GSYH HESAPLAMALARINDAN ANLADIKLARIM

GSYH HESAPLAMALARINDAN ANLADIKLARIM

 

Bu sitede GSYH ile bağlantılı olarak, çeşitli bakış açılarından yazılar yazdık. Maddi hesaplarla elde edilen GSYH dışında “manevi GSYH” diye nitelendirdiğimiz ölçülerin de olması gerektiğini vurguladık Bu makalemizde ise, konuyu bir başka açıdan değerlendirmeye çalışacağız.

Eskiden gayri safi milli hâsıla olarak bahsedilirken, son yıllarda gayri safi yurt içi hâsıla olarak değerlendirilmeye başlandı. Aslında hasıla sözü, tarım ürünleri, yani mahsul anlamında kullanılırdı. Sonradan başka hasılatlar da eklenildi. Böyle olunca, bir ülkede GSYH hesabının gerçeğini bilen uzman sayısı bir elin parmakları kadar kaldı.

GSYH konusun bilgi veren Rutger Bregman “Gerçekçiler için Ütopya” adlı kitabında şöyle demektedir. “GSYH hesaplamaları çok karışıktır. Giderek de içinden çıkılmaz hale getirilmektedir. Birleşmiş Milletlerin 1953 yılında GSYH’yi bulmak için yayınladıkları yönerge elli sayfadan az iken, 2008’deki son baskı, tam 722 sayfadır.”

Bu demektir ki, GSYH’nin nasıl belirlendiğini tam olarak bilen şahıs sayısı dünya çapında da çok az. Ekonomi profesörlerinin bile çok zorlandığı bir durum var. Çünkü GSYH verilerini toplamak zor. Bu veriler arasındaki ilişkileri kurmak yine ayrı bir zorluk. Bu verilerden hangilerinin kabul edileceği, hangilerinin reddedileceğine karar varmak ise çok daha zor. Bir ülkenin GSYH hesaplamasında belki de yüzlerce defa yapılması gereken bu tercihler, objektif değerlendirmelere uygun değil. Bu sebeple, sübjektif olarak yapılıyor. Bu şekilde sübjektif yöntemlerle yapılan GSYH hesaplamalarını, hesaplayanlardan başkasının anlaması zor. Aynı verileri, birbirinden habersiz farklı gurupların eline versek, her gurup ayrı sonuç çıkarır.

Böyle olmasının temel nedeni, “ekonomi” sözünden ne anladığımız hususundaki muğlaklıktır. Eskiden ekonomiden kasıt, üretim idi. Hattâ, yazının başında belirttiğimiz gibi, sadece tarım ürünleri üretimi idi. Fakat modern iktisadın kurucusu olan Adam Smith, bu tanıma imalat konusunu da eklemişti. Ancak her Nobel ödüllü veya ünlü! ekonomist yeni eklemeler yapınca, ekonomi kavramının anlamı değişti. Günümüzdeki modern ekonominin üçte ikisi, hizmet alanından sağlanmaktadır. Bu durumu modern iktisadın kurucusu Adam Smith görseydi, ne düşünürdü bilemeyiz, ama ekonomi kavramının şimdiki anlamını bilemezdi herhalde.

Günümüzdeki algılanışta “ekonomi”, artık üretilen nesneler değildir. Ekonomi, sadece bir fikir, bir soyut kavramdır. Dolayısıyla, soyut bir şeyi nasıl ölçebilirseniz, GSYH’yi de ancak o kadar ölçebilirsiniz.

GSYH kavramının temelini atan kişi, Rus asıllı Amerikalı Profesör Simon Kuznets. Belki kendisi de şaşırmıştır, ama GSYH fikri, çok hızlı kabul gördü. Bu fikir öyle hızlı gelişti ki, Rutger Bregman’a göre, bazı tarihçiler, atom bombasının bile, GSYH’nin önemi yanında sönük kaldığını ifade ettiler.

Bregman bu durumu bazı rakamlar vererek açıklıyor. 1900’lerin başlarında ABD’de ekonomist kadrosunda çalışan kimse yok iken, bundan kırk yıl sonra, tam 5.000 kişi çalışır hale gelmiş. 1950’lerden itibaren de ekonomistler, ülkenin en aranılan insanları haline gelmişler. Gazeteler, ya spor konularında haberleriyle ya da bünyelerindeki ekonomistlerle etkilerini artırmaya başlamışlar.

Sayıları hızla artan ekonomistler, belki de, toplumda yeni kazandıkları yerlerini korumak adına, yeni anlayışlar ve hedefler oluşturmuşlar. Geçmiş dönemlerde ve hattâ Keynes, Kuznets gibi dönemlerine damga vuran insanların yetiştiği 1900’lü yılların başlarında bile, ekonomi denildiğinde “toplum” akla gelirdi. Hedef, toplumun gelişmesi idi. Fakat 1950’lerden sonra ekonomistlerin hedefi, “ekonomiyi büyütmek” oldu. Bu hedefi de, daha dar bir alana hapsettiler. Hedef artık, GSYH’yi büyütmek oldu.

Peki, büyütülmek istenilen GSYH’den ne anlamalıyız. Çok karmaşık olan GSYH hesaplamalarını biz tam bilemeyeceğimiz için, kamuoyu önünde açıklanan bazı bilgiler ışığında fikirlerimizi belirteceğiz.

Uygulamalardan yola çıkarak, genel anlamda GSYH için şöyle bir tanım yaparsak, herhalde yanılmamış oluruz. Üzerinde fiyat olan her şey, GSYH’ye dâhildir. Üzerinde fiyat olmazsa, hesaplamalara girmez.

Aldığımız bir nesne veya hizmet için herhangi bir ücret ödediysek, GSYH’ye faydamız olur. Ücret vermemişsek veya ödediğimiz halde bunu resmileştirmemişsek, GSYH hesaplarına hiçbir katkımız olmaz. Ödediğimiz ücreti, gerçeğinden düşük göstermişsek, katkımız daha az görünür.

Bu hususta bazı örnekler vererek, GSYH hesaplamalarının sonuçlarını anlamaya çalışalım.

Evde veya işyerinde, işlerimizi kendimiz görüyorsak, başkasına ücret ödemiyorsak, GSYH’ye hiçbir faydamız olmuyor demektir. Bir ev hanımı, evindeki temizlik ve yemek işlerini kendisi yapıyorsa, GSYH hesaplayanlarına göre kötü bir vatandaştır. Ama temizlik için, resmen ücret ödeyerek başkasını çalıştırırsa iyi bir vatandaştır. Ailecek yenilen yemekleri evde kendisi yapmak yerine dışarıda restoranlarda yemeğe giderlerse, GSYH hesaplayıcıları tarafından iyi bir eş olarak değerlendirilir.

Bir anne çocuğunu anne sütü ile besliyorsa, GSYH’ciler açısından kötü bir annedir. Ama hazır satılan çocuk mamaları ile besliyorsa, GSYH hesaplayıcılarının takdirini kazanır.  Çocuklarının dersleriyle ilgilenen, evde onlarla vakit geçiren, onların iyi bir fert olması için emek veren aileler, GSYH hesaplayıcılarının istemediği davranışları sergilemişlerdir. Çünkü ebeveynlerin bu yaptıkları GSYH hesaplarına girmez.

Hâlbuki bu ebeveynler, çocuklarıyla ilgilenmeselerdi, onların uyuşturucuya veya kumarhanelere alışmasının önünü açsalardı, çocuklarına özel öğretmen tutsalardı veya dershaneye gönderselerdi, GSYH hesaplarını artırırlardı. Böylece GSYH hesaplayıcıları tarafından takdir edilirlerdi.

Eğer, sağlıklı olabilmek için kendine dikkat ediyorsan, yürüyüşler yapıyorsan, her insanın yakalanma ihtimali olan kansere yakalanmamışsan, dolayısıyla hastanelere pek gitmiyorsan, GSYH hesaplamalarına girmeyeceğin için, onlar açısından kötü bir vatandaşsın demektir. Ama kendine bakmaz, üşütür, obez olur, vb sebeplerle hastalanıp hastanelere gidersen, tahliller ve sayısız işlemler yaptırdıktan sonra, başka organlarına zarar verebilecek ilaçları alırsan, GSYH’cilere göre iyi vatandaşsındır.

Bir hasta, tekerlekli sandalyede veya yatalak konumda iken, ona aile fertleri evde kendileri bakıyorlarsa, GSYH yerinde sayıyor demektir. Ama hastayı, rehabilitasyon (iyileştirme) merkezlerine veya bakımevlerine atarlarsa, GSYH’nin artmasına hizmet etmiş olurlar. Aynı zamanda kendileri de sıkıntıdan kurtulmuş olurlar.

