NASREDDİN HOCA 1

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 1

 

Hemen her milletin tarihinde, bir taraftan güldürürken diğer yandan düşündüren hikâyeler vardır. Bu hikâyelerin bir kısmı bir kişiye atfedilir. Hikâye anlatıcılarının çoğu, söylediklerinin daha bir can kulağı ile dinlenilmesini sağlamak için, meşhur olmuş bir şahsın adına anlatırlar. Böylece zaten meşhur olmuş o şahıs, daha fazla tanınır ve hikâyeleri can kulağıyla dinlenir hale gelir.

Türklerdeki Nasreddin Hoca da, böylesine tanınmış birisidir. Öyle ki, çok geniş coğrafyaya yayılmış olan Türklerin yaşadıkları hemen bütün bölgelerde hikâyeleri anlatılır. Türkiye’de Nasreddin Hoca olarak bilinen bu şahsın adı, kimi bölgede Hoca Nasreddin, kimi yerde Hace Nasreddin, kimi yörede Nasreddin Efendi, bazı bölgelerde Kocanasır, bazılarında ise Nastradin olarak bilinir.

Dolayısıyla hikâyeleri çok geniş coğrafyada dilden dile yayılmıştır. Bütün bölgelerde aynı olan hikâyeleri olduğu gibi, yörelere göre değişen farklı hikâyeleri de vardır. Bu yönüyle Nasreddin Hoca, dünya üzerinde en geniş coğrafyada etkili olmuş üstatlardandır. Bu sebeple birçok hikâye onun başından geçmemiş olsa bile onun adına anlatılmıştır. Meselâ, Türkiye’de Akşehir’de yaşadığı düşünülen Nasreddin Hoca, Emir Timur Anadolu’ya geldiğinde çoktan vefat etmiş olmasına rağmen, Timur ile hikâyeleri anlatılır. (Bu hususta daha geniş bilgi, yazımızın dördüncü serisinde verilecektir.)

İşte bu gibi sebeplerden dolayı, onun hikâyelerini irdelersek, geniş coğrafyaya yayılmış atalarımızın düşünce yapıları ve olaylara bakışlarını da irdelemiş oluruz. Bu hikâyelerden çıkaracağımız dersler, atalarımızın -en azından bir bölümünün- bize aktarmak istediklerine ulaşmamıza vesile olacaktır kanaatindeyim.

Bu kanaati taşıdığım için, Nasreddin Hoca ile irtibatlandırılarak anlatılan hikâyeleri ele alacağım. Bu hikâyelerden nasıl bir ders çıkardığımı ve ne anladığımı açıklamaya çalışarak sizlerle paylaşacağım.

Aslında beni böyle bir paylaşım yapmam için yönlendiren şey, 50 yıl kadar önce TÜBİTAK kurumunun çıkardığı Bilim ve Teknik Dergisinde okuduğum bir yazıdır. Şimdi adını hatırlayamadığım bir İngiliz, Nasreddin Hoca’nın aşağıda yazacağım hikâyesini anlatarak, sonunda bir yorum yapmıştı. Hikâye şöyle:

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar. “Hocam, minareleri nasıl yaparlar?”

Hoca demiş ki; “Nasıl olacak? Kuyuları kazarlar, sonra ters çevirirler, işte sana minare.”

İngiliz yazar, bu hikâyeyi yorumlarken şöyle diyor: “Demek ki, Nasreddin Hoca’da artı-eksi kavramı varmış. Yani matematikten başka cebir bilgisi varmış.”

Hâlbuki ben bu fıkrayı bilmeme rağmen, hiç bu yönden yorumlamamıştım. Şimdi ben de, benzer bakış açısıyla hikâyeleri yorumlamaya, dersler çıkarmaya çalışacağım. Yukarıda Nasreddin Hoca’yı anlatırken bahsettiğim konulardan dolayı, yorumlamalarımla, sadece Nasreddin Hoca’nın değil, anonim olarak bilge atalarımızın olaylara nasıl baktıklarını göstermeye çalışacağım.

HİKÂYE: YÜKÜN YARISINI BEN ALDIM

Hoca bir gün eşeğine yüklerini yüklemiş, sonra da üzerine de kendi binmiş. Eşek yürümekte zorlanmış, ayaklarını açarak ve yavaşça gitmeye başlamış. Bunun üzerine Hoca inmiş, eşeğin üzerindeki yüklerin bir kısmını kendi sırtına almış. Tekrar eşeğe binmiş. Eşek yine yürümekte aynı şekilde zorlanınca,

Hoca:

_ Behey eşek! demiş. Yükün yarısını ben aldım; yine de yürümezsin!…

YORUM:

Benim bu fıkradan çıkarabildiğim iki ana mesaj var.

Birincisi; bir olayın şiddetinin, yönünün, ağırlığının vb. tayininde referans noktasının önemli olduğudur.

Hikâyenin anlatımında, Hoca’nın referans noktası kavramına sahip olduğu anlaşılıyor. Nitekim referans noktası Hoca olursa, gerçekten yükün yarısı Hoca’da. Ama referans noktası eşek olursa, yüklerin tamamı eşeğin üzerinde demektir. Referans noktası yer olursa, eşek dâhil üzerindekilerin hepsinin ağırlığını yer çekiyor demektir.

Günümüzde, öğretim görmüş insanlar bu farkı bilirler. Ama bildiklerini halka anlatabilmeleri o kadar kolay değildir. Diyelim ki insanlara referans noktası hususunu anlattık. Ama insanların bunu akıllarında iz bırakacak şekilde kavramalarını sağlayarak, unutmamaları için bir yol bulalım dersek, ancak bu hikâye kadar güzelini oluşturabiliriz. Hikâyenin unsurları, o dönem insanlarının her gün yaşadıkları şeyler olduğu için, can kulağıyla dinlenir ve kolay kolay unutulmaz olduğunu asırlardır anlatılmasından anlıyoruz.

Referans noktası hususunu günümüz insanlarına anlatırken verilen en meşhur örnek tren içerisindeki bir insanın hareketidir. Tren içerisindeki bir şahıs, trenin gittiği yönün tersine bir şekilde tren içerisinde yürüyüş yaptığında, referans yeri tren olursa, o insan geriye doğru gidiyor olarak görülür. Ama trene dışarıdan bakan biri için, o kişi, trenle birlikte ileriye doğru gitmektedir.

İkinci mesaj, sadece kendi fikrimizi esas alarak birilerine yardımcı olmaya çalışmanın, onlara gerçekten yardımcı olunduğu anlamına gelmeyeceğidir. Karşıdakine yardımcı olmanın en iyi yolunun ona sorularak onun isteklerine göre yönlenerek yapılabileceğidir. Yani özetle, yapılacak yardımın işe yaraması için, referans noktası, yardım edilecek kişi olmalıdır. Bizim durduğumuz yer, ondan farklı olduğu için, bizim bakışımızın, karşımızdakinin bakış açısından farklı olacağı açıktır. Bu farkı kavrayabilmiş de olsak, kavrayamamış da olsak, sadece kendi fikrimize göre yapacağımız yardımın, bizi beklediğimiz sonuca ulaştırması ihtimali zayıftır.

HİKÂYE: BENİM NELER ÇEKTİĞİMİ ANLASINLAR

Hoca, eşeğini pazara getirip satması için tellâla vermiş. Gelen müşteri yaşını anlamak için dişine bakacak olmuş, eşek elini ısırmış. Adam can havliyle oradan uzaklaşmış. Başka bir müşteri gelmiş. Eşeğin kuyruğunu kaldıracak olmuş, sağlam bir tekme yemiş. Toplayarak uzaklaşmış.

Tellâl, Hoca’nın yanına gelmiş:

_ Efendi! Bu eşeği kimse almaz. Önüne geleni kapıyor, ardına geleni tepiyor, deyince Hoca:

_ Zaten ben de onu satmak için getirmedim, demiş. Herkes görsün de benim neler çektiğimi anlasın, diye getirdim.

YORUM:

Benim bu fıkradan çıkarabildiğim dersler şöyle:

Hoca, hiçbir şeyin dışarıdan görüldüğü gibi olmayabileceğini, konu hakkında daha doğru bilgiye ulaşmak için olayı yakından ve mümkünse içinde yaşayarak incelemek gerektiğini anlatmaya çalışmış. Muhtemelen Hoca, tanıdıklarına eşeğin bu davranışını söylemiştir. Ama aldığı cevabın, “olur mu Hoca, hiç eşek böyle yapar mı? Sen de bize hiç eşek görmemişiz gibi anlatıyorsun.” şeklinde olması ihtimali kuvvetlidir. Dolayısıyla Hoca, kimseye derdini anlatamamış olabilir.

Ayrıca Hocanın, insanların anlatılanlara inanmadığını, hâlbuki kendisi gibi güvenilir insanlara inanmalarını vurgulamak istediği kanaatindeyim.

Böylece, güvenilir insanlara dahi inanmayanların, işin doğrusunu kendilerinin deneyerek anlamaya çalışmalarının, kendilerine pahalıya mal olabileceğini göstermek istemiş. Bu dersleri de yine, o dönemde her evde bulunan eşek üzerinden vererek, akılda kalmasını sağlamaya çalışmış.

Bir başka ders olarak, fıkranın sonunda Hoca, “Zaten ben de onu satmak için getirmedim, herkes görsün de benim neler çektiğimi anlasın, diye getirdim” diyerek, insanlara sadece anlatarak değil, uygulamalı olarak gösterildiğinde, konuyu daha iyi kavrayacaklarını göstermek istediği kanaatindeyim.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA 1 için yorumlar kapalı

ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE

ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE

 

Birinin ortaklığından bahsedebilmek için, o ortağın var olması gerekir. Gerçekte var olmayan hayali kimselerin ortaklığından bahsedilemeyeceği hususunda, hepimiz hemfikirizdir. Dolayısıyla, Allah’a ortak koşmak için, Allah’ın varlığını kabul etmiş olmak gerekir. Nitekim Kur’an’daki ortak koşma hususundaki anlatımlar da, bu durumu teyit etmektedir.

Yüce Yaradan, Hz. Muhammed’e, peygamberliğini Cebrail aracılığıyla bildirir. Bir süre sonra da peygamberinden, durumu en yakın akrabalarına açıklamasını ister. Fakat akrabalarının birçoğu ve Mekkeli müşriklerin büyük çoğunluğu, itiraz ederler. Kur’an’a göre, onların itirazları, Allah’ı bilmemelerinden değildir.

Nitekim Yunus Suresi 10/31inci ayet şöyle demektedir:  De ki, “size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?” Hemen “Allah’tır” diyecekler. De ki, “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”

Yani ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartanın, işleri idare edenin Allah olduğunu, peygambere itiraz eden müşrikler de bilmektedirler. Kur’an, tek olan Tanrı’ya ortak koşma anlayışının yanlışlığını şöyle ortaya koymaktadır: De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte ilâhlar olsaydı, o zaman bu ilâhlar Arş’ın sahibine bir yol ararlardı.”

Müşrik kelimesi, zaten “ortak koşan” anlamındadır. Yani, “reddeden ateist” manasında değildir. Bilindiği gibi Mekkeliler, Kâbe’deki, kendilerinin ve atalarının yapıp koydukları putlara tapıyorlardı. Bu putların içerisinde, en güçlü ve büyük olarak nitelediklerinin ismine “Allah” diyorlardı. Bu durumda diğer putlar, Allah’ın ortakları (muhtemelen daha küçük ortakları) oluyorlardı. Bu hususla ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız “Azizler ve Evliyalardan medet ummak, çok tanrılı dine dönüşebilir” başlıklı yazımızda, daha geniş bilgi verilmiştir.

Görüldüğü gibi, Mekkelilerin çoğunluğunun itirazlarında, açık bir şirk, yani “ortak koşma” vardı. Dolayısıyla bu açık şirke karşı mücadele etmek, onlara gerçeği anlatmak nispeten daha kolay olmuştur. Eğer, bu ortak koşma, gizli bir şekilde olsaydı, yani Müslüman bir insan, nefsine yenildiğinin farkına varamadan, arzularını yerine getirirken, İslâmiyet’le ilgili kendi yorumlamalarını, tek olan Tanrı’nın buyruğuymuş gibi görseydi, ona gerçeği anlatmak daha zor olurdu.

Hz. Muhammed, Yüce Yaradan’ın varlığıyla ilgili olarak açık bir şekilde yapılan bu şirke karşı, Kur’an’ı esas alarak mücadele etti. Müşrikler, Kur’an’da kendilerine anlatılanların doğruluğu ve mantıklı olması karşısında ne cevap vereceklerini şaşırdılar. Peygambere verecek cevapları olmayınca, zor kullanarak susturma yolunu seçtiler. Çünkü peygamber etkin olursa, kendi menfaat düzenleri sarsılacaktı. Ama bu zor kullanmaları da işe yaramadı. Sonunda, kendileri de Müslüman oldular. Yüce Yaradan’ın, tek yaratıcı olduğu fikrini kabul ettiler.

Elbette, hepsinin gönülden Müslüman olduklarını söylemek zordur. Hattâ gönülden Müslüman olanların hepsinin iyi bir mümin oldukları da iddia edilemez. Nitekim zaman içerisinde gelişen olaylar, müşriklerin hepsinin gönülden Müslüman olmadıklarını göstermiştir.

Hz. Peygamberden sonra, açıktan inkâr eden ateistlerin veya ortak koşan müşriklerin dışında, gönülsüz Müslüman olanlar da, içten pazarlıklı oldukları için, şirk koşanlar arasına katıldı. Diğer yandan, gönülden bağlanan Müslümanlardan bazıları da, şuursuz davranışlarından dolayı şirk koşanlar kervanına katılmak bahtsızlığına uğradılar. Hz. Muhammed’in vefatından sonra ilk halife olan ve sadece iki yıl halifelik yapan Hz. Ebubekir’den sonraki üç halife, ya namaz kılarken veya Kur’an okurken şehit edildiler. Geçmişte birçok savaşlara katılmış olan bu üç halife, savaşta veya hastalıktan ölmediler. Bilhassa Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle, Müslümanlar arasındaki, gizli şirk olarak nitelenebilecek olan anlaşmazlıklar, açığa çıkmaya başladı.

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed’in vefatının hemen sonrasında, Müslümanlar guruplara ayrılmaya başladılar. Bu gurupların ileri gelenleri, muhtemelen hiç istemedikleri halde, bazı yanlışlıklara engel olamadılar. Gurupların içerisindeki bazı şahıslar, gayri ihtiyari bir şekilde Allah’a şirk koşmaya başladılar. Belki de, bu önderlerin kendileri bile, yaptıkları yanlışlığın farkına varamadıkları için, Müslümanlar arasındaki bu gizli şirki önlemek mümkün olmadı.

