TOPLUMDAKİ ANLAYIŞTAN ETKİLENEN DÜŞMANLIKLAR
Bu sitede yayınladığımız bazı makalelerde, sosyologların oluşturdukları kuramlarının dayandığı temellerin bazılarının yanlışlığından bahsetmiştik. Teorilerini kurarken düştükleri hatalardan birisi, dayandıkları sebeplerin ne kadar geçerli olduğunu ölçememeleridir.
Yaşadıklarını irdeleyen insanların içerisinden, bir sosyal olayın tek bir etken tarafından oluşturulduğunu düşünenimiz pek yoktur. Bir fikrin olgunlaşarak fiiliyata dönüşebilmesi için, birçok etkenin birleşmesi gerekir. Yaşadıklarını az da olsa tahlil eden bir insan, bu gerçeği tespit edebilir. Bu gerçeği, sosyologlar da elbette iyi bilirler. En azından, bilmeleri beklenir. Fakat sosyologların çoğunluğu, herhangi bir sosyal olayın oluş sebeplerinden birisini temel alarak, teorisini o neden üzerine inşa etmekten geri durmamışlardır. Dolayısıyla, sosyal olaylarla ilgili teorilerini tek bir etken üzerine inşa etmişlerdir. Sosyologların çoğunun, kişisel olarak böyle düşünmediklerini görüyoruz. Peki, oluşturdukları teorilerinde bu hataya neden düştüklerini incelediğimizde, içinde yaşadıkları toplumdaki anlayıştan etkilendiklerini gördük. Bu gördüklerimizi, iki örnekte irdeleyelim.
Bilindiği gibi Hıristiyanların birçoğu, Yahudilere karşı genel anlamda acımasız tavırlar sergilemişlerdir. Tarihe bakıldığında, Hıristiyanların bu baskılarından kaçan İsrail oğullarının melce bulabildikleri yerlerin başında, Türklerin ülkeleri gelmektedir. Hıristiyanların Yahudilere olan bu kinlerinin zirve yaptığı Hitler’den sonra, günümüzde de, bazı menfaat ilişkilerinin dışında, devam etmektedir. Bu kadar kinlenmelerinin sebebi, en azından başlangıçta, Hz. İsa’nın yerini ihbar eden kişinin İsrail oğullarından olmasıdır. İşte, bu bir tek İsrail oğlu yüzünden, bütün Yahudiler, Hıristiyanlarca düşman gözüyle görülmüştür. Yahudilerin de ileri gelenlerinin çoğu, kendilerinin reddettiği Hz. İsa’ya Hıristiyanlar sahip çıktıkları için, Hıristiyanlara düşmanlık beslemiştir. Düşmanlıklar karşılıklı hale gelmiştir.
Düşünen her insan, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinin tek sebebinin, yapılan bu ihbar olamayacağına akıl erdirir. Hz. İsa, Roma yönetimi tarafından sürekli aranılmaktaydı. Devlete göre suçlu konumundaydı. Onlara göre Hz. İsa, devletlerinin çok tanrılı olan anlayışlarını yıkmaya çalışıyordu. Dolayısıyla ihbar edilen, sıradan bir kişi değil, suçlu olarak aranılan bir şahıstır. Sıradan bir kişi ihbar edilecek olsa, güvenlik güçleri bu kadar önemsemezler. Hattâ asılsız ihbarları yapanları cezalandırmaya bile başlarlar. Demek ki bu ihbar, Hz. İsa’nın bütün hayatı boyunca yaşanmış, çok çeşitli ve karmaşık sebepleri olan olaylar zincirinin, belki de sondan önceki halkasıdır.
Çoğumuz yaşayarak görmüşüzdür ki, bir köpeğe bir taş attığımızda, köpek, önce kaçar belki, ama toparlandığında taşa saldırmaz, bize saldırır. Hâlbuki köpeği acıtan şey, atılmış olan taştır. Bizim, köpekle hiçbir temasımız olmamıştır. Fakat köpek, kendisini yaralayan taşın sadece bir aracı sebep olduğunu, bu sebebin, sonuç üzerinde etkisinin olmadığını anlar. Dolayısıyla taşı suçlamadığı için, sonucu oluşturan taşa saldırmaz.