“Ev kedisi” tabir edilen bir yapın varsa, dışarıda gözün yoksa batakhanelere gitmiyorsan, zina yapmıyorsan, GSYH hesaplarına bir katkın yok demektir. Ama gözün dışarıda olur, dışarıda her türlü ahlak dışı işleri yapabileceğin merkezlere gidersen, GSYH hesaplarını artıracağın için, faydalı vatandaş olursun.

Uysal bir vatandaş isen, GSYH’ye ciddi bir faydan yok denilebilir. Hâlbuki suç işlersen, ortağınla anlaşamayıp ayrılırsan, borcunu ödemezsen, eşinden boşanırsan, GSYH’ye katkın artar. Çünkü avukatlara, muhasebecilere ödemeler yapmak zorunda kaldığın için GSYH’yi artırmış olursun.

Uysal bir vatandaş olarak trafik kurallarına uyuyorsan, ceza almıyorsan, kaza yapmıyorsan, GSYH hesaplayanlarınca kötü bir vatandaşsın demektir. Yollar bozuksa, trafik lâmbaları sıkça söndüğü için trafik kitleniyorsa, GSYH artıyor demektir. Ne kadar çok benzin satılır, ne kadar çok tamirat işi çıkarsa, GSYH o kadar artar.

Ayağını yorganına göre uzatıp kredi almadan, faiz vermeden yaşıyorsan, GSYH’ye katkın az olur. Ama kredi alır, harcamalarını ayarlayamaz çok harcarsan, GSYH’ye katkın artar. Eğer, aldığın kredileri zamanında değil de gecikmeli olarak ödüyorsan, katkın daha çok artar. Kredi olarak verilen paralar, GSYH hesaplayıcılarının çok sevdiği bir şeydir. Çünkü ekonomi çarkını çevirmeye yarar. Hâlbuki bankalar tarafından, gerçekte olmayan paralar kredi olarak verilmiştir. Bizim aldığımız bu krediler, bankanın kendi öz sermayesinden verilmemektedir. Bu durumu, devlet para basmasına benzetebiliriz.

Ülkede yangın çıkmaz, sel ve deprem felâketleri olmazsa, GSYH normal seyrinde devam eder. Ama yangınlar çoğalır, sel ve depremler ne kadar çok tahribat yaparsa, onarım ve yenisi için yapılacak harcamalar, GSYH’yi o oranda artırır.

Küreselleşen dünyada internetin ve iletişimin yaygınlaşması, aslında GSYH hesaplayıcılarının hiç hoşuna gitmez. Eskiden, bilgi edinmek için ansiklopediler, kitaplar alırdık. Benzer şekilde, müzik dinlemek için para ödeyerek ilgili aygıtlarını satın alırdık. İnternet sayesinde, artık bunlara ödediğimiz paralar iyice azaldı. İster herhangi bir hastalığımız konusunda, ister yapmak istediğimiz bir işle ilgili yöntemler konusunda bilgi toplamamız da artık bir tık uzaklığında.

Eğer uzaklardaki aile efradımızla veya dostlarımızla telefon aracılığıyla konuşuyorsak, GSYH’ye az da olsa katkımız olur. Ama internetteki sistemler üzerinden (skype, ovoo gibi) konuşuyorsak, isterse saatlerce hem de görüntülü görüşelim, ek bir ücret ödemiyoruz. Dolayısıyla GSYH, yerinde sayıyor.

Gezegenimizin temiz havasını muhafaza etmek için ağaç diker, çiçek eker, yeşil alan oluşturur, fakat bunları kesip satmazsak GSYH’ye bir faydamız olmaz. Diğer taraftan, yaptığımız bir imalattan daha çok kâr elde etmek için, havanın kirlenmesine aldırmazsak, yaptığımız üretim GSYH’nin artmasına vesile olur. İşin ilginç yanı, kirlettiğimiz havayı kısmen temizlemek için yapılan masraflar da GSYH’yi ayrıca artırır.

Bir ülkenin toprak genişliği az, nüfusu çok ise, bu durum GSYH’nin artması için istenilen bir ortamı oluşturur. Çünkü gayrimenkul fiyatları, diğer benzer ülkelere göre daha yüksektir. Böylece o memleketin GSYH’si benzer şartlardaki diğer ülkelerinkinden fazla çıkar.

Bizim yukarıda sıraladığımız bu örneklerin çok daha fazlasını, hayatın içerisinden gelen her okuyucu verecektir. Bu sebeple, biz örnekleri burada bitirerek, işin bir başka boyutunu ele alacağız.

Hedefleri toplumu geliştirmek değil, sadece “ekonomiyi büyütmek” olan ekonomistler, GSYH hesaplamalarının sınırını her yıl daha fazla genişletmelerine rağmen, arzu ettikleri sonuca ulaşamadıklarını düşünmüş olmalılar ki, yeni bir yöntem geliştirdiler. Yukarıda saydığımız şekliyle, GSYH’yi artırmak için, vatandaşı suç işlemeye, çocuklarıyla ilgilenmemeye, sağlığını korumamaya, hastalarına bakmamaya, trafik kurallarına uymamaya yönlendirmeleri yetmedi.

“Ekonomiyi büyütmek” adına, GSYH hesaplamalarına, mafyanın, karaborsacıların, vergi kaçıranların yaptıkları ekonomik faaliyetleri de ilave ettiler. Tabiatıyla bu faaliyetlerin tamamı hakkında, mafyanın kendisi bile tam bir hesap yapamadığı için, GSYH hesaplayıcıları da tahminler yürüterek sorunu çözdüler. Böylece halk bir gecede ve yattığı yerde zengin oldu. İşin en ilginç yanı, bu tuhaf hesaplama yönteminin uygulamaya başlatıldığı bütün ülkelerin halkı -en azından iktidar taraftarları- GSYH’deki artışı ciddi bir sevinçle karşılanmasıdır.

Bu yazımızdan ve aynı konuyla ilgili önceki makalelerimizden anlaşılan o ki, GSYH uygulaması kesinlikle hatalıdır. GSYH rakamları bu haliyle, bir ülkenin gerçek gücünü göstermez. Mutlaka başka sistemler ve yöntemler bulunmalıdır. Yeri ve zamanı geldikçe çözüm konusundaki fikirlerimizi paylaşmaya devam edeceğiz.

Ekonomi kategorisine gönderildi | GSYH HESAPLAMALARINDAN ANLADIKLARIM için yorumlar kapalı

TOPLUMSAL VE KİŞİSEL SORUNLARIN TEMELİNDE EŞİTSİZLİK VARDIR

TOPLUMSAL VE KİŞİSEL SORUNLARIN TEMELİNDE EŞİTSİZLİK VARDIR

 

Bilindiği gibi, bir insanın istek ve arzularını belirleyen en etkili unsur, nefsidir. Nefsin isteklerini yönlendiren ve tesirli olan etkenlerden biri, çevredir. Kişi, seçimini yaparken, çevresindeki insanların hem sahip olduklarından hem de onların yaptıklarından etkilenir. Bu etkilenme, hepimiz için geçerlidir. Değişen, sadece etkilenme oranımızdır.

Bir insanın, çevresinden etkilenmesinin oranını belirleyen en önemli şey, iradesidir. Kişi çevresinden gelen etkilere, iradesine hâkimiyeti yönünde cevap verir. İradesine hâkimiyeti arttıkça, etkilenmesi azalır. Bir şahsın iradesini kullanabilmesi, sahip olduğu bilgilerin kaynağına olan güvenle doğru orantılıdır. Eğer, iradesini besleyen kaynak, ilâhi nakillerden öğrendiği bilgiler olursa, ilk akla gelen, o kişinin iradesine daha çok hâkim olacağı şeklindedir. Fakat gerçekte böyle olmamaktadır.