Sonunda birçok güzel insan, ne olduklarını anlayamadan, kendilerini karşılıklı bir mücadelenin ve savaşın içerisinde buldular. O dönem tarihçilerinin “Cemel Vakası” olarak niteledikleri olay, farkında olmadan, Yüce Yaradan’a gizli ortak koşmanın bir sonucu olarak kendiliğinden gelişti. Cemel Vakasında savaşanların iki tarafı da, Hz. Muhammed ile birlikte canları pahasına mücadele etmiş insanlardı. Buna rağmen, iki guruptan toplamda on binden fazla insan öldü. Bu olayı tarih kitaplarında okuyan bir Müslüman, hangi taraftan ölenlere şehit diyeceğini bilemedi. Eğer taraflardan biri, Yüce Yaradan’a açıktan ortak koşanlar veya reddedenler olsaydı, karar vermesi çok kolay olacaktı. Ama şimdi, ne diyeceğini bilemiyordu.

Cemel vakasının bir tarafında Hz. Ali vardı. Bilindiği gibi Hz. Ali’nin gençliği, Allah’ın tekliğini kabul etmeyenlere karşı savaşmakla geçmişti. Peygamberimizin yeğeni idi ve çocukluğundan beri Hz. Muhammed’in yanında yetişmişti. Peygamberin vefatından sonra, kendini ilim öğrenmeye vermişti. Dolayısıyla yirmi dört yıl sonra Halife olduğunda, halk arasındaki tabirle, hem yaş olarak hem de bilgi açısından kemâle ermiş bir konumdaydı.

Hz. Ali’nin karşısında mücadele edenlerin başkanı Hz. Ayşe, yardımcıları Hz. Talha ve Hz. Zübeyr idi. Başkanlık yapan Hz. Ayşe, mücadeleyi devenin (cemel) üzerinden yönettiği için, tarihçiler çarpışmaları böyle isimlendirmişlerdi.

Bilindiği gibi Hz. Ayşe, Hz. Ebubekir’in kızıydı. Aynı zamanda Hz. Muhammed’in eşiydi. Diğer birçok eşinden farklıydı. Hz. Hatice’den sonra, en uzun süre Peygamberimiz ile birlikte yaşamış hanımıydı. Müslümanların annesi konumundaydı. Hz. Muhammed’den öğrendiklerine ilaveten, Onun vefatından sonrasında fıkıh, yani hukuk ilmiyle yakından ilgilenmişti. Bu sebeple, iyi bir fıkıh âlimi olarak biliniyordu.

Hz. Talha ise, ilk Müslümanlardandı. Bedir Savaşı, onun için, hayatının en büyük imtihanlarından biri oldu. Bilindiği gibi bu savaş, Müslümanlarla müşriklerin yaptıkları ilk resmi harp idi. Müslümanların karşısındaki müşrikler, sayıca üç kat fazlaydılar. Bu derece güçlü Mekke ordusu içerisinde, Hz. Talha’nın birinci derece yakınları vardı. Amcası Umeyr, kardeşi Ubeydullah, kendi çocukları Osman ve Melik de karşısında savaşıyorlardı. Çok sayıda ikinci derecede akrabaları da, Müslümanlara, yani Hz. Talha’ya ve onun kader arkadaşlarına karşı müşriklerin safında savaşıyorlardı.

İşte, bu Bedir Savaşında, hem amcası hem de oğulları öldüler. Hz. Talha bu savaşta, nefsine karşı çok az insanın verebileceği büyük bir mücadele verdi ve kazandı. Sayıca az olan Müslümanları terk etmedi, amcası, kardeşi ve çocuklarına karşı savaştı. (Bu harp sırasında Hz. Ali’nin kardeşi Akıyl’da müşriklerle birlikte karşı cephede idi.)

Cemel Vakasındaki üçüncü etkili kişi Hz. Zübeyr’dir. O da genç yaşta Müslüman olmuştu. Mekke’de iken müşriklerin baskıları sonucunda, Habeşistan’a göç edenler arasındaydı. Sonra Medine’ye geri döndü. Bedir Harbine katıldı. Savaş sırasında, “Kureyş’in Aslanı” denilen ve amcası olan Nevfel’i öldürdü. Hâlbuki amcası, babasının ölümünden sonra Zübeyr’in vekâletini üzerine almış ve onu büyütmüştü.

Her iki sahabe de, Bedir Savaşından sonraki harplere de katıldılar. Peygamberimizin ölümünden sonra da, bazı fetihlerde görev aldılar. Zübeyr, 642 yılında Mısır’ın fethi sırasında da savaşanlar arasındaydı. Hz. Ali ise, Hz. Peygamberin vefatından sonra, halife olana kadar hiçbir savaşa katılmadı, Medine’den hiç ayrılmadı ve kendisini ilme verdi.

Cemel Vakası öncesindeki ve çarpışma sırasındaki gelişmelerle ilgili olarak, çeşitli kaynaklarda, birbiriyle çelişen sebepler ve olaylar bahsedilmiştir. Bu nedenle, gerçek hakkında tam bir bilgi sahibi değiliz. Ancak sonuç hakkında bilgi sahibiyiz. Maalesef, sonuç, bu mücadelenin Müslümanlar arasındaki ilk iç savaş niteliğine dönüşmüş olmasıdır.

656 yılında meydana gelen bu vaka, çok sayıda iç çatışmanın fitilinin ateşlenmesine vesile olmuştur. Bu savaştan bir süre sonra Şam (Suriye) valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında, 657 yılında Sıffın Savaşları meydana gelmiştir. Bu savaşlarda ölenlerin sayılarının verildiği kaynaklardan en düşük rakam vereni, 70.000 kişiden bahsetmektedir. Bu olaydan 27 yıl önce Mekke’nin fethine giden Hz. Muhammed’in ordusunun toplam sayısının 10.000 civarında olduğu düşünülürse, aslında önlenebilecek hataların doğurduğu iç savaşın ulaştığı vahim sonuç daha net anlaşılır.

Sıffın Savaşları, Müslümanların üç guruba ayrılmalarına sebep oldu. İlk önce iki gurup oluştu. Hz. Ali’yi destekleyenler, Muaviye’yi destekleyenler. Daha sonra, kendilerini Harici olarak niteleyen bir gurup Müslüman daha ortaya çıkarak ayrımcılık yapmaya başlamıştır. Hariciler, hem Hz. Ali’yi, hem de Muaviye’yi hatalı olarak görmüşler ve her ikisini de suçlamışlardır. Bu sebeple, Haricilere karşı, hem Hz. Ali, hem de daha sonra iktidarı devralan Emevi halifeleri savaşmıştır.

Bilindiği gibi, Kerbelâ’da, Hz. Muhammed’in torunu ve torununun ailesi, kâfirlerce değil, Halifenin orduları tarafından katledilmiştir. Müslümanlar arasındaki bütün bu ve benzeri iç savaşların tetikleyici olayı, Cemel Vakası olmuştur. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen, Müslümanlar arasına girmiş olan bu nifak, halen ve aynen devam etmektedir.

Bu olaylardan bizim çıkarabileceğimiz bazı çok önemli dersler vardır. Bilhassa Cemel Vakasına katılanların her iki tarafı için de, Müslümanlıkları hakkında hiç kimsenin olumsuz bir şey söylemesi düşünülemez. Ancak, taraflar istemedikleri halde, bir iç savaşın fitilini ateşlemişlerdir. Bu fitili ateşleyen ana amil, tarafların, sadece kendilerinin Kur’an’a uygun davrandıklarını düşünmeleridir. Diğer kanattaki Müslümanlarla konuşup istişare etmemeleridir. Bu tutumlarıyla, farkına varmadan, kendilerini Allah’ın yerine yani karar veren konumuna taşımışlar ve böylece gizli bir şekilde Allah’a ortak koşmuşlardır. Eğer kendi başlarına karar verip, arkalarına halktan bazı destekçiler almadan önce, önderler bir araya gelseler ve birlikte istişare edebilselerdi, kavganın önlenmesi ihtimali çok kuvvetlenirdi.

Fakat kendilerini çok önemsemeleri, onları yanlışa doğru yöneltmiş oldu. Kendilerini öne çıkarınca, nefislerine yenildiler. Böylece, Allah’a, gizli olarak şirk koşmuş oldular. Şirk gizli olunca, kendileri de fark edemediler. Muhtemelen, sonunda pişman oldukları bir hareketin içerisine girmiş oldular. Olayların gelişimi hakkında sahih bir bilgiye sahip olmadığımızdan, bu hususta haklılık üzerine bir fikir yürütmemiz mümkün değildir. Her konuda olduğu gibi, bu hususta da hüküm sahibi, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

Günümüzde de bazı insanlar, sahip oldukları parayı ve gücü çok önemseyerek, açık bir şekilde Yüce Yaradan’a ortak koşuyorlar. Bu şekilde açık bir şirkin yanlışlığını onlara anlatmak daha kolaydır. Onların bir kısmı, bu yanlışlıklarının farkına kendiliklerinden bile varabilirler. Nitekim bu konumdaki insanlardan, hatalarını anlayarak kendilerini düzeltmeye çalışanlara her zaman rastlamaktayız.

Fakat parayı ve gücü, bu kadar açık şekilde Allah’a ortak koşmayanlar var. Bunlardan bir gurup, günümüzde “Müslüman zengin olmalı” sloganı oluşturdular. Zengin olunmazsa, “fakirlere nasıl yardım edeceğiz, öğrencilere nasıl burs vereceğiz” gibi sebepler ileri sürdüler. Böylece, düşüncelerinin ve zenginleşirken yaptıklarının Kur’an’a uygun olduğunu savunmak için, kırk dereden su getirmeye çalıştılar. Bu sitede daha önce yayınladığımız bazı makalelerimizde de ifade ettiğimiz gibi, Kur’an, zenginliğe karşı değildir. Kur’an, başkalarının hakkını yiyerek, zulümle zengin ve güçlü olmaya karşıdır.

“Müslüman zengin olmalı” sloganını oluşturanlar, bir süre sonra, zengin olma yöntemleri arasındaki haram-helal farkını, ya göremediler ya da görmezden gelmeye başladılar. Bu sırada, yaptıklarının yanlışlığı apaçık belli olduğu için hatalarını anlayanlar da, yaptıklarına kılıf bulmaya çalıştılar. Yaşadıkları ülkede İslâmi bir yönetim olmadığını, ülkenin dar-ı harp olduğunu, bu nedenle helâl olmayan yöntemlerle kazanmalarının yanlış olmadığını savunmaya başladılar.

Bu savunmaları yapanlar, yaşadıkları kendi memleketlerinin halkının çok büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğunu biliyorlardı. Ama bu durumun fark edilmesini önlemeye çalıştılar. Bunun için de, ülkeyi yöneten idarecilerin hemen tamamının resmen Müslüman olmasına rağmen, memleketlerini, harp ülkesi (dar-ı harp) olarak nitelediler. Böyle niteleyebilmek için de, kendi gurupları dışındaki insanların Müslümanlığını eleştirdiler. Onları Müslüman olarak kabul etmediler. Bu davranışlarıyla kendilerini Allah’ın yerine koyduklarını göremediler veya görmek istemediler.

Dar-ı Harp terimi Kur’an’da olmamasına ve hile konusunda Kur’an, onların söylemlerinin tam tersini söylemesine rağmen hilelerine devam ettiler. Bu hususta kendilerini savunurken yaptıkları dini yorumlarına göre, Müslüman olmayan ülkelerde her türlü hile serbestti. Böyle düşünerek hileyi mubah görenler, amaçlarını, güya zenginleştikten sonra İslâmi bir yönetim kurmak olarak ilan ederek, yanlış davranışlarına ulvi bir kılıf hazırladıkları intibaını vermeye çalıştılar.

Önder olarak bilinen bu insanlar, Kur’an’a uygun davrandıklarını söyledikleri için, onların çevrelerindekiler de Kur’an’ın tefsirlerini okumadıklarından, peşlerinden gelen çok sayıda insan buldular. Belki, bu söylemlerin sahiplerinin bazıları, söylediklerine kendileri de inanmadı. Fakat birçoğunun ve çevrelerindeki bazı insanların inanmaları yeterli hale geldi. Böylece, güya ulvi bir amaç doğrultusunda yaptıkları bu Kur’an yorumlamalarıyla, aslında Allah’a gizli şirk koşmuş oldular. Çünkü “İslâm ülkesi” veya “harp ülkesi” gibi kavramları, Allah’ın adını kullanarak kendileri oluşturdular. Kur’an’da Maide Suresinin ikinci ve sekizinci ayetlerinde geçen, “bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” emriyle, Müslüman olmayanlara bile adaletle davranılması istenilirken, bunlar Müslümanlara karşı hile yapmayı Kur’an’ın emri gibi gösterdiler..

Kur’an’ı kendi nefislerine uyarak yorumladıklarının ve yaptıkları yanlışların farkında olmayanlara, Yüce Yaradan’a karşı gizli şirk oluşturduklarını anlatmak, açık şirki anlatmaya göre çok daha zordur. Maalesef, başlarına bazı musibetler gelmeden, gizli şirk koşanların çoğunluğu, hatalarını anlayamıyorlar. Hattâ çoğu zaman, musibet geldiğinde de anlamıyorlar. Kendilerine göre başka bahaneler buluyorlar.

Bahanelere sığınanların, hatalarını anlayabilmeleri için, ayna karşısında ve kendi gözlerinin içine bakarak, yaptıklarını dürüstçe sorgulayabilmeleri gerekir.

Eğer hatalarını anlarlar ve Yüce Yaradan’dan af dileyerek, kendilerini düzeltirlerse, ne güzel. Belki de, tek olan Tanrı’mızın affına mazhar olurlar.

Ama anladıktan sonra halen Allah-kitap-peygamber deyip, diğer yandan her türlü yolsuzluğu ve soysuzluğu yaparlarsa, konu, Allah’a gizli şirk koşmaktan çıkar, Allah ile alay etmeye döner. Hiç kimse, birileri tarafından alay edilmekten hoşlanmaz. Hepimizin ve her şeyin sahibi olan Yüce Yaradan’ın da hoşlanmayacağı aşikârdır. Allah’ın, Kendisiyle alay edenlere karşı ne zaman, nasıl bir ceza vereceğini kimse bilemez. Onun vereceği cezayı da, kimse ne engelleyebilir, ne de hafifletebilir.

Allah’ım, kendimizi fazla önemseyerek kibre kapılıp, Senin adına insanları sınıflandırmaktan Sana sığınırız.

Allah’ım, hak ve adaletten ayrılan kararlar alıp, bunları uygulatan bir insan olarak huzuruna gelmekten hayâ duyarız ve korkarız.

