EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI  

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI

 

Ülkelerin ekonomik krize girmelerinde, faizlerin çok yüksek olmalarının ciddi etkisi olur. Bu sebeple, hükumetler ellerinden geldiğince faizleri düşürmeye çalışırlar. Fakat 2008 ekonomik buhranından önceki ve sonraki faiz oranlarının çok düşük olması, beklenenin aksine, yeni krizin beklentisinin sebeplerinden biri oldu.

Japonya’da faizler bir dönem sıfıra yakın ve sıfır olarak seyretti. Bu dönemde ülkedeki gayrimenkul fiyatları, çok hızlı arttı. Tabiri caizse, katlayarak arttı. 1985 yılındaki ticari arsa fiyatlarını 100 kabul edersek, 1991 yılında 303 oldu. Bankadan sıfıra yakın faizle aldığı borçla gayrimenkul satın alan bir kişi, faizlere ödediğini düşersek, parasını üçe katlamış oluyor.

Gayrimenkul fiyatlarındaki bu çılgınlık, Japonya’nın GSYİH’sının çok şişmesine sebep oldu. Ülkedeki gayrimenkullerin değeri ABD’nin toplam gayrimenkullerinin değerini geçti. Bu ortam insanların borçlanma isteklerini ve dolayısıyla borçlanmaları artırdı. Bankalar ise, insanlara borç verebilmek için yurt dışından borçlar aldılar. Önceleri bu borçlanmalar fazla önemsenmedi. Çünkü nasılsa GSYİH da artıyordu.

Borçlanmanın yanlış ilerlediğini anlayan Japon Merkez Bankası (BOJ), faizleri artırdı. Fakat geç kalınmıştı. Gayrimenkul fiyatlarındaki hızlı düşüşü engelleyemedi. Gayrimenkul fiyatları hızla düşünce, GSYİH da hızla düştü. Ama borçlar aynı kalmıştı. Sonuçta Japonya, borç/GSYİH karşılaştırmasında, barış döneminde ve ordusu olmadan en yüksek orana sahip ülke konumuna geldi.

Bankalardan aldıkları borçlarla gayrimenkul alanların küçük bir kısmı, yine de dolaylı olarak üretime katkıda bulunuyorlardı. Arsa değil de, bina satın alanlar içerisinden yeni yapıları alanlar, hiç olmazsa bina inşaatı için gerekli malzemelerin üretimine destek vermiş oluyorlardı.

Bu arada elbette, doğrudan üretim için borç alan ve aldığı borcu işine yatıranlar da vardı. Ama bunlar da çok azınlıktaydı. Bankalardan sıfıra yakın faizle borç alanların önemli bir bölümü-ki bunlar ister şahıs, isterse ticari şirket olsunlar farketmiyordu- bu paraları borsalarda değerlendirme yolunu seçmişlerdi. Genellikle de gelişmekte olan ülkelerin borsaları daha çok kazandırdığı için, riskli olmalarına rağmen tercih ediliyordu. Bu yapıdaki borsalarda oynayanlar bir süre ciddi paralar kazandılar. 1987’de Japon Yen’inin dolar karşısında %100 oranında değer kazanması da, yabancı borsalardaki kazancı artıran bir etken oldu. Kazandıkları bu paraları nasıl değerlendirdiklerini net olarak bilemiyoruz. Muhtemelen üretime katkısı az olmuştur. Çünkü insanların yapısı gereği, kazandıklarını da, daha çok kazanabilmek için yine borsaya yatırmaları ihtimali kuvvetlidir.

Aslında, bankalardan çok ucuz borç alanların, gelişmekte olan ülkelerin çok daha riskli olan borsalarında oynamalarına bile gerek yoktu. Çünkü Japon Borsasındaki Nikkei 225 endeksi, 1984’ten 1989’a kadar yüzde 400 artmıştı.

Sonuçta, ülkedeki tüketimi ve üretimi artırmak maksadıyla düşürülen faizler, bu görevi yerine getiremediler. Aksine ülkenin borçlarının GSYİH’ya göre çok daha fazla artmasına vesile oldular.

1970’lerin sonundaki gelişmeler, Japon Mucizesi olarak nitelenmişti. Ama 1980’lerin ortalarından sonraki faiz ve diğer uygulamalar, Japonya için kayıp yıllar oldu. Bu dönemin kayıp yıllar olarak nitelenmesinin önemli bir sebebi, düşüş başladığında uygulanan yanlış politikalardır. Aynı 2008 dünya ekonomik buhranındaki yanlışlar burada da yapıldı. Bazı büyük bankalar ve büyük şirketler devlet tarafından kurtarıldı. Kurtarılanların çoğu, yönetim hatalarını devam ettirdiler. Böylece bunlar “yaşayan ceset” konumuna düştüler. Bunların bir kısmı sonraki yıllarda iflas ettiler ve gerçekten ceset haline geldiler. Bankaların ve şirketlerin bu durumu Japon ekonomisinin uzun süren bir durgunluğa girmesinin önemli sebepleri arasında yer aldı. Japonya halen o günlerini arıyor.