İlâhi kaynaklardan geldiğine inandığı nakli bilgileri öğrenmesine rağmen, insanların iradelerine hâkim olmakta zorlanmalarının sebebi, yine çevresidir. Bir kişi, ilâhi kaynaklarda yazılı olan bilgilerin birçoğunu bilmesine rağmen, yine de çevresinin etkisiyle davranır. Çevresindeki benzer bilgilere sahip olan diğer insanların davranışlarıyla, aynı yönde hareket eder. Yani, ilâhi kaynaklar hakkında bilgisi olan kişinin bile, istek ve arzularını etkileyen en önemli etken çevresidir. Dini bilgilere sahip bir insan, “dini bütün” olarak gördüğü bir başkasının davranışlarını takip eder. İnsanlar, dini bütün insanın tavsiyelerine ve anlattıklarına değil, onun davranışlarına bakarlar. Çünkü yaptığı tavsiyeleri değil, onun davranışlarını, kendi nefislerinin isteklerine daha uygun bulurlar. Diğer bir deyimle, tavsiye ettiği ve sabır isteyen şeyler değil, o şahsın yaptığı ve kendi anlattıklarıyla çelişen davranışlarına uymak, insanların işine gelir.

İstek ve arzularımız hususunda, çevremizden ne kadar etkilendiğimizle ilgili bir oran vermek çok zordur. Belki de verilemez. Ama bu etkilenmenin, ergenlik çağındaki gençlerde, yaşlılara göre daha fazla olduğu açıkça görülmektedir. Ergenlik çağındaki gençlerin çevrelerinden etkilenmeleri, yine kendi yaşıtlarından olmaktadır. Daha yaşlı insanların davranışları gençleri daha az etkilemektedir. Bu husustaki bazı fikirlerimizi “Şımartılan Yeni Nesli Bekleyen Gelecek” isimli makalemizde ifade etmiştik. Zaten çevremizdeki gençlere şöyle bir “alıcı gözle” baktığımızda, birbirlerinden ne kadar çok etkilendiklerini müşahede ettiğimizi görürüz.

İnsanlar yaşlandıkça da, çevrelerinin etkisinde kalırlar. Ama bu defa yaşı ilerlemiş şahısların istek ve arzularını belirleyen en önemli amil, çevrelerindeki eşitsizlik olmaktadır. Çevremizde gördüğümüz eşitsizliğin miktarı arttıkça, bu durum giderek, bütün davranışlarımıza yansımaktadır. Elbette çevredeki eşitsizlikten, her insan aynı yönde ve aynı oranda etkilenmez. İrade dediğimiz güç, burada da devreye girer. Fakat göstereceğimiz irade, bizim sadece eşitsizlikten etkilenme şiddetimizi belirlemez. Bizim etkilenme yönümüze de tesir eder.

Çevremizdeki zenginleri görerek, kimimiz hırs yapar ve daha çok gayret ederek kendimizi de zengin yapmaya çabalarız. Kimimiz kısa yolu tercih eder, zenginlerden çalarak maddi sıkıntımızı aşmaya uğraşırız. Günümüz insanlarında görülen ve depresyon diye nitelediğimiz hastalığın bile en önemli sebebi, çevremizde gördüğümüz eşitsizliktir. Psikologların para kazanmalarının altında yatan nedenlerin başında, insanların yaşadıkları eşitsizlik gelmektedir. Psikiyatriste gidenlerin bir kısmının sorunlarının temelinde, onların çocukluklarında yaşadıkları olaylardan etkilendikleri kanaati vardır. Eğer böyle bir sebep var ve çok etkiliyse, bu nedenin temelinde de o insanların çocukken yaşadıkları eşitsizlikler vardır. Yaşadıkları bu eşitsizlik, hem doğrudan kendilerinin yaşadıkları olabilir, hem de ebeveynlerinin, çevrelerindeki eşitsizliklerden etkilenerek çocuklarına karşı oluşturdukları hatalı davranışlarıdır.

İnsanların hayata bakışlarını etkileyenlerin başında, eşitsizlik gelir. Zenginlere, kurallara, siyasete bakışımızı eşitsizlik şekillendirir. Ülkedeki kurumlara olan güven, toplumdaki eşitsizlikle doğru orantılıdır. Bir ülkede adaletin işleyip işlemediğine yani adalete güven konusunda, kararımızı etkileyen en önemli faktör, eşitsizlik hakkındaki düşüncemizdir.

Aile içerisindeki davranışlarımıza bile tesir eden en önemli amil, eşitsizliktir. Aile içerisindeki eşitsizlik, sadece maddi açıdan değildir. Gösterilen sevgi, güleryüz veya azarlama gibi davranışların eşit dağıtılmamasından da ileri gelir. Mutluluğumuzu olumsuz yönde etkileyen önemli faktörlerden birisi de yine, eşitsizliktir. Bazı insanların içki ve uyuşturucuya başlamalarının temelinde, yaşadıkları eşitsizlik vardır.

Hattâ bazı insanların zayıf veya obez olmalarının temelinde bile eşitsizlik vardır. Kimi insan, yiyecek bulamadığından yiyemez ve zayıf kalır. Kimi şahıslar da, kolay kazandığından çok yer şişman olur. Kimisi ise, çevresindekilerin kilolarından etkilenerek zayıf veya obez olur. Eşitsizliğin etkilediği diğer davranışlarımız konusunda, burada ayrıntılı bilgi vermemize gerek yoktur. Biz bazı konulardan bahsetsek bile, okuyucularımız mutlaka, eşitsizlikten etkilenen birçok yeni alan olduğunu bizden daha iyi göreceklerdir.

Elbette her davranışımızın temeli sadece eşitsizlik değildir. Ama sorunlarımız eşitsizlikle doğru orantılıdır. Bütün araştırmalar, eşitsizlik azaldıkça, sorunlarımızın da azaldığını ortaya koymaktadır. Fakat işin ilginç tarafı, eşitsizlik arttıkça, sorunlarımız içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır.

Eşitsizliğin sebep olduğu bu sonuçlar, sadece ülke içi bir sorun değildir. Eşitsizlik, insanları önce, aile içerisinde etkilemeye başlar. Yakın çevresindekilerin davranışlarını etkileyerek devam eder, sonrasında bütün dünyaya yayılır.

Bu nedenle, kişisel yapımızdaki düzgünlüğün ve insanlığın geleceğindeki güzelliklerin önündeki en önemli engel eşitsizliktir. Bu eşitsizlik, sadece fakirleri etkilememektedir. Terazinin ağır kefesindeki zenginleri ve güçlüleri de olumsuz yönde etkilemektedir. Bu etkilenmenin nasıl olduğu hususunda, “zenginlik üzerine” bu sitede yazdığımız çeşitli makalelerimizde düşüncelerimizi belirttik.

Bütün insanlar, az veya çok, eşitsizlikten etkilendiğine ve insanlar arasındaki nefretin en önemli kaynağı eşitsizlikler olduğuna göre, çözüm üretmek de hepimizin sorumluluğundadır. Eşitsizliğin, sadece maddi alanda değil, sözlerimizin tutulup tutulmaması, duygularımızın karşı tarafa yansıtılması gibi manevi alanlarda da olduğu gerçeği, hepimizin sorumlu olduğumuzun bir göstergesidir. İster zengin olalım ister fakir, ister sevgi sahibi olalım ister kin dolu olalım, her birimizin yapabileceği şeyler vardır. Yapılabilecekler konusunda, zaten çeşitli makalelerimizde çözüm tekliflerimizi serdettik. Konunun sırası geldikçe, yeni çözümler hakkındaki fikirlerimizi aktarmaya devam edeceğiz.

Sosyal kategorisine gönderildi | TOPLUMSAL VE KİŞİSEL SORUNLARIN TEMELİNDE EŞİTSİZLİK VARDIR için yorumlar kapalı

KURALLARI SADECE İNSANLAR KOYARSA, DÜZEN KURULAMAZ

KURALLARI SADECE İNSANLAR KOYARSA, DÜZEN KURULAMAZ

 

23 Müminun Suresi 71: “Eğer Hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler.”

Yukarıdaki ayetin başında Yüce Yaradan net bir ifade kullanıyor. Eğer diyor “Tanrı, insanların bazılarının kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunların arasında bulunan kimseler bozulur giderdi.”

Ayetin ilk ifadesi, göklerin ve yerin de bozulacağı şeklindedir. Bu anlatımı iki farklı açıdan değerlendirmek mümkündür. Birincisi, cansız olarak nitelediğimiz varlıklardaki bozulmadır. Bu durumu Fussilet Suresi 11inci ayetinden anlamaktayız:

41 Fussilet 11. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.” dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik” dediler.

Demek ki, göğün ve yerkürenin birlikte olması seçimini onlara bırakmadı. Eğer onlara bıraksaydı, bir düzen kurulamazdı. Bazı ateistlerin doğadaki düzenin kendiliğinden olduğunu iddia etmelerinin bir anlamı olmadığını, bu sitede yayınladığımız “Evrenin Yaratılış Sebepleri Üzerine” başlıklı makalemizde ünlü bilim insanlarının bulgularından ve bazı düşünürlerinin ifadelerinden faydalanarak ifade etmeye çalışmıştık.