Sana gizli şirk koşmamamız için, lütfunla bizlere yol göster.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BAZI CASUSLUK YÖNTEMLERİ  

OSMANLI TÜRKLERİNE KARŞI CASUSLUK YÖNTEMLERİ

 

Hemen her ülke, kendisi için önemli gördüğü memleketlerde casusluk faaliyetleri yapar. Türkler de, başka devletlere casuslar yollamışlardır. Bu gerçeğe rağmen bizim sadece Türklere uygulanan casusluk yöntemlerini ele almamızın bazı sebepleri var.

Birincisi, Türkler dünyada en geniş bölgelere yayılmış tek millettir. Dolayısıyla keşifler öncesi dünyada, Afrika’nın orta ve güney bölgesi hariç, çatışmadığı halk yok gibidir. İzlanda’ya bile gitmişlerdir. Bu nedenle, Türklerden endişe duyan devletlerin sayısı, diğer milletlere duyulana göre daha fazladır.

İkincisi, Türkler tarihin en eski birkaç milletinden birisidir. Bu uzun sürede birçok millet tarih sahnesinden çekilirken, Türkler, çok geniş coğrafyalarda yaşamalarına rağmen ayakta kalabilmişlerdir. Bunun sebebinin araştırılmasının yapılması ihtiyacının duyulması normaldir. Kimileri, örnek alınacak bir şeyler bulabilmek için, kimileri de, çekememezlik duygusuyla ve onları da tarihten silmenin yollarını bulmak için araştırmıştır.

Üçüncüsü, Türkler en çok devlet kurmuş ve egemenlikleri altında çok farklı halkları bir arada bulundurmuş bir millettir. Çok farklı insanları bir arada yaşatabilmek için, hoşgörülü olmuşlardır. Mazlumların ve mağdurların koruyuculuğunu yapmışlardır. Bunu yaparken kendilerinin zarar görmelerini önemsememişlerdir. İnsanları mağdur eden ve mazlumları ezen zalimlere karşı, ellerinden geldiğince mücadele etmişlerdir. Dolayısıyla, zayıf milletleri ezmek isteyenler için, aşılması gereken engel olarak görülmüşlerdir.

Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesinde, büyük devletlerin hiçbirisi Osmanlı Türklerini aralarına almak istememişlerdir. Başlangıçta savaşın dışında olan ABD Başkanı Wilson bile, kendisine Türkiye’ye elçi olarak kimi atayacağı sorulduğunda, “Türkiye yok ki, elçi göndermeye ihtiyaç olsun” diye cevap vermiştir. Almanların, Türklerle ittifak yapmaları, mecburiyettendir. Alman basını ve başbakanları dâhil, siyasetçileri böyle bir birlikteliği istememişlerdir. İmparatorun ve Veliahdın ileri görüşlülüğü ve diretmeleri sonucu ittifak yapmışlardır. Savaş sırasında da, Türklerin Bakü’ye girmelerini ve Afganistan’da etkili olmalarını istememişlerdir. Türklerin de, Almanlarla ittifak yapmaları mecburiyettendir. Bu ortamdan da anlaşılan o ki, birbirine düşman büyük devletler bile, başkalarını ezmek istedikleri için Türkleri engel görmüşler ve 1907 de, Türk Devletinin topraklarının aralarındaki paylaşımını kâğıt üzerinde yapmışlardır.

Türk devletlerinin içerisinde casusluk yapmak, diğer birçok ülkeye göre daha kolay olmuştur. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birincisi, Türklerin kurdukları devletlerin çoğu, büyük devlet olduğundan sınırları çok geniştir. Dolayısıyla devletin denetleme imkânları çoğu zaman yetersiz kalmıştır. İkincisi, egemenlikleri altında yaşayan halkların sayısı, her zaman diğer devletlere göre daha fazla olmuştur. Bu halkların içerisinde devlete sadık insanlar her zaman olmuştur. Ama devlete düşmanlık besleyen veya para kazanma hırsı içerisinde olanlar da her zaman var olmuşlardır. Üçüncüsü, Türkler, egemenlikleri altındaki diğer etnik ve dini guruplara saygılı davranmışlardır. İçlerindeki yabancılara karşı gösterdikleri hoşgörüyü, kendi kavimlerinden olan insanlara göstermemişlerdir. Türklerdeki, içlerindeki yabancılara olan bu hoşgörü anlayışı da, ülkeye gelen yabancı casusların işlerini kolaylaştırmıştır.

Yukarıda kısaca anlattığımız sebeplerden dolayı, Türklerin kurdukları büyük devletlerin içerisinde yapılan casusluk faaliyetleri, hem amaç hem de yöntem açısından farklılık arz eder. Herhangi bir tasnife tabi tutmadan, bu farklılıkları aşağıda bahsedelim.

Türk devletlerine çaşıtlık yapma göreviyle gelen casusların bir bölümü, ülkedeki etnik gurupları Türklere karşı isyan ettirmek için çalışırlar. Bu uygulamaların benzerleri; Büyük Hun Türk Devleti, Göktürk Devleti, Selçuklu Türk Devleti ve Osmanlı Türk Devletinde görülmüştür. Günümüzdeki Türkiye Devletinde de görülmüştür. Bu uygulamaların yöntemi, Hun Devleti, Göktürkler ve Selçukluda klasik şekilde yürütülmüştür. Ülkedeki diğer halkların memnuniyetsiz insanlarını veya kendi soyundan olup para ve mevki hırsına kapılmış olanlarını kullanmak yeterli olmuştur.

Ama Osmanlı Devletinde ve Türkiye Devletinde ilave yöntemler kullanılmıştır. Bu yönteme, dolaylı casusluk da denilebilir. Dolaylı casusluğun bir bölümü, misyonerlik faaliyeti şeklinde yürütülür. Misyonerlerin bir kısmı, yabancı ülkelerin insanlarından casusluk konusunda eğitim almış ve güvenilir olanlarının, Türkiye’ye gönderilmeleri şeklinde oluşturulur. Bir başka misyoner gurubu, Türkiye’deki okullarda, bilhassa üniversitelerde eğitim görürler. Eğitimlerini tamamlayınca Türkiye’de buldukları bir işte çalışırlar. Bir diğer misyoner gurubu, Türkiye’de yaşayan insanların çocuklarının bazısını, küçüklükten itibaren yetiştirmek şeklindedir. Bunlar genellikle, pek bilinmeyen diğer etnik ve dini guruplardan oluşturulurlar. Bu şahıslar, halkın içerisinde ve diğer çocuklarla birlikte okurlar ve yetişirler. Bu çocuklarla, sadece onların yetişmelerini takip eden bir veya birkaç kişi irtibat kurar. Dolayısıyla, hiç fark edilmezler. Bir başka misyoner gurubu, yabancı ülke vatandaşlarından casus olarak eğitim almış insanlarından bazılarının, hidayete ermiş görünerek dinlerini değiştirmeleri şeklinde vuku bulur. Böyleleri normal vatandaşlardan daha fazla itibar görürler.

Bilindiği gibi, Osmanlı Türkleri Birinci Dünya Savaşına girdiklerinde, Padişah ve Halife olan Sultan Mehmet Reşad bütün Müslümanlara cihad çağrısı yaptı. Bu çağrıya beklenen olumlu cevap yeterince alınamadı. (Buna rağmen, Enver Paşa Orta Asya’ya gittikten sonra ve Türkler yeni bir devlet kurduktan sonra, Müslümanların kendilerine güvenleri gelmiş ve bu çağrının olumlu sonuçları, sömürgecilere karşı mücadelenin başlaması şeklinde alınmıştır.) Harp sırasında ise, Osmanlı sınırları içerisindeki Müslümanların küçük bir bölümü, Osmanlıya karşı savaşan yabancı güçlerle birlik oldular. Kendi devletleri olan Osmanlının askerlerine arkadan saldırdılar. İngilizler de, kendilerinin sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerleri getirerek Osmanlıya karşı savaştırdılar. Halifeye rağmen böyle bir olayın gerçekleşmesine katkıda bulunanlar arasında, din değiştirerek Müslüman olmuş gibi görünen yabancı misyoner casuslar önemli bir yer tutar. Arabistan’da “sarı hoca” olarak bilinen Lawrens, bunların sonradan su yüzeyine çıkmış olan bir örneğidir.

Halifenin cihad çağrısına rağmen, Müslümanların birçoğunun sessiz kalması ve hattâ İngilizlerin, sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerlerin İngilizlerle birlikte savaşmak için Çanakkale’ye gelmelerinin bir başka sebebi daha vardı. Sömürgelerdeki Müslümanların, Osmanlılara karşı savaşmalarının nedeni, İngilizlerin yaptığı karşı propagandadır.

İngilizler, sömürgelerindeki Müslüman halka şöyle diyorlardı: “Almanlar, Padişahın bütün memleketlerini işgal etmişler. İstanbul’u da donanmalarıyla işgal etmişler. Çanakkale Boğazını da tutmuşlar. Halifeyi kurtarmak, böylece Müslümanları korumak için Almanlarla savaşıyoruz.”

Çanakkale’ye götürdükleri Müslüman askerlere de şöyle propaganda yapıyorlardı: “Muharebede sakın Türk askerlerine ateş etmeyin, onlar sizin din kardeşlerinizdir. Maksadımız, o zavallıları da Almanların elinden kurtarmaktır. Türk askerlerinin başında fes olduğunu biliyorsunuz. Almanların başında haki rengi (toprak rengi) başlık vardır. Bunlara aman vermeyin, öldürün. Sakın feslilere ateş etmeyin. Gayret ve kahramanlık gösterin de, Halife ve Padişah efendimizi çabuk kurtaralım!”

Kendilerini sömürge yapan İngilizlerin bu propagandalarına inanarak Çanakkale’ye gelen sömürgelerdeki Müslüman askerler, Türklerin fes giymeyi bırakıp toprak rengi başlık giydiklerini bilmedikleri için, Halifeyi kurtarmak gibi mukaddes bir cihad adına, Türklere karşı kahramanca savaşmışlardır. Almanların karşı propagandaları ise, çok uzun ve askerlerin anlayamayacağı şekilde olduğundan bir işe yaramamıştır. Eğer, Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels, Birinci Dünya Savaşı sırasında etkili olsaydı, belki de İngilizlerin propagandaları bertaraf edilir ve Halifenin cihad çağrısı işe yarayabilirdi.

Osmanlıdan sonra kurulan Türkiye Devletindeki casusluk yöntemleri, çağın sosyal gelişmelerine göre değişikliğe uğradı. Demokrasi yönetimi başlayınca, taktik değişiklikler yaptılar. İçteki misyoner casusların bir kısmı ülkenin yönetimine bazı tavsiyelerde bulundular. Aynı merkeze bağlı diğer bir bölümü, halkı, idarecilerin yaptığı uygulamaların tam tersi istikametinde yönlendirmeye çalıştılar. Böylece, devlet yönetimi ile halk arasında sürekli bir iç çatışmanın olmasını sağladılar. Türkiye, maalesef, henüz bu çatışma ortamından çıkamadı.

Türkiye’deki casusluk çalışmalarının diğer pek çok ülkeye göre farklılık arz eden bazı yönleri daha vardır. Başka ülkelerde casuslar, halkın içerisindedirler veya devlet görevlerinde alt kademededirler. Türkiye’deki misyoner casusların bir kısmı halk içerisindedirler. Ama bazıları, devlet ve siyaset yönetiminde en üst mevkilerde yönetici bile olabilirler. Hattâ bu misyoner casus yöneticilerin bazısının, halkın bir bölümünün çok sevdiği idareciler haline gelmeleri bile mümkündür. Çünkü misyoner casusların kimlikleri açık değildir, halk onları kendisi gibi bilir. Misyoner casusların, Müslümanlar, Milliyetçiler, Marksistler ve diğer “istler” gibi, mantıklı düşünemeyip duygusal tepki veren ideolojik gurupların üst yöneticiliğine gelmeleri, mantıklı düşünen guruplarda üst yöneticiliğe gelmelerine göre çok daha kolaydır. Ayrıca, mantıklı davranan guruplarda üst yöneticiliğe gelseler bile, tesirleri diğerlerindekinden çok daha az olur.

Ben kendimi Türk olarak hissettiğimden casusluk örneklerini, içinde yaşadığım ve tarihi hakkında bilgim olduğu için, Türklere yapılan uygulamalardan verdim. Bu yazının amacı, casusların etkilerini azaltabilmek için ne yapılması gerektiğini düşündürmektir. Verilen misallerden de anlaşılacağı gibi, halk sorgulayıcı bir anlayışa sahip oldukça, başkalarının tesirinde kalma ihtimalleri azalacaktır. Başkalarının dolduruşuna gelmeyip sorgulayan insanlar, huzurlu yaşamanın yolunu daha kolay bulurlar.

Çünkü düşünerek sorgulayan insanlar, çevresindekilere daha çok güvenirler. Türkiye’de 2022 yılındaki bir veriye göre, çevresindekilere güvenme oranının %8,4 gibi, dünya ortalamasının çok altıda düşük bir rakam olması, Türkiye’deki casusluk yöntemlerinin etkisinin yüksekliğini gösterir. Bu rakamdan anlaşılan o ki, dindarım diyen dindarlara güvenmiyor, milliyetçiyim diyen milliyetçilere güvenmiyor, sosyal demokratım diyen diğer demokratım diyenlere güvenmiyor. Bu güvensizlik ortamı ülkedeki bütün kesimlerde benzer oranlarda yayılmış durumda.

O halde, çözüme ulaşmak için ilk adım, güven oluşturmak olmalıdır. Bunu temin için de, mümkün olduğu kadar, söyledikleri ile uyguladıkları birbiriyle daha çok örtüşen insanlar göreve getirilmeli ve desteklenmelidir. Bu ortamı gerçekleştirmek isteyenler de, önce kendileri dürüst ve güvenilir olmaya gayret etmelidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BAZI CASUSLUK YÖNTEMLERİ   için yorumlar kapalı

YÖNETİME İSYAN KONUSU

YÖNETİME İSYAN KONUSU

 

Yönetimlerin birinci görevi, adaletle hükmetmektir. Adaletli davranmayan iktidarlar, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, insanlara ne kadar baskı yaparlarsa yapsınlar, ömürleri kısa olur. Birçoğu, kendilerini en güçlü zannettikleri dönemde yıkılmışlardır. Yıkıldıklarında ise, bir daha geri doğrulamazlar. Olaylar tıpkı şu veciz deyişteki gibi gelişir: “Doğru insan sallanır ama yıkılmaz. Zalim insan ilk sallanışında düşer ve kalkamaz.”