Bana göre, bu olayların Japonların anlayışlarında yaptığı tahribat çok daha önemlidir. Japon halkındaki “Samurai” ruhu tahrip oldu, üretmek için fedakârca çalışan insanlar, artık değişmeye başladı. Onlar da, yorulmadan kazanmalarının sonucu olarak, rahat bir hayat sürme peşine düştüler. Hattâ bazı kadınlar, yüzlerinin Batılılar gibi olması için uğraştılar. Eskiden tatil yapmayanlar, bedava para kazandıkları için, yabancı ülkelere geziye gittiler. Gittikleri yerlerden etkilendiler.

Japonya için anlattıklarımız, hem Avrupa hem de ABD için de geçerlidir. Çünkü bu bölgelerin merkez bankaları birbirini takip eden politikalar uyguladılar. Faizler hepsinde de sıfıra yakın idi.

Bilindiği gibi, 2008 buhranında, mortgage denilen konut kredilerinin faizlerinin düşüklüğü etkili olmuştur. Diğer bölgelerde de çok düşük faizle alınan kredilerin çok küçük bir kısmı üretime gitti.

1990 lı yıllarda, kendi ülkelerinden düşük faizle kredi alanların bir bölümü Güney Doğu Asya ülkelerine yatırım peşine düştüler. Japonlar bölgeye yakın olduklarından, onlardan yatırım yapanların miktarı daha çok oldu. Gerek Güney Kore gerekse Güneydoğu Asya ülkeleri, dış yatırımcıları ülkelerine çekebilmek için, yüksek faiz politikası uyguladılar. Çoğunluğu sabit kur politikası da uyguladılar. Bu iki teşvik birleşince, bölgedeki ülkelerin kalkınma hızları %8’leri aştı. %12’lere ulaşan ülkeler oldu.

Bu ülkelerdeki kalkınma hızları arttıkça borsaları da yükseldi. Dolayısıyla borsaları da ayrı bir yatırım alanı oldu. IMF ve Dünya Bankası yetkilileri bu ülkeleri “kaplanlar” olarak niteledi. Bu ortamı “Asya Ekonomik Mucizesi” diye niteleyerek, bütün dünyaya örnek gösterdi.

Anlaşılan o ki, IMF ve Dünya Bankası yetkilileri ile sıradan bir vatandaş arasında hiçbir fark yokmuş. Yetkililer de, yüksek faiz ve sabit döviz uygulamasının ekonominin gerçeklerine ters olduğunu düşünememiş. Uygulanan bu yanlış politikalar sonucunda, ülkelerin borçlarının GSYİH’ya oranlarının altı yıl gibi kısa süre içerisinde ortalama %100 iken %180’e çıkması da, yetkilileri uyandırmaya yetmemiş.

1997 yılında Tayland, sabit kur uygulamasını bırakmaya karar verince çok kısa sürede parası Baht, yarı yarıya değer kaybetti. Borsası daha fazla düştü. Değerini %75 oranında yitirdi. Bu durum hem Tayland’a zarar verdi, hem de IMF ve Dünya Bankasının övgülerine inanarak bu bölgeye yatırım yapan insanları çökertti. Bu insanlardan bazısı, getirdikleri paranın, dolar bazında, belki de 1/8’ini ancak kurtarabildiler.

İster bölgesel isterse dünya çapında olsunlar bütün ekonomik krizlerde gördüğümüz ortak şey, yetkililerin geleceği göremedikleri veya gördükleri halde kendi menfaatleri için görmezden geldikleridir.

Kolay kredi verilince, denetimler de mecburen gevşek oluyor. Gevşek denetim, sonunda başıboş bir ortama doğru gidiyor. Başıboş davranışlar da, herhangi bir disipline tabi olmadığından, bir gün çatırdayarak çöküşe neden oluyor.

Bilhassa 2008 ekonomik buhranından sonra kolay kredi vermeler yeni alanlara kaydı. Eğitim alanında verilen öğrenci okul bedeli kredileri, düğün-nişan gibi krediler, hattâ otomobil kredileri, karşılığında kısa vadede bir kazanç olmayan alanlardır. Aksine yeni masraf kapılarının açılmasına vesile olurlar.

 Eğer bütün dünya birlikte davranarak, ortak bir faiz politikası ve rakamı uygulamazlarsa, bölgesel uygulamalardan sonuç alınmadığı net bir şekilde görüldü. Aksine iyi bir netice almayı beklerken tam tersi sonuçlara varıldığı anlaşıldı.

Eğer düşük faiz politikası, doğrudan üretime yansıyacak yerlere verilmek gibi diğer tedbirlerle desteklenmezse, uygulama dünya çapında da yapılsa, sonuç istenileni vermez. Yüksek faiz politikası, zaten ekonomik sıkıntıların tetikleyicisidir.

Bu yazı Ekonomi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.