anlamsız harpleri yoktur. Genellikle, ya kendilerine yapılan bir haksızlık veya saygısızlık için, ya da zorda kalan dostlarına, insanlara veya halklara yardımcı olmak içindir. Bazen çevrelerindeki kargaşalık kendilerini etkilediğinde, huzuru sağlamak için savaşmışlardır. Kimi zaman da, kendilerine yakın boylara bile hükümranlık yapmak ve şan kazanmak amacıyla savaşmışlardır. Türklerde görülen, imparatorluk yani büyük devlet kurma eğiliminin temelinde, bu duygu yatar. Bazen de, yaşadıkları bölgenin imkânlarının karınlarını doyurmaya yetmemesi ve çevrelerindeki diğer güçlü halklar tarafından sürekli rahatsız edilmeleri, yer değiştirmelerine sebep olmuştur.
Bilindiği gibi, Göktürklerde Bilge Kağan, Orhun Yazıtlarında (632), halkları yedirip içirdiğinden ve kargaşalığı bitirdiğinden bahsederek övünmektedir. Göktürkler, bu güzel ortamı sağlayabilmek için, çok savaşlar yapmak zorunda kalmışlardır. Balkan Bulgar Türklerinin hakanı Kurum Han ise, Hıristiyanlara, karşılık beklemeden iyilik yaptıklarından bahsetmektedir (810’lu yıllar). Kurum Han, karşılıksız iyilikler yaptıklarını söylediği Bizans imparatoru Nikoforos’u, 811 yılında yapılan savaşta yenmişti. (Kurun Hanın sözü şöyledir: “Doğru insanı ve yalancıyı Tanrı bilir. Bulgarlar, Hıristiyanların iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”)
Müslümanlıktan sonra ise savaş sebeplerine, İslâm’ı yaymak ve bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak eklenmiştir. Gazneli, Selçuklu ve Timurlu Türklerinden sonra Osmanlı Türkleri de, bu amaca yönelik çalışmalar yapmışlardır Bir bayrak altında toplamaya güçleri yetmediğinde, kendi topraklarını mazlumlara ve mağdurlara açmışlar ve sıcak bir yuva sağlamaya çalışmışlardır. 1492’de İspanya’dan atılan Yahudilerin melce bulabildikleri tek ülke Osmanlı Türkleri olmuştur. Yine 1550’lerin ortalarında, ta Uzak Doğuda Sumatranın kuzeyindeki Açelilere yardım etmişlerdir. 1877-78 Rus Savaşından sonra toprakları işgal edilen ve Türk olan olmayan bütün Kafkas halklarına kucak açmışlardır. Hem de, kendisi ihtiyaçlı haldeyken ve kimseden yardım almadan onları barındırmışlardır.
Yukarıda saydığımız Türklerin bu tavırlarıyla ilgili bahsettiğimiz kanaatlerimiz, yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, bütün Türk devletleri için ve her dönemde geçerlidir denilemez. Ancak, bilhassa en çok bilgiye sahip olduğumuz Osmanlı Türklerinde, bu kanaatimizi doğrulayan davranışlar vardır. Bunların bir kısmını, bu sitede yayınladığımız Osmanlı Türklerinde görülen uygulamalardan bahsettiğimiz bazı yazılarımızda ifade etmiştik.
Bu makalemizde, Osmanlı Türklerinin yaptıkları başka bazı uygulamalarını ele alacağız. Öncelikle, devlet olarak kendi ülkesindeki uygulamaların bazılarına bakalım.
Başka birçok ülkeden farklı bir uygulama yaparak, lordlar, baronlar veya kapitalistler benzeri zenginlerin oluşmasını engellemeye çalışmıştır. Böylece halkın, zenginlerce ezilmesini engellemeyi hedeflemiştir. Belki bu uygulamanın bir amacı da, kendi hükümdarlık sülalesinin karşısına başka bir güç çıkmasını engelleme de vardır. Ama halka baskı yaparak zenginlemeye çalışan resmi yöneticileri, kendi sülalelerine rakip olmayacaklarını bildikleri halde cezalandırmaları, halkı da koruduklarını gösterir.
Osmanlıdan önce yaşamış başka halkların da kurduğu vakıflar sistemini geliştirerek, halkın ihtiyaçlarının giderilmesine, devletin gücüne ek olarak, imkân hazırlamıştır.
Dini gurupların zenginleşmelerinin önünü kesmek için, çeşitli dini esaslı vergiler koymuştur. Hiçbir dini cemaatin güçlenmesine ve devlete sızmasına izin vermemeye çalışmıştır.
Veraset ve zilliyetin tanzimini yaparken mümkün olduğu kadar, zenginleri değil halkı korumayı düşünmüşlerdir.
Toprakların işlenmesiyle ve mülkiyetle ilgili düzenlemeleri, toprak ağalığını koruyacak yönde değil, üretimi artırıcı şekilde yapmaya gayret etmişlerdir.