Bilindiği gibi, Türkler çok farklı coğrafyalarda devlet kurmuşlardır. Bu kadar geniş coğrafyada ayakta kalmak çok zordur. Yeni yerleştikleri yerlerde ayakta kalabilmek isteyenler, mümkün olduğu kadar adaletle davranmak zorundadırlar. Nitekim Türkler, ilk gittikleri bölgelerde adaletli davrandıkları için, bölge halkları tarafından iyi gözle bakılmışlardır.

Türklerin de kurdukları devletlerde, adaletten ayrılan iktidarlar bir süre sonra yıkılmışlardır. Yerlerine yeni bir iktidar (sülale veya farklı bir boy) geçmiş ve bölgede yaşayan aynı halkı yönetmeyi sürdürmüşlerdir. Yeni gelenler de, adaletten ayrıldıklarında benzer şekilde yıkılmışlardır.

Türklerde adalet anlayışının önemini anlamak için, adalet kavramını anlatan terime bakmak yeterlidir. Türklerde adalet kelimesinin karşılığı “döröstlük” idi. Türklerin devlet anlayışının temeli adalet, yani dürüstlük üzerine bina edilmeye çalışılırdı. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde, devlette adaletin önemini şu beyitle anlatır:

Türk için adalet esastır, devlet adalettir

Adalet sarsılınca, Türk devletleri parçalanır

Adalet anlayışı, bütün devletler için aynı hassasiyette geçerlidir. Tarihe baktığımızda, yönetimlere karşı girişilen isyanların çoğunun temelinde, adaletsizlik yapıldığı inancı yatar.

Adalet, Yüce Yaradan’ın, bizden uymamızı istediklerinin başında gelir. İslâm âlimleri, adalet anlayışı üzerine çok ayrıntılı tartışmalar yapmışlardır. Başka birçok konuda birbirine zıt fikirleri savunan İmam Gazali, İbn Arabi, İbni Sina, Farabi, İbn Rüşd, Ebu Miskeveyh, Nasrettin Tusi gibi âlimlerin, adalet tanımları birbirine çok benzemektedir. Onlara göre adalet, “bir şeyi yerli yerine koymak veya iki aşırı ucun arasında orta yolu bulmak” anlamındadır. Âlimlerin bu tanımıyla adalet, hikmet kelimesi ile benzer manayı taşır. İslâm âlimlerinin adalet anlayışlarındaki ayrıntıları burada aktarmayacağım. Çünkü günlük geçimi peşinde koşan halkın, âlimlerin anlatım dillerinden –tıpkı benim gibi- bir şey anlamakta zorlanacaklarını ve faydalanacakları bir sonuç çıkarmalarının biraz zor olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Türklerdeki dürüstlük kavramı, adalet hususunda, hem uygulamaya yönelik, hem de daha anlaşılabilir bir tanım olarak duruyor. Adalet kavramı için Kur’an’a baktığımızda da, benzer anlamı görüyoruz. Aşağıda verdiğimiz ayettekine benzer ifadelerin olduğu çok sayıda ayetin olması, Kur’an’ın adalet tanımını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Rahman Suresi 55/9. “Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.”

Ayetten anlaşıldığına göre, kendimize menfaat sağlamak için başkasına zarar vermeyeceğiz. Dürüst olacağız. Böylece adaletli davranmış olacağız.

Dürüstlüğün nasıl anlaşılacağı hususunda daha net bir anlatım isteyenler için, kısaca şöyle söylenebilir: “Kendine yapılmasından hoşlanmadığın şeyleri başkasına yapma. Kendine yapılmasından hoşlandığın şeyleri başkasına yap.”

Yazımızın başlığıyla bağlantılı olduğu için, adalet kavramının anlamını irdeledikten sonra, yönetime isyan konusunu ele alalım. Yönetime isyanların sebeplerinin başında, idarecilerin adaletsiz davranışları gelmektedir. Bu sebeple, yönetimde adalet konusuna kısaca bakalım.

Yönetimde adalet konusu, Kur’an’da çeşitli ayetlerde vurgulanmaktadır.

Şura Suresi 42/15: Ey Muhammed! İşte bunun için insanları tevhide davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyiflerine uyma ve de ki: “Ben Allah’ın kitaptan indirdiğine inandım ve bana aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir tartışmaya yer yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş yalnız Onadır.”

Ayet, önce Hz. Peygambere hitap ediyor. Önce, dosdoğru olması emrediliyor. Dosdoğru olduktan sonra da, “aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi” demesi isteniyor. Demek ki, adaletle hükmetmek, bir yöneticinin en önemli özelliğidir. Ayetin anlatımına göre, bir yöneticinin adaletle hükmedebilmesi için, önce kendisinin dürüst olması şarttır.

Peki, yöneticiler veya yönetilenler adaletsiz davrandıklarında ne yapmak gerekir? Bu hususla ilgili olarak, önce, iki İslâm âliminin düşüncelerini aktaralım.

İmamı Azam Ebu Hanife, “rejimi ıslah için diğer çareler kâfi gelmediği zamanlar -o dönemde seçim, demokrasi gibi şeyler olmadığı için- kılıç kullanmak ve silahlı isyana gitmek” meşrudur kanaatindeydi. Bilindiği gibi Ebu Hanife, Emevi Devletinin Kûfe valisinin teklif ettiği “kadılık” makamını kabul etmemiş ve vali tarafından kırbaçlanmıştır. İmamı Azam bu fikrini, tekliflerini kabul etmediği Emevi iktidarı döneminde söylemiştir. Nitekim halkın ve ileri gelenlerin uyarılarını dinlemeyen Emevi iktidarı, Ebu Müslim’in ciddi katkısı sayesinde, Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan gelen Abbasiler tarafından silahlı ihtilâl yapılmak suretiyle yıkılmıştır. Emevi hanedanının iktidarı 92 yıl sürmüştür. Bu dönemde İslâmiyet en geniş sınırlarına ulaştığı için, ganimetler fazla idi. Ama devam eden fetihlere ve zenginliğe rağmen, o asırlara göre kısa sayılacak bir süre olan 92 yılda iktidardan indirildiler. (Bilgi notu: Emevileri yıkarak yerlerine gelen Abbasi yöneticileri de, Emeviler gibi haksızlıklar ve zalimlikler yapmaya başlarlar. Ebu Hanife’yi taraflarına çekebilmek için “baş kadılık teklif ederler. Kabul edilmeyince İmamı Azamı, halifenin emriyle hapse atarlar ve değnek cezası uygularlar.  Bu ceza sonrasında Ebu Hanife vefat eder)

Yöneticilerin adaletsiz davranmaları durumunda ne yapılacağı hususunda fikir yürüten diğer âlim, İmam Gazali’dir. Gazali, Büyük Selçuklu Devletinin Nizamiye Medresesinde müderrislik yapmıştır. Dolayısıyla devlet yöneticileriyle içli dışlı olmuştur. Gazali’nin aşağıda aktaracağımız fikri, Frank Ronald Charles Bagley’in, Nasihat al Muluk adıyla tercüme edilen eserinde bahsedilmiştir. Bagley’e göre Gazali, nizamın korunmasını esas almıştır. Dolayısıyla, sultanın fitne ve fesadın önüne geçebilmesi için her yola başvurmasına cevaz vererek şöyle demiştir: “Sultanların bir asırlık gayri adilane idaresi, tebaanın bir saat adaletsizliği kadar tahribat yapmaz.”

Âlimlerin, birbirine zıt gibi görünen iki fikrin, birleştiği bir nokta vardır. Her ikisi de, ıslah etmeyi, fitne ve fesadı kaldırmayı hedeflemiştir. Ancak, çözüm önerilerinin farklı olmasının arkasında, belki de kendi yaşadıkları şartlar ve dönemin olayları etkili olmuştur.

Ebu Hanife, yöneticilerin fitne ve fesadın kaynağı olduklarını, bizzat yaşayarak görmüştür. Bu sebeple, fitne ve fesadın ortadan kaldırılarak, fitnecilerin ıslah edilmesinin temini için, öncelikle, bütün barışçı çarelere başvurulmasını istemiştir. Bu çareler tükenince, fitne ve fesadı çıkaranların kimler olduğuna bakılmadan, kılıçla çözüme gidilmesine cevaz vermiştir. Ebu Hanife’nin bu düşüncesini irdeleyebilmek için Kur’an’a bakalım.

Nisa Suresi 4/58: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…”

Yukarıdaki ayette, “emanetleri ehline veriniz” deniliyor. Burada “emanet” kavramının üzerinde düşünmek gerektiği kanaatindeyiz. Geri alınmak üzere verilen emaneti koruyacak insan, güvenilir kişi olmalıdır. Kendisine emanet edilen şeyi güzel bir şekilde muhafaza ederek, istenildiğinde geri vereceğine güven duyulmalıdır.

Peki, Yüce Yaradan’ın, “emanetleri ehline veriniz” emrini kim yerine getirecek? İlk akla gelenler, yönetimin başındakilerin bu emre uymalarıdır. Burada şu soru akla geliyor. Eğer yöneticiler, halktan aldıkları “yönetim emaneti”nin ehli değillerse, devleti yönetme emanetini ehline kim verecek? Ebu Hanife’ye göre bu görev, halka düşmektedir.

İmam Gazali’nin yaşadığı dönem, Abbasi yönetiminin etkisinin iyice zayıfladığı, Mısır’da Şii Fatımilerin, İran ve Anadolu’da Selçukluların devlet kurduğu, ama aynı zamanda Hasan Sabbah’ın da yaşadığı yıllardır. Dolayısıyla tek devlet olmamanın sonucunda oluşan otorite boşluğunun da etkisiyle, fikirlerde kargaşanın arttığı bir devirde yaşamıştır. Muhtemelen bu sebeple, Gazali, önceliği halktaki fitne ve fesadın yok edilmesine vermiştir.  Hâlbuki Ebu Hanife döneminde tek otorite vardı, o da Emevi Devletiydi.

Âlimlerin kendi yaşadıklarından etkilendikleri açıkça görülmektedir.

Âlimlerin sözlerini, yaşadıklarından etkilenmelerinden bağımsız olarak değerlendirmeye çalışalım. Gazali’nin fikrindeki irdelenmesi gereken husus, sultanların, fitneyi önlemek için gayri adilane davranıp davranamayacakları konusudur. Aslında sadece yöneticiler değil, bütün insanlar adaletli davranmakla yükümlüdür. Yukarıdaki Nisa Suresi 58inci ayette, “insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” buyruğundan anlaşılan o ki, sadece yöneticiler değil, her bir insan adaletle hükmetmek zorundadır. Kur’an’da adil olmak o kadar önemlidir ki, aşağıdaki ayette, kinlendiğimiz insanlara karşı bile adaletten ayrılmamamız emredilmektedir.

Maide Suresi 5/8: “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin…”.

Bu ayetten anlaşılan o ki, birilerine veya bir kavme olan kızgınlığımız, bizi adaletten ayırmamalıdır. Fitne ve fesat çıkardığı bilinen insanlara, herkes kızar. Hattâ onlara kinlenir. Kinlendiğimiz bu noktada Kur’an, bizi ve İmam Gazali ile benzer düşünenleri uyarıyor. Kur’an’ın Maide Suresi 8inci ayetindeki hükmüne göre, fitneyi ve fesadı önlemek adına da olsa, hiç kimse, hattâ özellikle sultanlar, adaletten ayrılmamalıdırlar.

Sultanlar, Gazali’nin dediğini yapsalar, fitneyi önlemek adına, gayri adilane davransalar, bu defa çok daha fazla fitnenin oluşmasına sebep olmaları ihtimali artar. Fitne arttıkça, toplum giderek, fitnenin başı olarak, sultanı görmeye başlar. “At, binicisine göre kişner” atasözündeki gibi, halk da sultana uyar, halk içinde de fitne artar. Böylece içinden çıkılamayacak bir kısır döngü oluşur.

Böyle bir ortamın meydana gelmemesi için, Yusuf Has Hacib, beylere şöyle yol gösteriyor:

“Bütün bulanıklıkları arıtayım dersen, kendi ruhunu arıt; halk ister istemez sonunda durulur.” Beyit nu 5201

Eğer beyler ve sultanlar kendi ruhlarını arıtmazlar, aksine adaletten ayrılırlarsa, Yusuf Has Hacib, ne olacağını da merak ederek, şöyle soruyor:

 “Halk bozulursa onu beyler düzene koyar; eğer beyler bozulursa onları kim düzeltir?” Beyit nu 5203

İşte, Ebu Hanife’nin çözüm üretmeye çalıştığı konu, sultanların yoldan çıktıkları ve fitnenin başı durumuna düştükleri ortamdır. Ebu Hanefi’ye göre, bu durumda sorumluluk halka düşmektedir. Sultanı, halk yola getirmelidir. Hanefi’ye göre, durum önce güzellikle anlatılmalıdır. Fakat barış yollarının tıkandığı yerde, kılıçla müdahale etmekten çekinmemelidir.

Peki, bu fikir, Kur’an’a uygun mudur? Kur’an, Allah’a ve peygamberlerine isyan edilmesini, hiç hoş görmez. İlâhi kaynaktan gelen emirlere, kesinlikle itaat edilmesini ister. Nisa Suresi 4/59uncu ayette: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Ayet, anlaşmazlığa düşüldüğünde, “sizden olan emir sahibine itaat edin” demektedir. Buradaki “sizden olan” sözünden maksat, sizin kavimden yahut da sizin cemaatten veya günümüzdeki uygulamayla, sizin partiden olan demek değildir. Ayetin hitap ettiği kişiler, “ey iman edenler” sözünün muhatabı olanlardır. Ayette “ey Müslümanlar” bile denilmemektedir. Hitap edilenler, Allah’ın ve peygamberlerinin yolunda gittiğini, davranışlarıyla ve yaptıklarıyla gösterenlerdir.

Peki, son peygamber Hz. Muhammed, vefat ettiğine göre, anlaşmazlıklarda kime müracaat edeceğiz? Danışacağımız insanların, Allah ve peygamberinin yolundan gittiği hususunda emin değilsek, ne yapacağız? Elbette ki, asıl sahip olan Yüce Yaradan’a başvuracağız. O’na başvurmak demek, değişmeden kalan tek kutsal kitap olan Kur’an’a müracaat etmek demektir.

Kur’an’a bakmadan önce, Hz. Muhammed’in yol arkadaşı olan ilk iki halifenin uygulamalarından misal verelim.

Bilindiği gibi ilk halife, Hz. Ebubekir’dir. Seçildikten sonraki ilk hutbesinin bir bölümünde, halka mealen şöyle seslenir: “Doğru yolda ve Hak üzere olduğum sürece bana uyunuz, Haktan ayrılırsam, beni dinlemeniz gerekmez.”