İkincisi, insanların bilimdeki gelişmeleri hırslarının aracı yapmalarıyla gerçekleşebilir. Nitekim yerküredeki doğal düzen aksamaya başlamıştır. Bu gidişin durdurulmaması halinde, insanlık olarak geleceğimizin karanlık olduğu inancı genel kabul görmektedir. Bu nazik durumu fark eden bazı guruplar şimdiden vaziyeti düzeltmek için çalışmalara başlamışlardır.

Beklenildiği gibi, insanların bilimsel çalışmaları hızlanarak sürecektir. Bilim insanlarının elde ettikleri bazı yeni bulguları, kendi şahsi hırsları uğrunda kullanacak bazı şahıslar ise, her zaman olacaktır. İleride elde edilecek yeni bulguların, yanlış insanların kötü kullanımıyla, yerküreyi saran atmosfere nasıl bir kötü etki yapacağı bilinemez. Hattâ atmosfer dışında daha geniş alanda bile kötü etkisi görülebilir.

Ayetin devamında, gökler ve yerin haricinde ikisi arasında bulunan kimselerin de bozulacağından bahsedilmektedir. Ayetteki “kimseler” ibaresinden ne anlayacağımızı belirlemek için Kur’an’a bakalım. Kur’an’a göre bu ifadeyle, insanlar, cinler ve melekler kastedilmektedir. Meleklerin bozulmasının mümkün olmadığını düşünebiliriz. Ama unutmayalım ki, şeytan da bir melektir.

Ayetteki “kimseler” sözüyle başka kastedilen şuurlu varlıklar da olabilir. Bu durumu biz bilmiyoruz. Fakat aşağıdaki ayetin ifadelerinden bazı şuurlu varlıkların olabileceğinin sinyalini alıyoruz:

17 İsra Suresi 70:  “Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları (insanları) yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”

Bu ayetle ilgili düşüncelerimizi “Allah’ın Bizleri Vekil Yönetici Kıldığı Yeryüzüne, Sahip Çıkalım” başlıklı makalemizde ifade ettiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

Aslında, ayette bahsedilen “kimseler” sözünü biz insanlara söylenmiş olarak değerlendirmemiz, daha uygun olur. Çünkü bizim için önemli olan, biz insanların konumudur. Asıl olan, bizim bu ayetten ne öğrendiğimiz ve ne ders alacağımızdır.

Ayette insanlar arasındaki düzenin bozulmasının sebebi olarak, Yüce Yaradan’ın bazı insanların kötü arzu ve isteklerini yerine getirmesi şeklinde ifade edilmiştir. Ayetin devamından anlaşıldığına göre, Allah, bazı insanların kötü arzularına hiçbir zaman uymaz. Aksine insanları yeryüzündeki vekil yöneticisi olarak gördüğü için, onlara şan ve şeref vermeye çalışır. İnsanların şan ve şeref elde edebilmeleri için de, onlara zaman zaman elçiler göndermiştir. Son olarak da Hz. Muhammed (s.a.v.) aracılığıyla insanlara yol gösterici olarak Kur’an’ı göndermiştir.

Kur’an’a uyarsak insanlık olarak huzur buluruz. Bu konuda yine bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalemizde fikirlerimizi ifade ettik. Zaten okuyucularımız, Yüce Yaradan’ın kendilerine verdiği akıl, vicdan ve irade sayesinde, hiçbir açıklamaya gerek kalmadan, huzur bulmak için Allah’ın gösterdiği yoldan gitmeleri gerektiğini kavrayacaklardır.

İnsanların bazısı, Kur’an hükümlerinin yerine, bilimsel yöntemlerle kurallar ortaya koyarak da huzura erişebileceklerini düşünürler. Bu anlayış, bazı dönemlerde geçerli imiş gibi görünebilir. Fakat unutulmamalıdır ki, bilimsel kuralların en önemli özelliği yanlışlanabilir olmalarıdır. Çünkü yanlışlanabilir olmazsa bilim ilerlemez. Yeni bilgi ve bulgulara ulaşılamaz.

Diyelim ki bilimsel bakış açısından bir kural koyduk. Ancak bu kuralın ne kadar bir süre geçerli olacağı belli olmaz. Ne zaman yanlışlanırsa, o an yeni kural devreye girer. Bu durumda, haram ve helali belirleyen, yasak veya geçerli olan anlayışları kapsayan kurallar, sık sık yanlışlandıkları için sürekli değişirler. Hattâ sadece zaman içerisinde değil, yaşanılan bölgeye göre de değişirler.

Böylesine değişken kuralların olması, insanların inançlarını zayıflatır. Nasıl davranmaları gerektiği hususunda, aralarında hiçbir zaman anlaşamazlar. Anlaşabilecekleri bir temel kurallar zinciri olmayınca, insanların huzur bulmaları düşünülemez.

Demek ki, insanların huzurlu bir yaşam sürdürebilmeleri için, adil ve rahmeti bol bir Yaratıcının belirlediği evrensel kurallara ihtiyaç vardır.

Allah’ım, insanların, Senin koyduğun kuralları anlayıp uygulayarak huzur bulabilmeleri için, onlara lütfunla, yardımcı ol Allah’ım, yardımcı ol Allah’ım, yardımcı ol Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter Allah’ım.

Sosyal kategorisine gönderildi | KURALLARI SADECE İNSANLAR KOYARSA, DÜZEN KURULAMAZ için yorumlar kapalı

ŞIMARTILAN YENİ NESLİ BEKLEYEN MUHTEMEL GELECEK

ŞIMARTILAN YENİ NESLİ BEKLEYEN MUHTEMEL GELECEK

 

Sosyologlar ailelerin yapısından bahsederken, eskiden “pederşahi” olarak tanımlarlardı. Diğer bir deyimle “ataerkil” aile şeklindeydi. Günümüz için ise, bu anlayış değişti. Artık ailelerin yapıları “çocukşahi” olarak niteleniyor. 1980’lerden itibaren maddeten kalkınmış ülkelerde başlayan bu değişim, küreselleşmenin etkisiyle bütün dünyaya hızla yayılıyor.

Artık aileler çocuklarını yetiştirirken onlara “sen özelsin” hissini veriyorlar. Çocuklarına bu duyguyu vermeye çalışan aileler eskiden de vardı. Ama gençlerin içerisinde ,kendilerini bu şekilde “özel” görenlerin sayısı hızla artıyor. ABD’de yapılan araştırmalarda 1950’lerde kendini “özel” gören ergenlik çağındaki gençlerin oranı %12 civarında iken, günümüzdeki gençlerin %80’i “özel” olduklarına inanmış. Bu anlayıştaki gençler, ne isterlerse olabileceklerini düşünüyorlar.

Çocuklara “sen özelsin” denilince veya öyle davranılınca, çocukların seçimlerine karışılmıyor. Neredeyse, aldıkları her karar, aileleri tarafından madden ve manen destekleniyor. Bu durum, gençlerin özsaygılarını artırıyor. Özsaygıları aratan gençlerin çoğu, kendisini akıllı ve çekici olarak tanımlıyor. Elbette kendilerini bu şekilde görmelerinin faydası var. Ama bu anlayışları narsizmle beslenirse zararlı olur. Hem kendileriyle hem de çevreleriyle barışık olamazlar.

Çünkü hayata atıldıklarında karşılaştıkları ortamlar ve olaylar, düşündüklerinden çok farklı olmaktadır. Gençler, yaşları ilerledikçe, bir taraftan katı ve acımasız bir rekabetle karşılaşıyorlar. İşsizlik ne demektir öğrenmeye başlıyorlar. İşsiz kalmaları, kendilerinin özel olmadığını, sert bir şekilde anlamalarına sebep oluyor. Böylece dünyanın, yani hayatın soğuk yüzüyle karşılaşıyorlar. Bir taraftan da, dünyadaki sınırsız gibi görülen imkânlarını fark etmeye başlıyorlar. Böylece hayatın soğuk yüzü ile dünyanın sınırsız imkânları arasında bocalamaya başlıyorlar.

Bu bocalamaları, başarısızlıklarını artırıyor. “Sen özlesin”, “sen ne istersen olabilirsin” diyerek yetişen gençler, başarısızlıkla karşılaştıklarında şaşırıyorlar. Suçu kendilerinde aramak yerine, önce ebeveynlerini sonra çevrelerindekileri suçlamaya başlıyorlar.