Ülkede yaşayan herkesin önünü açmak için gayret etmişlerdir. Bu amaçla, sınıf kavramının oluşmasına müsaade etmemişlerdir. İnsanların; kendi akıllarıyla, kabiliyetleriyle, bilgileriyle, o güne kadar ortaya koydukları işleriyle bağlantılı olarak, mümkün olduğu kadar layık oldukları konuma gelmelerinin önünü açmışlardır. Devlet görevlerinde, vakıflarda vb yerlerde, belli gurupların hâkim olmalarının önünü kesmeye çalışmışlardır.
Ülkedeki mal sıkıntısını azaltmak ve halkın ihtiyaçlarını daha çok karşılamak için, ihracatı zorlaştırmış, ithalatı kolaylaştırmıştır. Bu uygulamaları, neredeyse diğer bütün devletlerden farklı olmuştur. Diğer birçok devlet, aksine, gümrük duvarları oluşturarak, ithalatı zorlaştırmışlardır. Ülke içerisindeki fiyatların artarak halkı sıkıntıya sokmasını engellemek amacıyla, fiyatları sınırlayan narh sistemini uygulamışlardır.
Eğer devleti yönetenlerin amacı, kendi imkânları olmayan halka, insan şeref ve haysiyetine uygun yaşayabilecekleri bir yurt oluşturmak olmasaydı, yukarıdaki uygulamaları yapmaya çalışmazlardı. Halk arasında yaygın olan “kerim devlet” anlayışı, yukarıda saydığımız ve aktarmadığımız uygulamaların yapıldığının göstergelerindendir. (1815 Büyük Avrupa Barışı sonrasında ve bilhassa 1865 ABD İç Savaşından sonra 1914 yılına kadar, devlet olarak zenginleşmiş Birleşik Krallık’ tan 20 milyon insan göç etti. Okyanustaki her türlü ölümüne şartlara rağmen göç ettiler. Çok zor şartlar altında yapılan ve bir kısmı macera ama çoğu fakirlikten kaçış için yapılan bu yolculuklara sebep olan devlet uygulamaları, Türklerin bu uygulamalarıyla karşılaştırılabilir.)
Devleti yönetenler ve halkın ileri gelenleri; mazlumları ve mağdurları korumaları gerektiği şeklindeki bir görevin omuzlarına yüklendiğinin şuurlarında olduklarında, yukarıdaki uygulamalar sürdürülmüştür.
Elbette, devleti her yöneten bu anlayışta olmamıştır. Yukarıdaki uygulamalara uymadan devleti yöneten hakanların, beylerin, sultanların, padişahların ve onların altındaki idarecilerin nasıl davranmaları gerektiği hususunda bilge insanlar zaman zaman ikazlarda bulunmuşlardır. Müslümanlık öncesi dönemde bu görevi, toy denilen, boyların ileri gelenlerinden oluşan danışma kurulları yapmışlardır. Sonrasında “aksakallılar” heyeti gibi istişare kurumları oluşturulmuştur.
İslâmiyet sonrasında yöneticilere yapılan uyarılardan bir kısmı yazılı olmuştur. Farabi’nin, Yusuf Has Hacib’in, Şeyh Edebalı’nın, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın yaptıkları uyarılar bunlardan birkaçıdır. Bu mümtaz kişilerin bu hususlardaki fikirleri hakkında, bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde bilgi verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.
Yazımızın başlarında ifade ettiğimiz Osmanlı Türklerindeki savaşçılığın; toplumun her kesimince benimsenerek hayata yansıtılması, askeri savaşçılığın, belli bir zümrenin tekelinde olmasını engellemiştir. Bu konum, Osmanlıda devlet ile toplum yapısının esasını teşkil etmiştir. Diğer yandan, eli kılıç tutabilecek her insan, en azından bir Cuma veya cenaze namazını kıldırabilecek şekilde dinin ameli bilgileriyle de teçhiz olacak şekilde yetiştirilmeye çalışılırdı. Böylece, askerler ile toplum arasında bir birliktelik oluşurdu.
Askeri savaşçılıktaki bu denge, 1585’ten sonra değişmeye başladı. Akıncı dediğimiz ve halktan oluşan ordu gücü neredeyse yok oldu. Buna karşılık, Yeniçeri veya Kapıkulu dediğimiz toplama ordunun nüfusu çok fazla arttı. Sonuçta denge çok bozulunca, Yeniçeriler devlete bile başkaldırmaya başladılar. Devlet, tarihte görülmemiş bir şekilde, kendi ordusunu top atışlarıyla yok etmek zorunda kaldı (1826). Türklerde, ne zaman askeri savaşçılık belli bir zümrenin etkisinde kalmışsa, devlet ile toplum yapısındaki denge bozulmuş ve sorun olmuştur.