Hz. Ebubekir’den sonra halife seçilen Hz. Ömer de, ilk hutbesinde şöyle sorar: “Ben Allah’ın yolundan çıkarsam ne yaparsınız?” Bu soru üzerine cemaatten bir sahabe, elini kılıcının kabzasına atar ve “seni bu kılıcımla doğrulturum” der. Hz. Ömer bu cevaba sevinir ve böyle sahabeler olduğu için ağlamaklı bir şekilde Allah’a şükreder.

Hz. Muhammed’den sonra gelen ilk iki halife yöneticinin de yaptıkları bu konuşmaların temeli, Kur’an’dır. Nitekim eğer yöneticiler aşırı giden müsriflerse, Kur’an’da onların emirlerine itaat etmememiz isteniyor. Şuara Suresinin 26/151inci ayetinde “savurganlık ederek haddi aşanların emirlerine uymayın” deniliyor. 152inci ayette de “o müsrifler ki, yeryüzünde ıslaha çalışmayıp, fesat çıkarıyorlar” denilerek, böyle yöneticilerin emirlerine neden itaat edilmemesi gerektiğini açıklıyor. 150inci ayet ise “Allah’tan korkun ve bana itaat edin” denilerek tek itaat makamının Yüce Yaradan olduğunu vurguluyor.

Demek ki, yöneticiler müsriflik yapmıyorlar, adaletle hükmediyorlar ve tek olan Tanrı’nın gösterdiği yolda yürüyorlarsa, onlara, itaat edilir. Çünkü onlara itaat edilerek, aynı yere yani Yüce Yaradan’a hizmet edilmiş olunmaktadır. Ama haddi aşıp savurganlık yapan, adaletsiz uygulamalar yapan yöneticilere kesinlikle itaat edilmemeli, karşı duruş sergilenmelidir.

Bir başka açıdan konuya yaklaşalım. Kur’an, ana babaya itaat edilmesini emreder. Ama bir şey bilmeyen, yanlış yolda olan ataların peşinden gidilmesine itiraz eder. Demek ki, ilâhi kaynaklı olmayan her fikri sorgulamak gerekir. Nitekim Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarında ve daha pek çok dünyevi konuda Hz. Muhammed’in düşündüğü taktiklere sahabe itiraz etmiştir. Hz. Peygamber, kendi düşüncesi farklı olmasına rağmen, bazı sahabelerin söylediği fikirleri makul bularak uygulamıştır. Bu örneklerden anlaşılan o ki, itirazlar makul olmalı, düşünenler tarafından kabul görecek mantıklı çözümler üretilmelidir.

Kur’an, haksız yere yapılan isyanı, tıpkı Allah’a ve peygamberlerine yapılmış gibi değerlendirerek, yasaklamıştır.

Araf Suresi 7/33: De ki: “Rabbim, sadece zinayı, onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere isyanı, haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır.

Ayetlerle birlikte, Hz. Muhammed’in ve ilk iki halifenin uygulamalarının ışığında konuyu irdelediğimizde, yönetimler hata yaptıkları zaman, karşı tavır sergilenmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak yöneticilere yapılacak itirazlarda haksız duruma düşmemek için, önce güzellikle uyarılmalı. Sabırlı davranarak düzelmeleri beklenilmeli. Yani her konuda olduğu gibi, isyan hususunda da adaletli davranmalıyız. Çünkü nasıl, Allah’ın yolunda olmayan yöneticiye itaat etmememiz gerekiyorsa, isyan ederken de Allah’ın yolundan ayrılmamamız gerekir. Aşırı giden, müsrif, fesat çıkaran ve halkın içerisine fitne sokarak ayrıştırmaya çalışan yöneticiler, Yüce Yaradan’ın gösterdiği şekilde uyarılmalarına rağmen, halen yanlışta ısrar ederek fitne kaynağı olmaya devam ederler ve ıslah olma ihtimalleri kalmazsa, kılıç kullanmaktan çekinilmemelidir.

Ancak bu uygulama, seçim diye bir anlayışın olmadığı dönemler için geçerlidir. Günümüzde serbest ve adaletli seçimlerin olduğu ortamlarda, kılıç yerine, kullanılan “oy” ile karşılık verilmelidir.

Bilindiği gibi, Kutadgu Bilig’in anlatımında adalet, hakanın bir bağışlaması değildir. Yazara göre adalet, törenin doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır. Bu görev, önce Hakan’a düşer. Eğer o başaramazsa, sorumluluk halka geçer. Halk da, kargaşaya meydan vermeden, töreyi, doğru ve tarafsız bir şekilde uygulayarak yürümekle yükümlüdür. Çok zor olan bu yükümlülüğümüzün bir kısmını yerine getirebilmek için, günümüzün silahı “oy”dur. Bu konuda nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğini Kur’an bize şöyle gösteriyor:

İsra Suresi 17/36ıncı ayet: “Bir de bilmediğin bir şeyin ardınca gitme. Göz, gönül ve kulağın her birinin onda sorumluluğu vardır.” Demek ki, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmemeliyiz. Çünkü ulaşılacak sonuçla ilgili sorumluluğumuz var. Yanlışlarının, bir kısmını da olsa, bildiğimiz kişilerin peşinden gitmemizin sorumluluğu ise, daha nettir. Yüce Yaradan’ın karşısında, her birimizin ayrı ayrı sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız.

Eğer biz, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmediysek veya yanlışlarını bildiğimiz birilerini destekler yönde tavır almadıysak, yani, kendi sorumluluklarımızı yerine getirdiğimize inanıyorsak, sonucu ve çözümü, Nisa Suresi 4/59’a göre, en hayırlısını oluşturması duasıyla, her şeyi bilen Yüce Yaradan’a bırakmalıyız.

Mevla’m neylerse güzel eyler.

Sosyal kategorisine gönderildi | YÖNETİME İSYAN KONUSU için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

İNSANLARA İYİLİK YAPMAK VE İYİLİĞİ YAYMAK İÇİN ÇABA GÖSTEREN BÜTÜN DOSTLARIMIN, İNSANLIĞIN VE YÜCE YARADAN’IN YARATTIĞI EVRENDEKİ BÜTÜN AKILLI, ŞUURLU, ÖZGÜR KULLARINDAN HAK EDENLERİN, BAYRAMINI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

ÇOCUKLUĞUMUZDA DAHA MUTLU OLMAMIZ ÜZERİNE

ÇOCUKLUĞUMUZDA DAHA MUTLU OLMAMIZ ÜZERİNE

 

Büyük çoğunluğumuz çocukluğumuzda daha mutlu olduğumuzu düşünürüz. Hâlbuki şu anda 60 yaşın üzerinde olan kişiler için çocuklukları daha zorlu şartlar altında geçmiştir. Bilhassa kırsal kesimde yaşayan ailelerin sahip olduğu çocuk sayısı şimdikiyle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla aileler çocuklarıyla doğru dürüst ilgilenmemişlerdir. Hattâ bazı aileler çocuklarına çok sert davranmışlardır. Ama buna rağmen, çevremizdeki çocuklarla birlikte, kendimizi daha mutlu hissetmişizdir.

Eğer çocukluğumuzda bizim mutlu olmamızı sağlayan sebepleri iyi irdelersek, büyüklerin de mutlu olabilecekleri ortamın ana hatlarını bulmuş oluruz kanaatindeyim. Bu sebeple çocukluğumuzdaki dünyamızı irdelemeye gayret edeceğiz.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bilhassa kırsal kesimlerde yaşamış olanlarımızın çocuklukları maddi zorluklar içerisinde geçmiştir. Yaşanan maddi zorlukların, insanları mutsuz edeceği açıktır. Peki, fakir bir ortamda mutsuz olmamız düşünülürken, mutlu olunması nasıl gerçekleşmektedir? Zorluklar içerisinde mutlu olmamızın sebebi ne olabilir?

Bu sorulara verilebilecek bir cevap, çocukların, ev geçindirmek gibi bir sorumluluğunun olmaması sebebiyle bu zorluğu hissetmedikleri şeklinde olabilir. Ama bu cevap, tatmin edici durmamaktadır. Çünkü çocuklar ev geçindirme sorumluluğunda olmasalar bile, ailedeki maddi sıkıntılar onlara da aynen yansıyordu. Geçmiş dönemlerdeki aile yapılarında babalar tek hâkim idi. Aile büyüklerinde, günümüzdeki gibi, “ben sıkıntı çektim, çocuğum çekmesin” şeklinde bir anlayış yoktu. Aksine isteklerinde biraz ısrarcı olan çocuklar, hemen şamar yerlerdi. Diğer yandan, yaşadığımız ortamlar, hastalığa davetiye çıkaracak nitelikteydi. Giyim kuşamlarımız eski ve yamalarla dolu idi.

Ama mutluyduk. Çünkü çevremizdeki her çocuk bizimle aynı şartlardaydı. Çocuklar arasındaki en büyük maddi güç farkı, aramızdan birinin top sahibi olmasıydı. Biz de, takımları kurarken top sahibinin dediğine uyarak bu sorunu kolayca çözerdik. Aramızdaki en büyük adaletsizlik bu idi. Başkaca bir adaletsiz ortam yok sayılırdı.  Buradan anlaşılan o ki, mutlu olmamızı engelleyecek en önemli amil, adaletsizliktir.

Çocuk bakışımızla anlayabileceğimiz kadarıyla, adaletin önemini daha iyi kavrayabilmek için, kendi ailemiz içerisindeki ortamlara bakmamızda fayda var. Birçoğumuz, arkadaşlarımız arasında mutlu iken, bazımız aile içerisinde bulunduğumuz sırada kendimizi mutsuz hissedebiliyorduk. Böyle düşünmemizin sebebi, anne ve/veya babamızın, kardeşler arasında ayrım yapması olmuştur.

Eğer, anne ve/veya babamız, bizi diğer kardeşlerimizden daha fazla seviyor, bizi ayırıyorsa, diğer kardeşlerimiz bize karşı mesafeli dururlardı. Eğer ebeveynlerimiz, bir başka kardeşimizi kayırıyorlarsa, biz o kardeşimize karşı kinlenirdik. Dolayısıyla, aile içerisinde kaldığımız saatlerde mutluluğumuz azalırdı. Çünkü aile içerisinde adaletli bir yaklaşım olmadığını düşünürdük. Aile içerisinde yaşadığımız bu adaletsizliği, arkadaşlarımızla paylaşır, onlardan, tabiri caizse, psikolojik destek alırdık.

Demek ki çocukluğumuzda kendimizi mutlu hissetmemizin temelinde, farkında olmasak bile, adaletli ortamın varlığı vardı. Mutluluğumuzun bir başka önemli nedeni de, zengin-fakir ayrımı gibi bir ortam yaşamamış olmamızdır.

Hepimizin giysileri aynıydı. Büyüklerimizin giydikleri de birbirinin benzeriydi. Yedikleri de aynıydı. Bir evde pişen yemekten çoğu zaman komşulara da dağıtılırdı. Bu paylaşma işi, belki de sadece duygusal bağlardan ileri gelmiyordu. Buzdolabı gibi şeyler olmadığı için yemeklerin fazlasını muhafaza etmek mümkün değildi. Dışarıda lokantalarda yemek yenilmezdi. Zaten lüks yerler yoktu. Zengin ile fakir arasında ciddi bir fark yoktu. Bir insan zengin olsa bile parasıyla alabileceği lüks denilebilecek mallar yoktu. Ülkede zaten para dolaşımı şimdikine göre belki de onda bir oranındaydı. Dolayısıyla bizim çocukluğumuzun zenginleri, tarla, bağ, bahçe gibi varlıklara daha çok sahip olanlardı. Para yerine altın biriktirilirdi.

Biriktirdiği altınları yemek isteyen zenginler, harcama yapabilmek için uzaktaki büyük şehirlere giderlerdi. Şehirlere para yemeye gidenler bile, kendi kasaba veya köylerinde pahalı giyim kuşam kullanmazlardı. Çocuklarına ve hanımlarına da giydirmezlerdi. Böyle davranmalarının sebebi olarak, o giysileri alacak gücü olmayan aile reisleri üzerinde hanımlarının veya çocuklarının baskı kurmalarını önlemek istemelerini söylerlerdi. Bu savunma doğru idi. Zenginin hanımında veya çocuğunda güzel bir elbise veya ayakkabı gören başka bir çocuk ya da hanım heveslenirdi. Aile reisinin onu alacak gücünün olup olmadığını düşünmeden, aynı şeyden alması için ısrar edebilirlerdi. Bazı zenginler, belki gerçekten bu amaçla, bazıları ise, gösteriş yaparak düşmanlıkları üzerlerine çekmemek için lüks harcama yapmazlardı.

Dolayısıyla yaşadığımız ortamların birbirine benzemesi, başka çocuklara karşı çekememezlik duygumuzu törpülerdi.  Hiçbirimizin oyuncakları yoktu. Bu sebeple, aramızda kavgaya sebep olacak bir ortam yoktu. Aramızdaki en fazla fark, birimizin futbol topuna sahip olmasıydı. Zaten o konuyu da hemen çözerdik. Ya top sahibini dinlerdik ya da hepimiz para toplar ortak bir top alır, ona gözümüz gibi bakardık.

Demek ki çocukluğumuzda kendimizi mutlu hissetmemizin temelinde, sahip olduğumuz varlıkların sayısının azlığı ve belki de oyuncaklar bile olmadığı için herhangi bir eşyaya ihtiyaç hissetmememiz yatıyordu. Nitekim yapılan bütün araştırmalar da göstermektedir ki, insanların sahip oldukları şeyler arttıkça, mutluluğumuz azalıyor. Sahip olduklarımızı koruma ve çevremizdekilere göre daha fazlalaştırma mücadelesine başlıyoruz. Varlıklarımızı koruma ve çoğaltma mücadelesi bizi, farkında olmadan, mutsuzluğa doğru götürüyor.

Hâlbuki çocukluğumuzda, farkında olmadan kanaatkâr bir yaşam sürmekteydik. Dolayısıyla bu kanaatkâr ortam bizi daha mutlu ediyordu.

Çocukluğumuzda bizi en çok mutlu eden ortam, arkadaşlarımızla birlikte oynadığımız oyunlar olmuştur. O dönemlerde hiçbir çocuk, kendi başına bir oyun oynamamıştır. Oynadıysa da, can sıkıntısından yapmıştır. Dolayısıyla çocuklar için, arkadaşlarıyla buluşabilmek, onlarla birlikte oyun oynamak bir amaç haline dönüşmüştür. Tabiri caizse, arkadaşlarının olması ve arkadaşlarıyla birlikte oyun oynamak, çocuklar için hayatın anlamı olmuştur. Arkadaşları oyun oynarken aralarına almadıkları bir çocuğu düşünün. O çocuk için o an, yaşamanın hiçbir anlamı kalmaz, hayata küser. Bu durumu yaşayan bir çocuk, mümkün olduğu kadar hatasını anlamaya çalışıp, arkadaşlarıyla arasını düzeltmeye uğraşır.