1990’lardan itibaren, bu durumlarla karşılaşan gençlerin sayıları giderek artıyor. Üst üste birkaç başarısızlık yaşayan gençlerde gelecek kaygıları başlıyor. ABD gibi ülkelerde yapılan araştırmalar, gençlerdeki gelecek kaygısının boyutlarının tahmin edilenden fazla olduğunu gösteriyor. Araştırmalara göre, 1950’lerde psikoloğa giden psikiyatri hastalarının gelecek kaygıları, 1990’lardaki ergenlik çağı gençliğininkinden daha az imiş. Yani gençlerdeki kaygı, eski dönemdeki hastalardan fazla.

Anlaşılan o ki, yaşadıkları rahat ve zengin sayılabilecek ortamlara rağmen, ergenlik çağındaki gençler arasında, depresyon sorunu çok yaygınlaşmaktadır. Bu hususu araştıran Dünya Sağlık Örgütü, endişe etmemiz gereken bir tahmin yürütüyor. Dünya Sağlık Örgütüne göre, 2030 yılında, depresyon, hastalık sebepleri arasında bir numaraya yükselecek. Depresyonun tetikleyeceği diğer hastalıklar ve sorunlar hakkında, bu sitede yayınladığımız “Maddi Kalkınma Hırsının Getirdiği Bazı Sıkıntılar” başlıklı makalemizde fikirlerimizi ifade etmiştik.

Çocuklukları ve ergenlik çağlarına benzemeyen bir dünya ile karşılaşan gençler, erken yaşta çöküntü yaşamaya başlıyorlar. Çünkü mücadele güçleri yetersiz. Çünkü zorluk yaşamamışlar. Bilindiği gibi, yoksulluk sınırında olmayan bir insanı, yaşadığı sıkıntılar güçlendirir. Hâlbuki “sen özelsin”, “sen ne istersen olabilirsin” denilerek yetişen gençler, kolayca kariyer yapacaklarını düşlüyorlar. Fakat genç yaşta, kariyer sahibi olmak yerine, kariyer çöküntüsü yaşamaya başlıyorlar.

Çocuklara ve gençlere öğütlediğimiz bir başka husus da “kendin ol” tembihidir. Bu öğüdü alan genç, çıtayı yükseltiyor. Çıtayı yükselttikçe, bu defa, ulaşmakta zorlanıyor. Zorlandıkça, tatminsizlik başlıyor. Tatminsizlik, iş beğenmemeyi doğuruyor. İş beğenmeme işsizliği tetikliyor. “Sen özelsin” diye yetişen bir genç için işsizlik demek, yukarıda ifade ettiğimiz depresyon demektir. Son araştırmalar, gençlerde, antidepresan ilaçların kullanımının hızla arttığını gösteriyor.

Peki, gençler bütün bunları yaşarken bizler ne yapıyoruz? Konulara nasıl yaklaşıyoruz? Bizim yaklaşımımız gençlerin sorunlarına çözüm olacak yönde değil. Biz (ve diğer gençler) , gençlerin yaşadıkları tatminsizlik, işsizlik ve sinirlilik gibi sorunları, ferdi meseleler olarak değerlendiriyoruz. Kişinin kendi yapısıyla ilişkilendiriyoruz. Hâlbuki gençlerin yaşadıkları bu sorunların hepsi, hepimizin yaşayabileceği toplumsal sıkıntılardır.  Biz, meseleyi kişiselleştirerek değerlendirince, gençlere tavsiyelerimiz de o yönde oluyor. Genç, işinden tatmin olmadıysa, başka bir iş bul diyoruz. Eğer genç kendini mutlu hissetmiyorsa, bir psikoloğa gitmesi veya mutluluk veren gıda, ilaç gibi şeyler kullanmasını öğütlüyoruz. Hastalanmışsa, doktora gitmesini veya ilaç almasını söylüyoruz.

Yani tavsiyelerimizin hemen hepsi, sivrisineklerle ilgili. Bataklığı kurutmayı hiç düşünmüyoruz. Dolayısıyla hem gençlerin o an yaşadığı sorunlara ciddi bir faydamız olmuyor, hem de gelecek kaygılarını gideremiyoruz.

 Gençlerimizdeki kendilerinin “özel” oldukları anlayışını değiştirmek için bir şey yapmıyoruz. İşin ilginç yanı, günümüzde kendilerini farklı olarak gören gençler, aksine birbirlerine daha çok benziyorlar. Beğendikleri birkaç tane yemek çeşidi var. Onlar da ayaküstü yenilenler. Yani yemek çeşitleri bile sınırlı ve birbirine benziyor. Okudukları kitaplar, dinledikleri müzikler de birbiriyle aynı. Çünkü çok satanlar listesini takip ederek alıyorlar. İzledikleri diziler, “reyting” yani, izlenme oranları sonuçlarına göre belirleniyor. Gittikleri filmler de benzer. Tiyatroya zaten pek gitmiyorlar. Giyim kuşamları da birbirinin kopyası gibi. Konuşmalarını dinlerseniz, aralarında bir fark görmekte zorlanırsınız.  Kullandıkları kelime sayısı bile çok sınırlı. Bir konuyu anlatış tarzları neredeyse tıpatıp benziyor. İnternette yaptıkları gezintilere bakarsanız ve tıkladıkları konuları incelerseniz, gençlerin birbirlerine ne kadar çok benzediklerini hayretle müşahede edersiniz.

Yukarıda sıraladığımız açılardan karşılaştırma yaparsak, eskilerin, kendilerini “özel” gören gençlere göre, birbirlerinden farklı daha çok yönlerinin olduğunu görürüz.

Elbette gençlerin hepsi bu konumda değil ve bu sıkıntıları yaşamıyor. Bazı çok zeki veya ailesi güçlü gençler, başarılı oluyorlar. Ama bu gençlerin çoğunun çalıştıkları işlerde, insanlığın faydasına olacak şeyler yaptıklarını görüp gururlanmak istersek, hüsrana uğrarız. Üretimi artıracak, insanlığa faydalı buluşlar yapabilecek kapasitedeki gençlerin bir kısmı, aksine,  kendileri maddeten kazanırken diğer insanların zararına olacak konularda çalışıyorlar. Matematikte ve fizikte dehâ seviyesinde bazı gençler, Google, amazon, facebook gibi yerlerde çalışırken, insanlara reklamları tıklatmanın yolları üzerinde kafa yoruyorlar. Bu reklamların hemen hiç birisi de, gerçek ihtiyaca cevap veren ürünlerle ilgili değil.

Aslında çok önemli olan bu konunun elbette başka yönleri de var. Onları da sırası geldikçe irdelemeye devam edeceğiz.

Gençlik, Sosyal kategorisine gönderildi | ŞIMARTILAN YENİ NESLİ BEKLEYEN MUHTEMEL GELECEK için yorumlar kapalı

ENERJİ TÜKETİMİ, BÜYÜME VE İSTİHDAM İLİŞKİLERİ

ENERJİ TÜKETİMİ, BÜYÜME VE İSTİHDAM İLİŞKİLERİ

 

Ülkelerin maddi gelişmişlikleri kıyaslanırken temel alınan birinci değer, kişi başına düşen gelir tutarıdır. İkinci göstergesi de, enerji tüketimidir. Enerji tüketimi ile milli gelir arasındaki ilişkinin benzer oranda bir doğru orantı içerdiği düşünülür. Enerji kullanımındaki artışın, büyümeyi sağlayacağı varsayılır. Büyümenin de doğal olarak, hem istihdamı hem de milli geliri artıracağı hesaplanır.

Konumuzla ilgili olarak çok fazla istatistik vermeyeceğiz. Bazı sanayileşmiş ülkelerden kısaca örnekler vereceğiz. Her okuyucu kendi ülkesindeki rakamlara ulaşırsa, sonucun bizim vereceğimiz rakamlar doğrultusunda geliştiğini görecektir.

Sanayileşmiş ülkelerin başlarında eski haliyle Batı Almanya gelir. Batı Almanya’da 1965-75 yılları arasında konumuzla ilgili bir hesaplama yapılır. Bu on yıllık dönemde, sınai üretimin %41,2 arttığı görülür. Buna karşılık, enerji tüketiminin sadece %11,9 arttığı anlaşılır.

Benzer hesaplama Fransa’da da yapılır. Fransa’da aynı dönem için sanayi üretimindeki %41 civarında bir artış için, enerji tüketimi %18,9 artar.