Fakat akıl sahibiyiz diye övünen ve çokbilmiş olan biz insanlar, genellikle, sonuçlar üzerine saldırıyoruz. Hz. İsa’nın ihbar edilmesi olayını, sonuç üzerindeki “sebeplerden sadece biri” şeklinde düşünmüyoruz. Her şeyin müsebbibi olan bir sonuç olarak görüyoruz. Böyle olunca, Roma Devletini suçlamıyoruz, ihbar eden bir veya birkaç Yahudi’yi suçluyoruz. Elbette bununla da kalmıyoruz. O dönemdeki bütün Yahudileri suçluyoruz. Yani, köpek kendisine atılan bir tek taşı bile suçlamazken, biz o bölgedeki bütün taşları suçluyoruz. Daha da ileri gidiyoruz, sonradan yaşamış bütün Yahudileri de suçluyoruz. Bununla da kalmıyoruz, Yahudiler var oldukça yaşaması muhtemel ve henüz dünyaya gelmemiş olan Yahudileri de suçluyoruz. Bu durum, köpeğin, çevresindeki taşları suçlamakla kalmayıp, bütün dünyadaki taşları suçlaması ile birdir.
Çok akıllı ve çokbilmiş olan bazı insanlar, İsrail oğullarının gelmiş geçmiş ve gelecekteki bütün nesillerini suçlarken, Peygamberleri olan Hz. İsa’nın kendisinin de, bir İsrail oğlu olduğunu düşünmüyorlar. Hz. İsa’nın en yakın dostları olan ve onun fikirlerini yaymak için ölümüne çaba gösteren Havarilerin de İsrail oğlu olduklarını dikkate almıyorlar. Diğer yandan, Hıristiyanlara düşmanlık yapan Yahudilerin çoğu da, Hıristiyanların sevdikleri peygamberlerinin, aslında bir İsrail oğlu olduğunu görmek istemiyorlar.
Hıristiyan camiasından verdiğimiz örneğin bir benzerini Müslüman dünyasında da görmekteyiz.
Bilindiği gibi, Hz. Ali’yi şehit eden kişi, İbn Mülcem idi. Bu şahıs, Arapların Havaric kabilesindendi. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da şehit eden kişi olan Şimr Zil-Cevşen’de, Arapların Havazin kabilesindendi. İşte bu katillere olan düşmanlık, İran’da ve Şia dünyasında, bütün Araplara karşı düşman olunmasının temel dayanağı oldu.
Hz. Ali’nin şehit edilmesi hadisesinde, Hz. İsa’nın yerinin ihbar edilmesinden farklı bir ortam vardı. İbn Mülcem’i, Hz. Ali’yi öldürmek için gönderenler, Muaviye bin Süfyan ve Amr bin As’ı (Kahire şehrini kuran komutan) öldürmeleri için, onların üzerine de başka kişileri, aynı zamanda yollamışlardı. Fakat diğer ikisi, çeşitli sebeplerle kurtulmuştu. Bu duruma rağmen, Hz. Ali’nin şehit edilmesinin suçu, Muaviye bin Süfyan’a yüklendi. Dolayısıyla Emevi sülalesine düşmanlık oluştu.
Diğer taraftan, daha sonraki bir tarihte Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’i şehit eden Şimr Zil-Cevşen, önceleri Hz. Ali’nin yaranlarından idi. Fakat sonradan Hz. Ali ile araları açılmıştı. Bu gelişmelere rağmen, Şia tarafından Emeviler suçlandı. Emeviler Arap olduğu için de, bütün Araplara düşmanlık beslendi.
Şia dünyasının bir bölümü de, o dönemden sonra yaşamış Araplara da düşman olmayı sürdürdü. Bu anlayış devam ederse, bugünden sonra doğacak bütün Araplar da, daha ne olduklarını anlamadan, Şia taraftarlarının birçoğunca düşman damgasını yiyecekler. Benzer anlayış, tersi ortam için de geçerli. Araplar ve onların etkisindeki Sünni camia da, Şia’ya karşı aynı şekilde amansız düşmanlık beslemektedir.