Demek ki çocukluğumuzda kendimizi mutlu hissetmemizin bir başka önemli sebebi, kendi çocuk bakışımızla, hayatımızın bir anlamının olmuş olmasıdır.

Sosyologların ve psikologların bu konuyla ilgili daha ayrıntılı araştırmalar yapacakları açıktır. Ben kendi yaşadıklarımı esas alarak bazı irdelemeler yapmaya çalıştım. Yaptığım bu tespitleri dikkate aldığımızda, insanların mutlu olacakları ortamları şöyle sıralayabiliriz.

Birincisi, çocukluğumuzda yaşadığımız ortamda zengin-fakir farkı ve ayrımının olmamasıdır. Zenginlerle yoksullar arasındaki fark ve ayrım fazlalaştıkça, hem zenginler hem de fakirler için mutsuzluk artar. O halde, insanlığın daha mutlu olabilmesi için, zenginlerle fakirler arasındaki farkı ve ayrımı azaltacak sistemler kurmaya çalışmalıyız.

İkincisi, çocukluğumuzda sahip olmak istediğimiz eşyaların sayısının çok az olması ve bunlara başka çocukların da sahip olmamaları sebebiyle oluşan, kanaatkâr bir yaşam ortamımızın olmasıdır. Yaşadığımız fakirlikten şikâyet etmememizi sağlayan kanaatkârlık anlayışımızın belki farkında değildik, ama bizi mutlu eden önemli bir etkendi. O halde, insanlığın daha mutlu olabilmesi için, insanları kanaatkârlığa doğru yönlendirecek sistemler kurmalıyız.

Üçüncüsü, adaletli bir ortamda yaşamış olmamızdır. Adaletsizlik, kendi ailemiz içerisinde bile olsa bizi mutsuzluğa doğru yönlendirmektedir. O halde, insanlığın daha mutlu olabilmesi için, hükümlerin adaletle verildiğine inanılması gerekmektedir. Kuracağımız sistemleri, adaletsizliği azaltma ve adaletsizlik yapanları cezalandırma üzerine oluşturmaya gayret etmeliyiz.

Dördüncüsü, hayatımıza bir anlam katmış olmamızdır. Çocukluktaki hayatımızın anlamı, arkadaşlar edinme ve onlarla oyun oynamak olmuştur. Büyüdükçe, Yüce Yaradan’ın varlığını daha iyi kavradıkça, hayatımızın anlamı daha bir ulvileşir ve bizi yaratan Tanrı’nın rızasını kazanmak için insanlığa hizmet etmek olarak görülürse, mutluluğumuz sürekli hale gelecektir. O halde, yapacağımız davranışlarımızda ve kuracağımız sistemlerde hayatın anlamını Yüce Yaradan’ın gösterdiği yönde oluşturmaya çaba sarf etmeliyiz.

Zengin iken fakir hale düşen veya sağlıklı iken ciddi bir hastalığa yakalanan bir insan, bu değişimin başlarında çok mutsuz olur. Ama yapılan araştırmalar göstermektedir ki, aradan bir süre geçince, düştüğü ortama alışan insandaki bu mutsuzluk azalmaktadır. Belki eski mutluluk seviyesine gelememektedir, ama o düzeye yaklaşmaktadır.

Demek ki, insanın yaşadığı ortam ve bu ortama alışması, onun mutluluğu üzerinde çok ciddi bir etki yapmaktadır. O halde, kuracağımız sistemlerin öz denetimini de oluşturarak, sistemlerin mümkün olduğu kadar uzun süre ayakta kalmasını sağlamaya çalışmalıyız. Böylece, bulundukları ortama alışan insanların bir kısmının, içlerinde farklı duygular bile olsa, bir süre sonra mecburiyetten kendi iç çekişmelerini toparlayarak, mutlu olmanın yollarını aramaya başladıklarını görebiliriz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ÇOCUKLUĞUMUZDA DAHA MUTLU OLMAMIZ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KONFÜÇYÜS’ÜN BİR UYGULAMASI

KONFÜÇYÜS’ÜN BİR UYGULAMASI

 

(Not: Bu yazı Mart 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz.)

Söylenenlere göre Konfüçyüs, Çin’deki Lu ülkesinin hükümdarının ricası üzerine adalet işlerine bakmaya başlar. İşe başlar başlamaz, şehrin zengin ve kudretli kişisi olan Şao-Çeng’i idam ettirir. Üç gün sehpadan indirtmez.

Öğrencileri Konfüçyüs gibi sakin ve adaletli olarak bildikleri bir kişinin, nasıl böyle bir karar verdiğine inanamazlar. Konfüçyüs onlara şöyle cevap verir:

“Niye böyle yaptığımı sizlere anlatayım. Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir. Bu beş suç şunlardır:

Birincisi, uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik,

İkincisi, aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık,

Üçüncüsü, çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık,

Dördüncüsü, herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmamakla birlikte yanlış olan herkesle dost geçinmek,

Beşincisi ve en tehlikelisi, hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.

Konfüçyüs şöyle devam eder: “Şao-Çeng’de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar toplayabiliyor, aldatıcı fikirlerini parlak konuşmalarının arkasına gizleyebiliyordu. Zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu.”

Sinsi kötü niyetler birleştiği zaman millet için yıkım olur, yoksulluk artar, rüşvet ve iltimas insanları yoldan çıkarır, adaletsizlik her yere yayılır, yönetim kadrosu bozguncuların eline geçer.

Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine, bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim”

Konfüçyüs insanları tanımlarken şöyle der: “Seçkin kişi nefsini aklıyla idare eder, bayağı kişi aklını nefsiyle yönetir.”

Aklı nefsi tarafından yönetilen insanlardan, yalanlarla kendilerini gizlemeye çalışan kişiler, her devirde var olmuşlardır. Bu gibiler için Konfüçyüs şöyle seslenmektedir:

“ Ya bir yol bul, Ya bir yol aç, Ya da yoldan çekil”

Allah, Kur’an-ı Kerim’inde Fatır Suresi 35/10uncu ayette şöyle seslenir: “Her kim izzet arıyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır! O’na hoş kelimeler yükselir, onu da amel-i salih yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları hep darmadağın olur.”

Uyarılara rağmen, beşinci suç gerekçesini inatla sürdürenler kendiliklerinden çekilmezlerse, sonlarının ne olacağını anlamak için tarihe baksınlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | KONFÜÇYÜS’ÜN BİR UYGULAMASI için yorumlar kapalı

KUR’AN, ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ İPİDİR

KUR’AN, ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ İPİDİR

 

Bu sitede yayınladığımız “Allah’ın İpine Tutunmak” başlıklı yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışmıştık. Bu makalemizde, biraz daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız. Yazımıza, önceki makalemizde verdiğimiz aynı ayetle başlayalım:

Ali İmran Suresi 3/103: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”

Ayet net bir şekilde Yüce Yaradan’ın ipine sımsıkı sarılmamızı öğütlüyor. Peki, “ip” kelimesiyle ne kastedilmiş olabilir diye bakalım. Bundan hemen önceki ayetler bize bu hususta yol göstermektedir. 98 ve 99uncu ayetlerde, önce kitap ehline hitap ediliyor. Allah, yaptıklarınızı görüp dururken, niçin O’nun ayetlerini inkâr ediyorsunuz diye soruyor.

Sonra 100 ve 101inci ayetlerde iman edenlere sesleniyor.

101: “Size Allah’ın ayetleri okunup dururken ve Allah’ın Resulü de aranızda iken dönüp nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, doğru yola iletilmiştir.”

Ayetlerden anlaşıldığına göre, Allah’a sımsıkı bağlanmaktan maksat, O’nun vahiy yoluyla Resulüne gönderdiği ayetlere kalpten inanmaktır.

Hz. Muhammed’in ümmetinin ilk mensupları, Yüce Yaradan’ın ipine sarılmanın ne demek olduğunu yaşadıkları iki savaşın sonunda anladılar.

Müslümanlar, Bedir Savaşında, tek olan Tanrı’nın ipine sarıldılar. Yani Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla gelen uyarıları ve öğütleri dinlediler ve kalben inandılar. Böyle davranınca, kendilerinden 3 kat fazla olan düşmanı net bir şekilde yendiler.

Bir sonraki harpleri, Uhud Savaşı oldu. Bu savaşa giderlerken, müşriklerin sayısının kendilerinin 4 katı olduğunu biliyorlardı. Yine ayetlerdeki öğütlere uyarak gittikleri için korkmadan mücadele ettiler. Kısa sürede düşmanı bozdular ve savaşı kazanma durumuna geldiler. Ama içlerinden bazıları, Yüce Yaradan’ın ipine sarılmayı bırakıp, dünyanın ipine sarılınca, işler ters döndü. Savaşın başından beri, yerlerinde sabit durmaktan başka hiçbir şey yapmayan okçular, savaşın kazanıldığını görünce heyecanlandılar. Ganimetten daha çok pay alabilme maksadıyla yerlerini terk ettiler. Bu durum üzerine Yüce Yaradan, onlara verdiği desteği kesmiş olmalı ki, kazandıkları savaşta durum tersine dönmeye başladı.

Şimdi yaşanan bu olayla ilgili olarak kısa bir irdeleme yapalım. Savaşın sonlarına doğru ganimet peşine düşen okçular, Müslümandılar ve Allah’a inanıyorlardı. Hattâ onların imanlarının derecesinin günümüzdeki Müslümanların büyük çoğunluğundan daha fazla olduğunun işaretleri vardı. İman etmiş bu insanlar, gelen düşmanın kendilerinden 4 kat daha büyük olduğunu bildikleri halde, onlarla savaşmaya gittiler. Bu güzel insanlar, İsrailoğullarının Hz. Musa’ya verdikleri cevap gibi davranmadılar. Ölümü göze alarak savaşa gittiler.

İsrailoğullarının bu husustaki tavırları Kur’an’da şöyle anlatılır:

Maide Suresi 5/21: “Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz.”

Hz. Musa, kavmine böyle söyleyince kavmi, Hz. Peygambere aşağıdaki cevabı verir:

Maide Suresi 5/24: Dediler ki: “Ey Musa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”

Demek ki, Uhud Savaşının sonlarına doğru ganimet için yerlerini terk eden okçuların imanlarının, Hz. Musa’ya verilebilecek en kötü cevabı veren insanlarınkiyle karşılaştırılması bile düşünülemez. Bir tarafta, “Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız” diyen bir gurup insan var. Diğer yanda, kendilerinden 4 kat fazla olan guruba karşı korkmadan savaşa gidenler var. Bir yanda, tek olan Tanrı’nın, firavunların zulmünden yeni kurtardığı insanlar var. Diğer tarafta zulme uğramaya devam eden insanlar var. Dolayısıyla, iki gurubun imanlarının karşılaştırılması abesle iştigal olur.

Uhud Savaşında, yukarıda aktardığımız gibi, okçuların bu davranışlarının sonucunda işler tersine dönmeye başladı. Belki, savaş aleyhlerine dönünce bu insanlar hatalarını anladılar. Belki, Yüce Yaradan onların mahcubiyetlerini gördüğü için veya doğrudan Kendi merhametinden dolayı, bu kadar ders yeter demiş olabilir. Bunu biz bilemeyiz. Ama sonuçta, Hz. Muhammed’in askerleri, iki ateş arasında kalmalarına ve düzenlerinin bozulmuş olmasına rağmen, yenilmediler. Savaş, tabiri caizse, pata oldu.

Bu iki savaş gösterdi ki, Allah’ın yardımı, O’nun ipine sarılmakla hak edilir. Yüce Yaradan’ın ayetlerine itaat etmeyen ve dünyevi isteklerin peşinde koşanlara, yardım kesilir. Tek olan Tanrı’nın yasası budur. Bu yasa değişmez. Nitekim aşağıdaki ayetler bu gerçeği bize net bir şekilde aktarmaktadır:

Ahzab Suresi 33/62: “Allah’ın bundan önce geçenler hakkındaki kanunu budur. Ve sen Allah’ın kanununu değiştirmeye asla çare bulamazsın.”

Fatır Suresi 35/43: “(Bu da) yeryüzünde bir kibirlenme ve bir suikast düzenidir. Hâlbuki fena düzen ancak sahibinin başına geçer. O halde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda asla bir sapma da bulamazsın.”

Fetih Suresi 48/23: “Allah’ın öteden beri gelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.”

Yukarıdaki örneklerden anlaşılan o ki, hata yapmış olabiliriz. Ama önemli olan husus, yaptığımız hatayı, yani ayetlere uymadığımızı anlayıp dönmemiz ve Yüce Yaradan’dan bağışlanmamızı istememizdir.  Bu durum aşağıdaki ayette çok net anlatılır:

Ali İmran Suresi 3/135: “Ve onlar (Allah’ın öğütlerini hakkıyla tutanlar), çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler.”

Uhud’daki okçuların ganimet peşine düşmeye kalkışmalarının bir başka açıdan izahı şöyle olabilir. Bu insanlar, Yüce Yaradan’ın, Müslümanlara Bedir Savaşında yardım ettiği gibi, Uhud Harbinde de yardım ettiğine inandıkları için, savaşın kesin olarak kazanıldığını düşünmüş olabilirler. Bu sebeple de, yerlerini terk etmekte bir beis görmemiş olabilirler. Ama nasıl düşünmüş olurlarsa olsunlar, yaptıkları hareket dünyevi amaçlara yönelince, oluşan sonuç, olayın seyrinin değişmiş olmasıdır.

Bu olay aslında Yüce Yaradan’ın ayetlerine inanan bütün insanlar için, öğrenilmesi ve içselleştirilmesi gereken bir ders niteliğindedir. Demek ki, bir guruba verilen zafer, o gurubun sürekli hakkı değildir. Ama zafer, sürekli olarak Allah’ın ordularınındır.

Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın desteği sayesinde kazanan insanlar çok dikkatli olmalıdır. Mücadelelerine, dünyevi menfaat unsuru karıştırmamalıdırlar. Kibirlenmemeli, büyüklük taslamamalıdırlar. Ayrıca, nasıl olsa Tanrı bize yardım ediyor diyerek, gevşememelidirler. İnsanlığın huzurunu bozmaya kalkışanları küçük görmemelidirler. Gayretli bir şekilde çalışmalarını sürdürmelidirler. Böyle yapmazlarsa, bir gün yenilebilirler. Tarih boyunca, sürekli kazanmış bir kavim veya gurup görülmemiştir. Böyle olmasının en önemli sebebi, tek olan Tanrı’nın rızası için mücadele eden insanların, üst üste zaferler kazandıkça, kibirlenerek dünyevi düşünmeye başlamaları, çalışmayı gevşetmeleridir. Dolayısıyla, imanlarında zayıflama olmasıdır.