Demek ki, sanayi üretimindeki artış, enerji kullanımına göre katlayarak artmıştır. Bu ilişki, doğru orantı olarak tanımlanamaz. “Aralarındaki ilişki aynı doğrultudadır” şeklinde bir ifade daha doğru olacaktır.

Tüketilen enerji ile istihdam arasındaki ilişkiyi gösteren bir araştırmayı ABD Ford Vakfı yapmış. Vakfın araştırma yaptığı 15 sanayi dalı, sanayinin kullandığı enerjinin %45’ini tüketmektedir. Fakat bu 15 sanayi dalının, sanayideki istihdamın sadece %6’sını sağlamaktadır.

Buradan da anlaşılan odur ki, enerji tüketimi ile istihdam arasındaki ilişki bizim düşündüğümüzden farklı gelişmektedir. Çok enerji tüketiliyor olması, çok istihdam sağlamamaktadır.

Bu durumun çeşitli sebepleri vardır. Verimlilikte sağlanan artış, enerji kullanımını artırmadan, üretimi çoğaltmaktadır. Otomatik makinelere geçiş, birim üretim başına olan enerji tüketimini azaltmaktadır. Bu sisteme geçiş aynı zamanda istihdamı da ters yönde etkilemektedir. Benzer şekilde robot kullanımı da öncelikle istihdamı azaltmaktadır. Robotlar enerji kullanımını da azaltmaktadır.

Hâlbuki verimlilikteki artışlar, otomatik makinelere geçiş, robot kullanımı gibi hususlar, maddi büyümeyi artırırlar. Ancak maddi büyüme artmasına rağmen, enerji tüketimi bazen çok daha az artmakta, bazen ise azaltmaktadır. Benzer şekilde, maddi büyümedeki artış, istihdamı da aynı oranda artırmamaktadır. Hattâ bazen daha da azaltmaktadır.

Büyüme, enerji tüketimi ve istihdam arasındaki ilişkinin çok daha farklı olduğunun gözlemlenmesi de mümkündür. Maddeten kalkınmış ülkelerde 2000’li yıllarda izlenen bir durum, maddi büyümede artış görülürken, enerji kullanımında ve istihdamda azalma görülmektedir. Bu durumun sebebini halk deyişiyle şöyle açıklayabiliriz. Sanayileşmesini çok ileriye taşımış ülkeler artık üretimlerini de “yükte ağır, pahada hafif” imalatlardan, “yükte hafif, pahada ağır” konulara yönlendirmişlerdir. Bu sebeple üretimin parasal boyutu ve dolayısıyla büyüme artarken, hem enerji tüketimi hem de istihdam düşmektedir.

Bu sonuç, ülkeler arasındaki maddi büyüme makasının küçüklerin aleyhine olacak şekilde açılmasına sebep olmaktadır. Fakat sadece bu sonuçla kalmamaktadır. İstihdamın azalması, aynı ülke içerisinde işsizlerin artmasına sebep olmaktadır. Artan işsizliğin oranını düşürebilmek için, işsiz kalan insanlar hizmet sektöründe istihdam edilmektedir. İnşaat, temizlik, güvenlik gibi alanlarda istihdam edilen insanların elde edebilecekleri gelirler, “yükte hafif, pahada ağır” işlerde veya “finans” sektöründe çalışanlara göre çok daha az olmaktadır.

Çalışanlar arasındaki bu ücret farklılıkları, gelir dağılımındaki eşitsizliği artırmaktadır. Günümüzde ABD’de, kişi başına düşen gelir 40.000 dolar civarındadır. Fakat bilindiği gibi, Amerika Birleşik Devletlerinde kişiler arasında gelir farklılığı çok yüksektir. En zengin ve en fakir %20 arasındaki farkın en yüksek olduğu sanayileşmiş ülke, ABD’dir. Bu sebeple ABD, Toplumsal Sorunlar Endeksinde, kalkınmış ülkeler arasındaki en kötü yerdedir.

Benzer kişi başı gelire sahip olan Norveç ise, Toplumsal Sorunlar Endeksinde, Japonya’dan sonraki en iyi durumdadır. Çünkü gelir dağılımındaki eşitsizlik, yani en yüksek %20 ile en düşük %20 arasındaki fark, Japonya ve komşusu Finlandiya’dan sonra en düşük olan ülkedir. İsveç de farkın düşük olduğu bir ülkedir. Fakat hem Finlandiya’nın hem de İsveç’in kişi başına düşen milli gelirleri Norveç’ten düşüktür.

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Maddi ve Manevi GSYİH Birlikte Olmalıdır” başlıklı makalemizde bu konulardaki fikirlerimizi ifade etmiştik. Sadece kişi başına düşen milli gelir ve enerji tüketimi ile kıyaslama yapmanın yanlışlığını belirtmiştik. Manevi GSMH diyebileceğimiz sağlık, güvenlik ve huzur gibi hususların da karşılaştırılması gerektiğini vurgulamıştık. Gelişmişliğin göstergeleri olarak serdettiğimiz düşüncelerimizi, aynen şöyle sıralamıştık:

“Gelişmişlik, tek başına, bir ülkenin dünya ekonomisi içerisinde kaçıncı sırada olduğu ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, kişi başına düşen milli gelir ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına kişi başına düşen elektrik tüketimiyle ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, insani gelişmişlik ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, sosyal yaşamla ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, bireylerin mutluluk ve huzurluluk oranıyla ölçülemez.

Uzun söze gerek yok. Kalkınma ve gelişmişlik, bütün yönleriyle birlikte olmalıdır. Gelişmişlik, maddi ve manevi alanda ele ele yürümelidir. Tıpkı insanların büyümeleri gibi, dengeli olmalıdır. Aksi takdirde bir tarafı aksak kalır.

Bir ülkenin maddi ve manevi gelişmişliğindeki dengesizlik oranı arttıkça, o ülkenin sıkıntıları da artar. Ülkelerin sıkıntıları ise, bulaşıcıdır. Diğer ülkeleri, dolayısıyla dünyayı etkiler.”

Gerçekten de uzun söze gerek yok!

Ekonomi kategorisine gönderildi | ENERJİ TÜKETİMİ, BÜYÜME VE İSTİHDAM İLİŞKİLERİ için yorumlar kapalı

MADDİ KALKINMA HIRSININ GETİRDİĞİ BAZI SIKINTILAR

MADDİ KALKINMA HIRSININ GETİRDİĞİ BAZI SIKINTILAR

Aşağıda bahsedeceğimiz sorunların tamamı günümüzün sıkıntısı değildir. Fakat insanlık, maddi kalkınma hırsı içerisine girince, geçmişten beri var olan bazı sorunların oranı hızla arttı. Bu artışlar, insanlığın sağlığı ve huzuru için tehlike arzetmektedir. Aşağıda kısaca bahsedeceğimiz sorunların hepsi, ayrı bir makale konusudur. Ancak biz, fotoğrafın mümkün olduğu kadar çoğunu görebilmemiz için, aklımıza gelenleri aynı yazı içerisinde bahsedeceğiz. Okuyucuların, bizlerin tespitlerine ekler yapacaklarına inanıyoruz. Umudumuz, sorunların devasa boyutlara ulaşmasını beklemeden, her alandaki ilgililerin, üzerlerine düşen sorumluluklarının bilinciyle hareket etmeleridir.

Günümüzde insanların büyük çoğunluğunda görülen sıkıntılardan birisi, sinir hastalıklarıdır. Biz nitelemeyi böyle yapınca, okuyucuların bir kısmı itiraz edebilir. Onların da hatırını kırmamak için, sinir hastalıkları değil, stres diyebilirdik. Fakat bizim kelimeyi yumuşatmamız, sorunu azaltmıyor. Nitekim yine bu sitede (www.ismailhakkikupcu.com.tr)  yayınladığımız “Çağımızın Hastalığı Gerginlik (Stres)” başlıklı makalemizde, sadece bu konuyu işlememize rağmen beklediğimiz ilgiyi uyandırmadı. Bu nedenle sorunu küçük gösterecek kelimeler aramamız yanlıştır. Zaten gerginliğimizin davranışlarımıza yansımalarını dikkatlice irdelediğimizde göreceğiz ki, büyük çoğunluğumuz sinir hastası olmuşuz. Sadece hastalığımızın kademeleri farklıdır.