İslâmiyet’teki cihad kavramı, Türklerde, Kur’an’daki anlamına uygun olarak algılanmıştır. Önce kendi nefsine karşı savaşılmaya çalışılmıştır. Kendi iç cihadını kazanan için cihad; sömürüye ve zulme karşı, ihlasla ve zamanının tekniğini kullanarak, hakkı tesis yolunda savaşmak olarak değerlendirilmiştir. Karşı tarafa yapılan hücumların bile çoğunluğu, zulme karşı durmak, sömürüyü engellemek ve hakkı tesis etmek için, meşru müdafaa anlamında yapılmıştır.
Müslüman olduktan sonra Türklerin, imparatorluk kurarak geniş halk kitlelerini adaletle yönetmek uğruna savaş iradesini göstermelerinin temelinde yatan önemli bir sebep, yukarıdaki anlamdaki cihad anlayıştır.
Eğer amaç, kendi topraklarını genişletmek ve gittikleri yerleri sömürmek olsaydı, oralardaki halkları (Anadolu dâhil) dinleri, dilleri, örf ve adetlerinde, hem de asırlarca, serbest bırakmazlardı. Yatırımlarını, yeni gittikleri yerlere değil, kendi öz yurtlarına yaparlardı. (Bu durum; İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Hollandalıların, Belçikalıların, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, egemenlikleri altındaki ülkelerden kazandıklarını, kendi öz ülkelerine yatırmalarıyla karşılaştırılabilir.)
Eğer amaç; farklı kesimlerden, farklı dillerden farklı örf ve adetlerden olan mazlum halkları huzur içerisinde yaşatmak olmasaydı, 1911 yılında farklı davranırlardı. Osmanlı Türklerinin, bırakın savaş gemisini, askerleri taşıyacak gemileri bile yokken, Enver Paşa, “orada tek umudu bizler olan mazlum insanlar var” diyerek, her türlü zorlukla boğuşarak ve ülkenin umudu olan az sayıda arkadaşıyla kendilerini ateşe atarak, Trablusgarp’a gitmezdi.
Osmanlı Türklerinin bir başka örnekliği, kendi kurumlarını oluşturmuş olmalarıdır. Bu kurumların bazıları şunlardır:
Yeniçeri Ocağı, Osmanlıya has bir kurumdur.
Halkın içerisinden zeki çocukları toplayarak Enderun denilen okulda eğitip üst yönetici yapmaları da, kendilerine özel bir kurumdur.
Örfi hukuk ile şeri hukuk kurallarını ayırmaları da, Müslümanların içerisinde Osmanlı Türklerine ait bir kurum olarak sayılabilir.
Ayrıca, dindeki ruhban sınıfın etkisini, başka dinlerdekine göre çok azaltmışlardı. Dinde en yüksek makam olan Şeyhülislam, dini gurupların ve kuruluşların kendi içlerinde yaptıkları seçimle değil, padişahın tayiniyle göreve başlardı. Diğer dinlerle karşılaştırıldığında, bu uygulamaları da, kendilerine özel kurumlaşma olarak değerlendirilebilir.
Yavuz Sultan Selim’den itibaren başlayan halifelik de (1517), zaten padişahın uhdesinde idi. Bu yapısıyla da halifelik kurumu, dini açıdan sadece sembolik hale getirilerek, Osmanlı Türklerine has bir kurum gibi görülebilir.
Vakıflar sistemini halka hizmet edecek şekilde geliştirmeleri, kurallarını koymaları da kurumlaşma olarak nitelenebilir.
Yusuf Has Hacib’in 1069 yılında yazdığı Kutadgu Bilig adlı eserindeki devlet anlayışını inceleyen Şaban Teoman Duralı, aşağıdaki kanaate ulaşır:
“Türk; mazlumların ve mağdurların yardımına koşmanın, bunu yaparken zalime karşı durmanın, zalime karşı mücadele ederken kendisinin hiçbir maddi fayda görmeyeceğini bilmenin, insanları yedirip içirmek gibi ulvi amaçlar peşinde koşmasının, boynunun borcu olduğunu düşünür. Türk, bu günler ve bu dava için dünyadadır.”
Bu yazıyı kaleme almaktaki amacımız, yukarıda saydığımız özelliklerin ve uygulamaların benzerlerine günümüzde ihtiyaç olduğunu düşünmemizdir.
Yusuf Has Hacib, eserinde dünyadaki kötülüklerin çokluğundan bahseder. Anlatılan kötülüklerin benzerleri, günümüzde de daha yaygın olarak vardır. Yazar, fazilet, adalet, mutluluk ve kanaatkârlık gibi değerlerin üzerine akıl ve bilgi ekleyecek ideal yönetimin kurulabileceği kanaatindedir.
Yusuf Has Hacib, böylesine ideal bir yönetimin, kötü olan bu dünyayı yaşanabilir hale getireceğine inanmaktadır.
Eğer biz de inanıyorsak; Yüce Yaradan’ın yolunda büyük bir cesaretle yürürken, hem bu değerlere sahip olmaya gayret etmemiz, hem de yukarıda aktardığımız uygulamaların daha faydalılarını, günümüz şartlarında gerçekleştirme çabası içerisinde olmamız gerektiği açıktır.