O halde, iman ile çalışma birlikte yürümelidir. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu, Kur’an ayetlerine, yani Yüce Yaradan’ın ipine sarılarak, Tanrı ile aradaki gönül bağını sürdürmektir.

Diğer taraftan, tek olan Tanrı’yı açıktan veya gizli olarak inkâr edenlerin varlığı, inananlardaki gevşemenin azalmasına vesile olur. Çünkü insan, nefis sahibidir. Dolayısıyla, her şeye hâkim olduğunu ve ortamın süt liman olduğunu düşünürse, büyüklenebilir. Bu nedenle, Yüce Yaradan’ı inkâr edenlere karşı her zaman hazırlıklı olmak için, tek olan Tanrı’nın ipine, yani ayetlere aynı yoldaki kardeşlerimizle birlikte sarılmalıyız. Birbirimizi ruhen desteklemeliyiz. Birimizde, kibirlenme emareleri gördüğümüzde, o kardeşimizi uyarmalı ve ona yardımcı olmalıyız.

Uhud Savaşındaki hatalarını anlayan o güzel insanlar, sonrasında kendilerine çeki düzen verdiler. Böylece, kendilerinden güçlü ordulara karşı yeni zaferlere ulaştılar. Ancak, Mekke’nin fethinden sonra sayısal olarak, ilk defa rakiplerini geçtikleri için, yine şımaranlar oldu. Nitekim Huneyn Savaşında, o güne kadarki en çok sayıya sahip ordu oluşturdular. Ama çokluklarına güvenerek kibirlenip gevşek davranmışlar ve tedbiri elden bırakarak ilerlemişlerdir. Bunun üzerine Yüce Yaradan, onları bir kez daha Uhud benzeri bir durumla karşı karşıya bırakmıştır. Böylece ikinci defa ikaz edilmişlerdir. Kaybedilmeye doğru yönelen bu savaş, Hz. Muhammed’in dirayet göstermesi sonucunda gelen Allah’ın yardımıyla kazanılmıştır.

Allah’ım, Senin gönderdiğin ayetleri anlayarak, Senin ipine sarılabilmemiz için, bizlere anlayış ihsan eyle.

Senin yolunda kibirlenmeden, yalpalamadan yürüyebilmemiz için, bütün kardeşlerimize irade gücü ver.

 

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN, ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ İPİDİR için yorumlar kapalı

HALKLAR PSİKOLOJİK TUTSAK YAPILMA YOLUNDA

HALKLAR PSİKOLOJİK TUTSAK YAPILMA YOLUNDA

 

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde halk, kendisinin hür olduğunu düşünür. Çünkü özgürlüğünü kısıtlayan fiziki engeller yok gibidir. Yeter ki, güvenlik güçleriyle dalaşmasın ve insanların gözü önünde başkasına fiziki zarar vermesin. Demokratik ülkelerde, yürürlükteki kanunlar da, insanların, fikirlerini yasalar çerçevesinde ve makul bir şekilde söylemesinin önünde engel değildir. Dolayısıyla, demokrasi ile yönetilen ülkelerdeki insanlar, kendilerini, özgür düşünceli olarak görürler.

Acaba kendilerini hür olarak gören bu insanların zihinleri, gerçekten özgür müdür? Bu konuda karar verebilmek için, insanların günlük yaşamlarını sürdürürken etkilendikleri bazı hususlara bakmak gerektiği inancındayım.

Kadınların çoğu, televizyonlardaki pembe dizilerin takipçileri konumundalar. Bu durum dünya üzerinde o kadar yaygın ki, yaşadığımız döneme “pembe dizi çağı” diyen sosyologlar var. Dizi filmlerin yapımcıları, dizinin yayınlandığı bölüm adedini uzatabilmek ve yıllarca yayında kalarak izlenebilmek için, her türlü yolu deniyorlar. Yasak ilişkiler uyduruluyor. Aile içi gizli cinsellikler gündeme getiriliyor. Her türlü aldatma ve sahtekârlık yolları, senaryolara ekleniyor. Kadına şiddet uygulayan erkekler dizinin başkahramanı oluyorlar. Dizilerin çoğundaki yolsuzluk ve soysuzluk ortamları o kadar ileri gitti ki, 1970’lerin dünyaca meşhur dizisi Dallas bile bunların yanında idare eder konumuna düştü. Diziye eklenen bütün bu karmaşık soysuzluklara rağmen, kadınların çoğu ve hattâ erkeklerin bir kısmı, dizinin yeni bölümünü seyredebilmek için, bir haftayı iple çekiyorlar.

Diğer yandan, televizyonların gündüz yaptıkları yayınların içerisinde en çok izlenenler ise, dizileri bile geride bırakacak sahtekârlıklarla dolu olan hayat hikâyeleri. Veya konulan bir ödül uğruna birbirleriyle anlamsız bir şekilde söz yarışına girenlerin yarıştığı yemek yapma gibi yarışma programları. Bu tip yayınlarda, katılanlar her gün veya her hafta değişmesine rağmen, birbirlerini sebepsiz yere suçlama, birbirinin hakkını yeme gibi hususlar hep aynı kalmaktadır. Dolayısıyla, bu programları seyredenlerin çoğu, akşamleyin seyrettikleri dizilerdeki soysuzlukları normal karşılamaktadırlar.

Erkeklerin çoğu, spor programlarının veya politik tartışmaların takipçisi konumundalar. Bu nedenle, demokratik yapıdaki evlerde tek televizyon yetmez oldu. Erkekleri cezbedecek spor veya tartışma programlarının olmadığı günler, onlar da dizi film seyrediyorlar. Ama seyrettikleri dizi filmler, savaşlar, mafyacılık gibi şiddet ağırlıklı. Böylece erkeklerin çoğu, içlerinde biriktirdikleri kızgınlıkları, ya sporculara ya hakemlere, ya rakip siyasileri savunan konuşmacılara veya filmdeki bazı karakterlere boşaltarak rahatlamaya çalışmaktadırlar.

Çocuklar ise, reklamların takipçisi. Seyrederken en çok etkilendikleri reklamlar, ihtiyaçları olmadığı halde, besleyici yönü olmayan, zekâlarının gelişmesine katkısı bulunmayan ürünlerin albenili tanıtımları. Çocuklar, reklamlarda seyrettikleri ürünleri market raflarında görünce, onu almak için direnmeye başlıyorlar. Böylece özgür düşünceye adım atmış oluyorlar!

Erkeklerin, kadınların, çocukların çoğunu yönlendiren şeyler, televizyonlarda seyrettikleri programlar olmaktadır. İnsanların, televizyonlarda seyrettikleri programlardan ne kadar etkilendiklerini anlamak için, gündüzleri arkadaşlarıyla yaptıkları sohbetlere bakmamız yeterli olacaktır. İnsanlar televizyon seyretmeseler, sanki konuşacak konu bulmakta zorlanacaklar. Televizyondan veya internetten öğrendikleri olmasa, erkeklerin çoğu, siyaseten rakip oldukları insanlara veya futbolda (ABD’de beysbol ve basketbol) rakip takımın taraftarına söyleyecek söz bulamayacaklar. Kadınlar, arkadaşlarıyla sohbet ederken, konuşmalarının önemli bir bölümünü televizyonlardaki seyrettikleri oluşturuyor. Misafirlikler bile, dizi filmlere göre ayarlanıyor. Misafirliğe gitmek isteyen hanımın sevdiği diziyi, gideceği evin sahibesi seyretmiyorsa, mecbur değillerse, o gün gidilmiyor. Evde misafir olmadığı zamanlarda evin hanımı dizi film seyrederken, aynı ortamda telefon konuşması, ev işi gibi yan işler mümkün olduğunca yapılmıyor.

Aile fertlerinin her biri başka bir program seyrediyor. Gençler ve çocuklar, bilgisayarları tercih ediyorlar. Durum böyle olunca, akşamları evlerdeki aile içi sohbetler, 50-60 kelime ile yapılıyor. Aynı evde yaşayan yabancılar olsalardı, herhalde birbirleriyle onlardan daha çok sohbet ederlerdi.

Günümüzde, artık televizyonlara, sosyal medya eklendi. Erkekler, hanımlar, gençler ellerinde akıllı telefonlarla dolaşıyorlar. Bilhassa gençlerin çoğu, aynı masada otururlarken bile, konuşmak yerine birbirlerine mesaj atarak irtibat kuruyorlar. Son on yıldır gençlerle yapılan anketlerde “en çok neyinizi kaybederseniz üzülürsünüz” sorusuna verilen en yüksek orandaki cevap, ”telefonumu” şeklinde imiş. Hâlbuki sorudaki cevap şıkları arasında anne ve babasını kaybetme seçeneği de var. İşin garip tarafı, 50 yaşın üzerindekilerin cevapları da giderek gençlere benzeyecek gibi görünüyor.

Yukarıda çok kısa olarak bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz hususlarda, eminim ki, okuyucularımız, sadece yaşadıklarından birkaç örnek verseler, sayfalarca anlatabilirler.

Şimdide, konumuzun bir başka cephesine bakalım. Siyasi kurumlarımızda, dini müesseselerimizde, vakıflarımızda, derneklerimizde, iş yerlerimizde yaşadıklarımızı gözümüzün önüne getirelim. Fikrimizi ifade etme açısından, çoğumuzun yaşamı, askeri kışla hayatı gibidir. Meşhur bir deyiş vardır. Denilir ki, bir memur, şefin yanına girerken, kendi fikriyle girer ama şefin fikriyle çıkar. Tıpkı; başkanın, kardinalin, müftünün, hahamın yanına girenlerin, komutanın yanından çıkan subaylarda olduğu gibi, kendi fikrini içeride bırakıp çıktıkları gibi çıkarlar. Konumuzla bağlantılı diğer bir deyiş de “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözüdür.

İster şehirde ister köyde yaşayalım, çoğumuzun yaşamı, yukarıda anlattıklarımıza ve atasözlerinde aktarılanlara benzer. Fakat bu gerçekliğe rağmen, biz kendimizi hür düşünceli olarak tanımlarız. Niye böyle görürüz bilemiyorum. Muhtemel sebeplerinden birisi, fiziksel sınırlarımızı görebilmemize rağmen, zihinsel sınırlayıcılarımızı göremememizdir. Bir diğer sebebi, kendimizi en akıllı gören kibrimizdir. “Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” deyişi de kibrimizin göstergesidir.

Yaşadığımız bu gerçekler, insanların büyük çoğunluğunun düşünmediğini, düşündürttürüldüğünü ortaya koymaktadır. Yani aslında çoğumuz, etken değil, edilgeniz. Bu insanların birçoğu, edilgen konumda olduklarının farkındadır. Böyleleri, düşünmeyi gerektirecek sorumlu bir makamda olmayı, bilinçli olarak istememektedir. Sorumluluk almaktan kaçmayı ve zihnini zorlamayıp, politika liderlerinin, dini önderlerinin, amirlerinin, işvereninin isteklerini uygulamayı tercih etmektedir. Hasbelkader bir makama geldilerse, burada sorumluluk almayıp, üstlerinin emirlerini yerine getirmeyi yeğlemekteler.

Bütün bu gerçeklere rağmen, demokrasi ile yönetilen ülkelerde halka sorulduğunda, insanlar, kendi akıllarıyla hareket ettiklerini söylerler. Fikirlerinde özgür olduklarına inanırlar. Ama taraftarı oldukları futbol takımını değiştirenler çok azdır. ABD halkı, kendilerinin diğer devletlerin halkından daha zeki, daha mantıklı ve daha özgür olduklarını düşünürler. Ama bir önceki seçimlerde Cumhuriyetçileri destekleyen birisinin, bir sonraki seçimde adaylar değişmesine rağmen, Demokratları desteklemesine çok az rastlanır. Diğer yandan, insanların çoğunluğu için, halen bindiği otomobili, diğer araba marka ve modellerinden daha iyidir. Kadınlarımızın çoğu için, kendi setrettikleri dizi daha güzeldir. Kolayca çoğaltabileceğimiz bunca örneklerdeki zihni tutsaklığımıza rağmen, zihnen tutsak gibi olduğumuzu, büyük çoğunluğumuz kabul etmeyiz.

Diğer taraftan, hapishanedeki insanların çoğunluğu, özgür olmadığını düşünür, ama zihnen hür olduğuna inanır. Hapishanenin duvarları, gardiyanların varlığı, kişiye özgür olmadığını net bir şekilde anlatır. Ancak, zihnimizin etrafında böylesine fiziki barikatlar olmadığından, zihin hürriyetimizi kısıtlayan etkenleri fark etmemiz zorlaşıyor.

Kapitalist sistemin tüketime alıştırdığı insanların büyük çoğunluğu, yaşamlarının ticari bir hapishaneye benzediğini kabul etmiyorlar. Daha çok tüketebilmek için, daha çok kazanmaya çabaladıklarını fark etmiyorlar. Daha çok kazanmak için, daha çok çalışıyorlar. Bu gayretlerine rağmen, çoğunluk, daha çok kazanamıyor. Bunlardan bazıları, tüketimlerinden kısmayı düşünemediklerinden, daha çok tüketebilmek için haksız gelir elde etmeye yönelmeye zorlandıklarını göremiyorlar. Daha çok tükettikçe, tüketim isteklerinin sınırları genişliyor. Çok yemek yemeye kalkıştıklarında sağlıklarına zarar verdiklerini göremiyorlar. Görenler, tüketimlerini, işlerine doğrudan yaramayacak eşyalara ve menkul değerlere yönlendiriyorlar. Böyle düşününce, tüketimde sınır kalkıyor. Sınır kalkınca, daha çok kazanmak için her yol mubah görülüyor. Gerekirse, başkalarını eziyor, onların haklarını gasp ediyor. Daha çok tükettikçe, bu haksız uygulamaları, kendisine normal olarak görünmeye başlıyor. Diğer yandan, daha çok kazanabilmek için, kazanç kapısı olarak gördüğü insanlara kulluk etmeye başlıyor. Böylece giderek içinden çıkmakta zorlandığı kısır bir çemberin içerisine giriyor.

İlginç olan, kendisinin ticari bir hapishanede yaşadığına inanmayan bir insan, kanaatkâr davranan insanları, beceriksiz olarak algılıyor. Veya onların, harama bulaşmama ve başkalarının hakkını yememe gayretlerini, zihnen tutsaklık olarak görüyor. Bahsettiğimiz bu tavır, o insanın; amir-memur, işçi-işveren, kapitalist-sosyalist gibi farklı kümelerden olmasına bakmıyor, bütün taraflarda aynı anlayış gözlenebiliyor.