İnsanlardaki sinir hastalıklarının arttığının bir göstergesi de, kalp krizlerinden anlaşılır. Bundan 30-50 yıl önce kalp krizinden ölümler birinci sırada idi. Şimdi kanser vak’aları bunun önüne geçti. Ama bu durumun önemli bir sebebi, kalp ameliyatlarıyla ilgili teknolojik gelişmelerdir. Günümüzde çok basit bir şekilde yapılan anjiyo, sten (bilezik) takma gibi bazı işlemler, geçmişte çok zor idi. Benzer şekilde kalp ile ilgili ilaçlarda da hızlı gelişmeler olmaktadır. Ancak bütün bu güzel gelişmelere rağmen, kalp krizleri devam etmektedir. Eğer, insanların bir kısmı kâr hırsıyla kanserojen ürünleri piyasaya bu denli çok sürmese, toprağı, suyu ve havayı bu derecede fazla kirletmese idi, kalp krizlerinden ölümler –tedavi yönündeki bütün güzel gelişmelere rağmen- birinci sırada olmaya devam ederdi.

İnsanların yapılarındaki gerginlik davranışlarına yansıdığından, kişilerin birbirlerine anlayışla yaklaşmaları azalmaktadır. Bu durum, insanlar arasındaki samimiyeti de azaltmaktadır. Samimiyetteki azalma, büyük bir sorun oluşturmaktadır. Her alanda güvensizliğin artmasına sebep olmaktadır. İster ticarette, ister sosyal çalışmalarda, ister aile ve arkadaşlar arasında olsun, bu samimiyetsizlik insanları yalnızlaştırmaktadır. Bu hususta daha önce yayınladığımız “Yalnızlaşan İnsanlık” isimli makalemizde daha geniş açıklamalar yaptık.

İnsanlar arasındaki samimiyetsizliğin artması sonucu dert ortakları azalmaktadır. İnsanlar dertlerini dost bildikleri insanlara anlattıklarında, verdikleri bu bilgilerin gelecekte kendi aleyhlerine kullanıldığını görmeye başlamışlardır. Bu sonuçlar elbette daha önceki asırlarda da var idi. Ama günümüzde çok daha fazla arttı. Bu artışı, psikolog ve onlara gidenlerin sayılarındaki artıştan gözlemleyebiliyoruz. Eskiden insanlar kendilerini hem dinleyecek hem de onların sorunlarını çözmek için çaba sarf edecek dostlar bulabiliyorlardı. Günümüzde bunlar azaldı. Bu sebeple insanlar kendilerini dinleyecek kimse bulamadıklarından, para vererek psikologlara gitmektedirler. Güçleri paralarına yetmektedir. Ancak büyük bir çoğunluk halen hem para vermek istemediğinden, hem de psikologları deli doktoru gibi gördüklerinden onlara gitmemektedir. Bu durum ise, sorunların daha da karmaşıklaşmasına sebep olmaktadır.

Günümüzde artış gösteren konulardan birisi de uyuşturucu kullanımıdır. Alınan uyuşturucunun miktarı ve cinsi çok farklıdır. Fakat en alt kademedeki kullanımlar bile sosyal açıdan sorunlar oluşturmaktadır. Bu kullanımlar günümüzdeki diğer anlayışlardaki değişmelerle de birleşince, insanlığın geleceği için çeşitli sorunlar oluşturmaktadır.

Gasp ve hırsızlık olayları hızla artmaktadır. Eskiden uzun süren şehirlerarası yolculuklar sırasında görülen bu vak’alar, günümüzde her alanda adiyeden olaylar şekline dönüşmüştür.  Bununla bağlantılı olarak şiddet olaylarında da artış olmaktadır. Şiddet olaylarının görüldüğü alanlar çoğalmıştır.

Günümüzde ailelerdeki parçalanmalar hızla artmaktadır. Bu durum en çok çocukları etkilemektedir. Çocukların bir kısmının yaşadıkları olayların etkisinde kaldıklarından, ileriki yaşlarında dengeli davranışlar göstermek isteseler bile başaramamaktadırlar. Ayrıca aile üyeleri arasındaki bağlar da zayıflamaktadır.  Bu konuda, “Aile Birliğini desteklemenin Düşük Maliyeti” başlıklı yazımızda, tespitlerde bulunduk ve çözüm önerileri yaptık.

Günümüzde artış gösteren hususlardan birisi de, intiharlardır. Fakir insanların, çok zorlu hayat yaşayanların intihar etmeleri beklenirken, günümüzde böyle olmamaktadır. İntihar edenler kervanına, bilhassa Batı âleminde, zengin insanlar da katılmıştır. Kâr hırsı ile ulaşılan zenginliğin insanı mutlu etmediği anlaşılmaktadır. Bu konuda daha önce yayınladığımız ve “Zenginlik” üzerine olan çeşitli yazılarımızda, fikirlerimizi ifade ettik.

Günümüzde görülen ve geleceğe yönelik bir başka tehlike de, ortaya çıkan yepyeni virüslerdir. Bilindiği gibi, insanların sahip oldukları bağışıklık sistemi, virüslere (mikroplara) karşı mücadele etmektedir. Mikroplarda görülen yapısal değişikliklerden daha hızlı olarak, kendini yenilemektedir. Böylece mikroplarla mücadele edebilmektedir. Elbette bu mücadelesinde ilaçlar da yardımcı olmaktadır. Fakat günümüzde insanlık çok daha farklı bir sorunla karşı karşıyadır.

Artık, vücudun bağışıklık sisteminden daha hızlı kendini geliştiren ve şekil değiştiren mikroplar görülmeye başlamıştır. Bilhassa grip gibi dünya çapında yaygın olan hastalıklarda bu durum vuku bulmaktadır. Bu durum diğer alanlara da yayılma istidadındadır. İster ilaç firmalarının kâr hırsları bu durumu tetiklemiş olsun, ister yiyecek ve içeceklerdeki değişim sonucu olsun, insanlığın geleceğini tehdit eden en ciddi hususlardan birisi, mikroplardaki bu şekil değiştirme hızıdır.

Görüldüğü gibi, sağlığımızdan sosyal yaşantımıza, başarı anlayışımızdan ahlâk anlayışımıza kadar giderek bozulmaktadır. Bu bozulma, insanlığı, mecburi istikamet olarak, sağlıksız ve huzursuz ortamlara doğru yönlendirmektedir.

Bu mecburi gidişatı değiştirecek olanlar yine bizleriz. Umutsuz olmamak gerekir. Her zaman yapılabilecekler vardır. Yeter ki, “düşündüğümüzü zannetmekle” oyalanmayalım, gerçekten ve kökten “düşünelim”. Böyle yaparsak, çok güzel sonuçlar alacağımızı göreceğimize inanıyorum.

 

Sosyal kategorisine gönderildi | MADDİ KALKINMA HIRSININ GETİRDİĞİ BAZI SIKINTILAR için yorumlar kapalı

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

Pozitif ilimlerle uğraşan insanların büyük bir kısmı, felsefecilerin çoğuna göre farklı fikirlere sahiptirler. Çünkü bilim insanları, buldukları verilerle göre karar verirler. Felsefeciler içerisinden bu verileri değerlendirerek fikir yürütenler vardır. Fakat genel olarak varsayımlar üzerinden yürürler. Zaten iyi bir bilim insanı, kötü bir felsefeci olur.

Bilim insanları,, kâinatın işleyişindeki düzeni, uyumu, derin matematiği anladıkça, evrenin oluşumunun tesadüf olamayacağını, bir üst zekâ tarafından organize edilmiş olması gerektiğini düşünürler.

Felsefecilerin bir kısmı ise, tek bir evren olmadığı, paralel evrenler olabileceği, her bir evrenin kendi içerisinde farklı kurallarının olmasının muhtemel olduğunu savunurlar. Bu iddialarının bilimsel açıdan mümkün olup olmadığı onlar için önemli değildir. Onların amacı, tek bir üst zekânın olmadığını, evrenlerin kendi iç dinamiklerinin olduğunu varsayarak, Tanrı fikrine karşı çıkmaktır. Onların bu düşüncelerine verilecek cevaplar, yazımızın konusu olmadığından, başka bir makalede ele alınmaya çalışılacaktır. Fakat burada, deist ve ateistler arasındaki tartışmalara kısaca değinmemiz, yazımızın başlığını neden bu şekilde belirlediğimizin anlaşılması açısından gereklidir.

Öncelikle, evren sayısının tek veya daha fazla olması, Tanrı fikrine karşı çıkan felsefecileri doğrulamaz. Bu durum, ilâhi bir üst zekâ olup olmadığı tartışmasını ortadan kaldırmaz.