İlginç olan –tıpkı Hıristiyanlar gibi- Şia mensubu kişilerin de, Hz. Ali’nin kendisinin de Arap soyundan olduğunu düşünmüyor olmalarıdır. Hz. Ali’nin yanında olup onunla birlikte savaşan insanların çoğunun da, Arap kökenli olduğunu dikkate almamalarıdır. Arapların da önemli bir kısmı, çarpışan iki tarafın, yani Hz. Ali ile Muaviye’nin de Arap asıllı olduklarına bakmadan, bunlardan birinin tarafını tutan Şia anlayışını savunanlara düşmanlık ediyorlar.
Bu hususlarda verilebilecek çok fazla sayıda örnek vardır. Makalemizin konusu misaller vermek olmadığından, diğer örnekleri, okuyucuların kendilerine bırakmak istiyoruz.
Yazımızın başlangıcında, sosyologların çoğunun yanılgıları olan temel dayanak noktası hatasından bahsetmiştik. Yukarıdaki toplumsal anlayış örneğini gördükten sonra, sosyologların bu hatalarında, içinde yaşadıkları cemiyetin düşüncelerinden etkilenmiş olmaları ihtimali ağır basıyor.
Gerek Hz. İsa ve gerekse Hz. Ali olaylarına bakınca, insanların da bu kadar düşüncesiz olabileceklerini varsaymak, pek doğru bir yaklaşım gibi gözükmüyor. Gerek Hıristiyanların veya İsrail oğullarının ve gerekse Arap veya Şia mensuplarının ileri gelenlerinin, düşmanlıklarının asıl sebepleri anlaşılmasın diye perdeleme yapmış olmaları ihtimali kuvvetlidir. Perdelemeye çalıştıkları asıl sebepler üzerine bizim fikir yürütmemiz, hem bu makalenin konusu dışındadır, hem de okuyucuyu yönlendirme anlamı taşır. Düşünen her insanın, bu konuları araştırıp sorguladıktan sonra, daha sağlıklı bir fikir sahibi olması ihtimali kuvvetlidir.
Bizim burada vurgulamak istediğimiz husus farklıdır. İçinde yaşadığımız toplumlardaki genel anlayıştan etkilenmemek gerektiğini, gözler önüne sermeye çalışıyoruz. Her cemiyetin içerisinde farklı yapı ve anlayışta insanlar vardır. Bir kavim ya da ümmet, tamamen iyi veya kötü olamaz. İçlerinde mutlaka, iyiler de kötüler de vardır. Belki bazı kavimlerin içerisindeki, insanlığı düşünen şahısların oranı, bir başka kavme göre daha az olabilir. Bu durum genellikle, kendilerini çok üstün gören, içlerine kapalı ve kibirli kavimler veya guruplar için geçerlidir.
Dolayısıyla, toptancı anlayışta olmamalıyız. Her kavmin içerisinde var olan iyi niyetli insanları korumaya ve sayılarını çoğaltmaya çaba göstermeliyiz. Eğer kavimler ve ümmetler arası düşmanlıklar devam ederse, küreselleşen dünyada, herkes birden zarar görür. Belki de en çok, düşmanlıkları körükleyenler etkilenir. Ama bütün toptancı yaklaşımlarda, iyi niyetli insanların da zarar gördüğünü anlatan çok sayıda hikâyeler vardır. Bu sebeple, kavimlerin içerisindeki güzel insanlara, diğer insanların yardımcı olmaları, bir insanlık görevi haline gelir.
Diğer taraftan, zalimliklerini terk ederek salih amel işleyen insanlara da, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kucak açılmalıdır. Onların, tek olan Tanrı’dan özür dileyerek, O’nun istediği yolda yürüyebilmeleri için bir fırsat verilmelidir. Zalimliklerine devam etmekte ısrar edenlerin veya doğru yolu gördükten sonra tekrar sapanların sonlarının ne olacakları ise, bütün kutsal kitaplarda yazılıdır.
Allah’ım, insanların hidayete erebilmeleri için, onların iradelerine güç ver.
Allah’ım, Senin gönderdiğin ayetleri (delilleri) anlayabilmeleri için, insanlara anlayış ihsan eyle.
Senin her şeye gücün yeter.