Hâlbuki şöyle bir durup düşünsek, her bir insan Yüce Yaradan’ın dünyadaki vekil yöneticisi olduğunu anlayacaktır. Çünkü Allah, her insana Zatının özelliklerinden bazı yansımalar vermiştir.

Dolayısıyla, tek olan Tanrı’nın, yeryüzündeki vekil yöneticisi olduğumuzu kavrayarak bunun sorumluluğunu yerine getirmeye çabalamalıyız. İnsanların değil, sadece Yüce Yaradan’ın önünde başımızı eğdiğimiz ve Onun gösterdiği yolda yürüdüğümüz oranda, tutsağı olmaya başladığımız bu kısır çemberden kurtuluruz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | HALKLAR PSİKOLOJİK TUTSAK YAPILMA YOLUNDA için yorumlar kapalı

BİYOLOJİK SİSTEMLER VE TANRI ÜZERİNE

BİYOLOJİK SİSTEMLER VE TANRI ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız yazıların bir kısmında Tanrı’nın varlığını ve kaç tanrı olduğu hususlarını sorgulamaya çalıştık. Bu yöndeki makalelerimizin bazılarının başlıkları şöyleydi:

“Aklımıza Takılan Sorular”,

“Evrenin Açıklanamayan Ortamları Üzerine”,

“Tanrı’nın Varlığına Veya Yokluğuna Kendimiz Karar Verelim”

“Kaç Tanrı Olabilir?”

Bu yazımızda ise konuya daha çok biyolojik sistemler üzerinden yaklaşmaya çalışacağız.

Bizlerin yaptığımız yani insan yapısı olan sistemlerde, sadece fizik ve kimya yasaları geçerlidir. Belki de bu nedenle insanı inceleyen birçok bilim insanı, insanın da sadece fizik ve kimya yasalarına bağlı bir sistem olarak şekillendiğini düşünmektedir. Nitekim insanların yakalandığı hastalıkların tedavilerinde ve ilaçların oluşturulmasında bu yasalar dikkate alınmaktadır.

Hâlbuki bazı bilim insanlarının, insanlar üzerinde yaptıkları deneyler ve uygulamalar, insanların üzerinde etkili olan başka bazı sistemlerin varlığını gözler önüne sermektedir.

Bu çalışmalardan plasebo olarak adlandırılan uygulamayı çoğu okuyucumuz bilmektedir. Bu uygulamada, hekim, hastasına çok etkili bir ilaç vereceğini söyler. Bu ilacı ne zaman ve ne kadar kullanacağını anlatır. Ama verdiği, ilaç değildir. Belki de nişastalı bir karışımdır. Doktorun verdiği yalancı ilacı kullanan kişilerin birçoğunun fizyolojik ve biyokimyasal bulgularının düzeldiği gözlemlenmiştir. Bilhassa astım, mide ülseri, zona gibi hastalıklarda hiçbir ilaç özelliği olmayan ama hekimin verdiği yalancı ilaçları kullananların %66’sında iyileşme görülmüştür. Diğer birçok hastalıklarda da, yalancı ilaçları kullanan hastalarda farklı oranlarda düzelmeler tespit edilmiştir.

Bu konularda bilgi veren Prof. Dr. Hekim Mustafa Çetiner, plasebonun nasıl etkili olduğunun cevabının henüz bilinmediğini söyler.

İnsanı sadece fiziksel ve kimyasal bileşimlerden ibaret gören tıp dünyası, plasebonun nasıl tesirli olduğunun cevabını bulamazken, 1990’lı yıllarda bir de nosebo diye yeni bir yöntem ortaya çıktı.

Plaseboda, başı şiddetli bir şekilde ağrıyan insana, kırmızı kapsüllerin içerisine nişastayı doldurup, bu etkili bir ilaçtır denildiğinde, hastanın baş ağrısının geçtiğini görmekteyiz. Ancak içi nişasta dolu kapsülleri hastaya verirken, “bu çok etkili bir ilaçtır, ama hastaların bazısında şiddetli mide ağrısı yapıyor” denildiğinde, eğer hasta şiddetli mide ağrısı hissederse, bu olaya nosebo denilmektedir.

Her alanda, yapılan plasebo ilaçların verildiği hastaların %4-26’sında, nosebo etkisiyle ilacı bıraktıkları görülmüştür. Yani nişastayı etkili ilaç diye içen hastalar, iyileşme başladı ama ilacın yan etkileri oldu, midem çok ağrıdı diyerek, aslında nişasta olan ilacı kesmektedirler.

Yukarıda verilen oranlar, maddeten kalkınmış, vatandaşı mantıklı düşünen ülkelerde yapılan araştırmaların sonuçlarıdır. Aynı araştırmanın maddeten kalkınmasını sağlayamamış ülkelerde yapılması durumunda, yalancı ilaçlar sayesinde iyileşenlerin ve hattâ yan etkisi oldu diyerek ilacı bırakanların oranının çok daha yüksek olması ihtimali kuvvetlidir.

Plasebonun sebebini bilemeyen tıp bilginlerinin, insanın yapısında sadece fizik ve kimya yasalarının geçerli olduğunu varsaydıkları sürece, nosebonun cevabını bulacakları beklenmemelidir.

Aşağıda vereceğimiz bilgilerin bir kısmı, Prof. Dr. Biyolog Turan Güven’in kitabından alınmıştır. Güven’e göre, insanlarda biyoloji ve ruhani yasalar da geçerlidir. Eğer, tıp bilginleri bu yasaların da geçerli olabileceğini düşünerek araştırmalarını yapsalardı, plasebo ve nosebo konusunda mantıklı bir cevaba ulaşmaları ihtimali artardı.

Bilindiği üzere, biyoloji yasaları hayvanlarda da geçerlidir. Örneğin bukalemun, bulunduğu ortamın rengini algılar. Algılamasına göre vücudunun rengini çevreye uyarlayarak kendisini kamufle eder. Burada bazı sorular akla gelmektedir. Canlı organizmalar olan biyolojik sistemlere sahip bukalemunun bu özelliğini, Darwin’in iddia ettiği gibi, sonradan, yani zaman içerisinde kazanması mümkün müdür? Ayrıca insan yapısı bir üretimde, bukalemununki gibi biyolojik bir sistem oluşturmak mümkün müdür?

Bilhassa memeli hayvanlarda, ruhani -başka bir anlatımla- duygusal özellikler de görülmektedir. Bunların bazıları şöyledir: Yavru sahibi olan annelerdeki annelik duygularıdır. Birbirlerini incitmeden kurallar dâhilinde oynayan yavrulardır. Göçler sırasında aralarındaki yaşlıları ve yavruları korumaya çalışma gayretleridir. Verdiğimiz bu örneklerden çok daha ilginç hususlar, hayvanlarla ilgili olarak yapılan belgesellerde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla memeli hayvanlarda duygusal yani ruhani yapı vardır.

Canlı organizmaların sahip oldukları biyolojik sistemin özelliklerinden birisi, organizmanın, kendisinin benzerini üretmesidir. Hâlbuki insan yapısı bir sistemin kendisinin benzerini üretmesi mümkün müdür?

Yeryüzündeki canlı türlerinin hiçbirinin birbirinin kopyası olmadıklarını biliyoruz. Hattâ aynı türe ait canlıları da birey olarak değerlendirdiğimizde, farklı özelliklere sahip olduklarını görmekteyiz. Bilindiği gibi, hiçbir insanın parmak izi diğerine benzemez.

Biyolojik sistemlerin işleyişine baktığımızda, mükemmel bir ekonomi olduğunu görmekteyiz. Sistemin çalışmasında israf görülmez. Aksine, bir tasarruf görülür. Biyolojik sistemin işleyişindeki bu tasarruf ekonomisi, sadece madde açısından değil, enerji ve zaman açısından da geçerlidir.

Bilim insanlarının aktardıklarına göre, vücudumuzda her an yüzlerce hücre ölürken, yüzlercesi yeniden yapılmaktadır. Bir hücrenin ölümüyle madde ve enerji kaybı oluşur. Ama yeni bir hücrenin yapılabilmesi için, yeni bir maddeye, yeni bir enerjiye ve zamana ihtiyaç vardır. Bilim insanlarına göre, hücrelerin ölümü ve yeniden yapılanması sayesinde sistem ayakta kalmaktadır.

Biz insanlar olarak tek hücreyi kopyalamayı başardık. Buna rağmen çok hücreyi kopyalama ihtimalimiz çok düşüktür. Diyelim ki çok hücreyi de kopyalamayı başardık. Peki, kopyaladığımız varlığın duygusal yapısını nasıl oluşturup yöneteceğiz? Bilindiği gibi, gözle görülmesi mümkün olmayan bir hücre, kendi başına, bilgi depolama, işleme ve kopyalama sistemi olarak görev yapmaktadır.

Bu sebeple elimizde gerekli madde, enerji ve zaman olsa bile, sıfırdan başlayarak bir tek hücreyi bile yapma ihtimalimiz yok. Çünkü yapacağımız bir hücreye böylesine bilgi depolama, işleme ve kopyalama sistemi kurmamız imkânsızdır. Yapacağımız bu hücrenin kendisine bu bilgileri yüklesek bile, bu hücrenin kendisindeki bilgileri, kendisinin yaptığı hücrelere vermesini sağlamamız mümkün görünmüyor. Yani canlının vücudundaki bütün hücreleri belirli bir amaca yönelik hale getirmek imkânsızdır. Biyologlar, henüz hücreler hakkında “bir şey, nasıl belirli bir amaca yönelik olabilir” sorusunu sorarak cevap bulmamışken, yukarıda bahsettiğimiz şekilde bilgi işleme merkezine sahip “bilge hücre” yapmaları düşünülemez. Biyologların, hücredeki bilgi işleme merkezinin nasıl var olduğunu anlama yönünde gayretleri yokken, sıfırdan yapmak istedikleri bir hücreye bilgi işleme merkezini yerleştirebilmeleri mümkün müdür?

Yeryüzündeki biyolojik sistemlerin sadece gezegenimizle değil, evrenin bütünüyle uyum içerisinde olması gerekmektedir. Çünkü bilim insanlarının ifadelerine göre, evrendeki her şey, en küçük parçacıktan en büyük galaksiye kadar hareket halindeler. Dolayısıyla var olan böylesine muazzam bir hareketlilik içerisinde, bu sistemle uyumlu olmayan hiçbir şey ayakta kalmaz. Bu nedenle, böylesine muazzam, böylesine uyumlu ve hareketli sistemin kurucusunun biz insanlara göre muazzam bir akla sahip olması gerekmektedir.

Biyologlar, hayat denilen olguyu, anlamak şöyle dursun, henüz tam olarak tanımlayamadılar bile. Hayatı tanımlayamamışken, bilgi işleme merkezine sahip olan ve bu yapısını yeni hücrelere aktarabilen bir hücreyi sıfırdan yapmayı hayal bile edemezken, ölümü önlememiz düşünülemez.

Yukarıda çok kısa olarak aktardığımız hususlar, bizi düşünmeye sevk etmektedir. Düşünmemiz, bizde var olan yazılım ve donanım sistemi sayesinde mümkün olmaktadır. Sahip olduğumuz bu yazılım ve donanım, yeryüzündeki ve evrenin bize yakın bölümündeki olayları ve işleyişleri anlamamız için yeterli gibi görünmektedir. Ama nasıl işledikleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştığımız sistemleri, kendimizin sıfırdan tasarlayarak yaratmamız mümkün değildir. Çünkü böyle bir yaratma işlemi için, bizdeki yazılım ve donanımın sınırları yetersizdir. Çünkü sahip olduğumuz yazılımı ve donanımı, biz, bilerek ve isteyerek yapmadığımız gibi, kendi gayretimizle oluşmamıştır. Yazılım ve donanımımız, bizden önce var olan ve üreme kabiliyeti olan bir hücre tarafından bize aktarılmıştır. Bizim sahip olduğumuz hücrelerimizin de, üretim kabiliyetleri vardır ve bizden sonrasına bu bilgiler aktarılacaktır.

Dolayısıyla, bizdeki yazılım ve donanım, tesadüfen oluşmamıştır. Eğer tesadüfen oluştu diyorsak, milyonlarca yıl tesadüflerin oluşmasını beklesek bile, sıfırdan bir hücre yapacak yazılım ve donanıma sahip olmamız ihtimali sıfıra yakındır. Bu ihtimal sıfıra yakın iken, en küçük hücresinden en büyük galaksisine kadar hareket halinde olan bir evreni oluşturma ihtimalimiz ise, sıfırdır.

Dolayısıyla, insanlarda mevcut olan yazılım ve donanımı, bize veren gücün sahip olduğu muazzam aklın benzerine ulaşabilme ihtimalimiz sıfırdır.

Vücudumuzdaki, sayıları trilyonlara varan hücrelerin birisini bile yapamıyoruz. Bedenimizdeki küçük bir uzuv olan pankreasın görevini tam anlamıyla yapacak bir fabrika bile kurmakta zorlanıyoruz.

Yapmamız mümkün olmayan bütün bunları gelmiş geçmiş milyarlarca insana veren, milyarlarca insanın parmak izlerini birbirinden farklı yapan bir Tanrı’nın varlığını kabul etmemek hiçbir anlam taşımamaktadır.

Henüz bir hücreyi ve bir insanı yapamazken, biyosferdeki birkaç milyon türün sergilediği biyolojik çeşitliliği düşündüğümüzde, Tanrı yoktur demek, abesle iştigal etmek anlamındadır.

Kopyaladığımız bir hücreye duygusal boyut veremezken, Tanrı yoktur dememizin anlaşılır bir tarafı yoktur.

İnsanı, fizyolojik ve biyokimyasal sistemler olarak görüp, yalancı ilaçla iyileşen plasebo ve noresebo ortamları hakkında fikir yürütemeyen kişilerin, Tanrı yoktur demesi, aklın almayacağı bir reddiyedir.

Yukarıda aktardığımız gerçekleri gören ve sorgulayan bilim insanlarının, Yüce Yaradan’ın varlığını kavramaları daha kolaydır. Âlimlerin, mikroskopla bile zor görülen hücreden muazzam büyüklükteki kâinata kadar işleyişin mükemmelliğini kavradıkça, tek olan Tanrı’ya, günlük geçiminin peşinde olan insanlardan çok daha fazla saygı duymaları beklenir. Nitekim Kur’an bu hususu açık bir şekilde şöyle ifade eder:

Fatır Suresi 35/28: “…Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar…”

YAŞAM kategorisine gönderildi | BİYOLOJİK SİSTEMLER VE TANRI ÜZERİNE için yorumlar kapalı