Bu tartışmalarla ilgili olarak, deistlerin ateistlere karşı verdikleri meşhur bir örneği ele alırsak, daha belirgin bir anlayışa ulaşabiliriz. Tanrı fikrini savunan Hıristiyan din insanları, ateistlere şöyle derler: “Eğer bir maymun, önüne konulan daktilonun tuşlarına vurmaya başladıktan sonra Shakespeare’in bir eserini yazabiliyorlarsa, evrendeki oluşum ve gelişimin kendiliğinden var olduğunu kabul edeceğiz.”

Uzun yıllardır verilen bu örnekle ilgili olarak, gerçek bir uygulama yapılmış. Yirminci yüz yılın en ciddi ateist felsefecilerinden olan, fakat sonradan fikir değiştiren Antony Flew, bir kitabında bu konuyla ilgili bir bilgi verir. Flew’nun “Yanılmışım Tanrı Varmış” adlı eserinde verdiği ve İngiliz Ulusal Sanat Konseyi tarafından yapılan araştırma ve sonuçları şöyle:

Altı maymunun olduğu bir kafese, bir bilgisayar klavyesi koyarlar. Bir ay beklerler. Bir ay sonra elli tane yazılı kâğıt elde ederler. (Bu arada maymunlar, bilgisayar klavyesini tuvalet olarak kullanırlar.) Kâğıtlara baktıklarında, tek bir harften oluşan bir kelimenin bile olmadığını görürler. Bilindiği gibi İngilizcede “ben” kelimesi tek harfli “I” şeklindedir. Takdir edileceği gibi, bu harfin bir kelime olarak kabul edilmesi için, iki tarafında da boşluk olması şarttır. Elli sayfa içerisinde bu şekilde yazılmış ne bir “I” ne de “bir” anlamına gelen “A” kelimesi bulamazlar.

Sonra ihtimal hesapları yapmaya başlarlar. Hamlet eserinin bir yerinde geçen ve sadece 488 harften oluşan bir dörtlüğün, maymunlar tarafından yazılabilmesinin ihtimallerini hesaplarlar. Klavyede 26 harf olduğundan hareket ederek, böyle bir ihtimalin, 26’nın kendisiyle 488 defa çarpılması, yani 26 üzeri 488’de bir ihtimal olduğunu tespit ederler. Bunu 10’lu sisteme çevirdiklerinde, 10 üzeri 690 da bir ihtimal olduğunu ifade ederler. Demek ki maymunların, bilgisayar klavyesinin tuşlarına basarak bir cümle yazmaları ihtimali bile yok. Dolayısıyla evrenin kendiliğinden tesadüfen oluşmuş olması ve doğal seleksiyon ile kendini geliştirmesi ihtimali de yok.

Evrenin oluşumuyla ilgili tartışmaları bir başka zamana bırakarak, biz, Tanrı tarafından meydana getirilen kâinatın, nasıl oluştuğunu değil, niçin oluşturulduğu üzerinde düşünmeye devam edelim. Bazı bilim insanlarının sorduğu şekliyle, “Bing-Bang’den önce neler olduğu” konusunda fikir yürütmeye çalışalım. Bing-Bang, geçerliliği veya geçersizliği henüz ispatlanmamış bir teoridir. Fakat evrenin bir başlangıcının olduğunu göstermesi açısından, çok önemlidir.

Bizim de, yazımızın başlığıyla ilgili olarak serdedeceğimiz düşüncelerimiz de, geçerliliği veya geçersizliği -Yüce Yaradan açıkça bildirmedikçe- hiçbir zaman ispatlanamayacak fikirlerdir. Dolayısıyla sadece kendi fikir yürütmemizdir. Biz, bu düşüncelerimizdeki yanılgı payını, insan aklının verilerine göre azaltmak için, değişmeyen tek kutsal kaynak olan Kur’an’dan faydalanmaya çalışacağız.

İslâm Mutasavvıfları, kâinatın yaratılmasının sebebini “Allah’ın bilinmek istemesi” olarak görürler. Bu, gerçekten de makul bir nedendir. Fakat muhtemelen, tek sebep değildir. Çünkü eğer, sadece bilinmek isteseydi, melekleri yaratmakla yetinirdi. Kur’an’dan anladığımıza göre, melekler insanlardan önce yaratılmıştır. Yine Kur’an’a göre melekler, Yüce Yaradan’ın her emrini harfiyen yerine getirmektedirler. Melekler, hem Allah’ın her emrini yerine getiren, hem de Allah’ı bilen mahlûklar olduğuna göre, eğer başka sebep olmasaydı, Yüce Yaradan, melekleri yaratmakla iktifa ederdi.

Allah’ın, cinleri de insanlardan önce yarattığını Kur’an’dan anlıyoruz. Yine Kur’an’a göre cinlerin yaratılmasının amacı, Allah’a kulluk etmeleridir. Bu durumda kâinatın yaratılmasındaki ikinci bir sebep olarak, Allah’ın, Kendisine “kulluk” edilmesini arzulaması olabilir. Bu sebep de makuldür. Fakat buradaki soru, Yüce Yaradan’a “kulluk” edecek melekler ve farklı yapıdaki cinler mevcut iken, niçin insanları da yaratmayı düşündüğü olmalıdır. Eğer sebepler sadece yukarıdaki ikisi olsaydı, insanların yaratılmasına gerek olmadığı aşikârdır. Diğer taraftan, doğadaki bütün varlıklar Yüce Yaradan’ı tespih etmekte, yani Allah’a kulluk etmekte iken, niçin, meleklerin bozgunculuk yapacak dedikleri insanı yaratmış olabilir?

Günümüzdeki bilimsel bulguların sonuçlarına göre, evrenin bizce bilinen bölümündeki düzen, yer kürenin yaşamını sürdürebilmesi için organize edilmiştir. Antony Flew’nun aktardığına göre, Martin Rees, John Barrow ve John Leslie şu tespiti yapmışlardır: “En temel sabitlerden -örneğin ışık hızı veya bir elektron kütlesinde- birinin değerinde en ufak bir değişiklik gerçekleşmiş olsaydı, insan yaşamının gelişimine izin verebilecek hiçbir gezegenin oluşamayacağı hesaplanmaktadır.” (Flew’nun kitabında bu düşünceyi destekleyen bilimsel bulgular yeterince verilmiştir. İsteyenler faydalanabilir.)

Nitekim Fussilet Suresi 10, 11, 12, Bakara Suresi 29 ile Nahl Suresi 12inci ayetlere göre, Allah, yakın göğü ve diğer yedi göğü, dünyadaki düzen için kurguladığını anlatır.

Allah’a göre yaratmada zorluk yoktur. Ama buradan da anlaşıldığına göre, sadece melekleri ve cinleri yaratmış olmaya nispetle, insanları ve onların yaşamını sürdürebilmeleri adına gerekli olan sistemi yaratmak için, Allah, ek bir plan yapmıştır. Nitekim Kur’an, insanların kıyamet günü diriltilmelerinin, ilk yaratılmalarına göre daha kolay olduğundan bahseder. Bu durumda, insanları yaratmak için, Yüce Yaradan’ın başka bir sebebi daha olması ihtimali kuvvetlidir. İnsanlara verdiği özellikler (akıl, vicdan, irade, duygular, duyular gibi) dikkate alındığında, ortada daha etkili bir sebebin olması beklenilir.

Allah, muhtemelen, yarattığı muhteşem sistemin, yarattıklarına da faydalı olacak bir şekilde hizmet etmesini istemiş olabilir. Bu sebeple, insanları yaratmış ve insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli sistemi kurmuş olabilir. Allah’ın, insanlara, Kendisinden bazı özellikler yansıtması, bu yaratılışları daha anlamlı kılmıştır. Kur’an anlatımına göre, insanları, yeryüzünde Kendisinin vekil yöneticisi olacak şekilde kurgulamıştır.

Bu durumda, kâinatın yaratılışındaki bir başka önemli sebep, muhtemelen, Kendisinden özellikler yansıttığı, vekil yöneticisi yaptığı insanları yaratma arzusudur.

Böylece Yüce Yaradan, ilk iki arzusunun da gerçekleştiği bir ortam oluşturmuştur. Nitekim insanlar da, hem Allah’ı bilmektedirler, hem de Ona “kulluk” etmektedirler. İnsanlar, Allah’ı bilirken ve Ona kulluk yaparlarken, zorla veya öyle kurgulanmaları sebebiyle değil, kendi özgür iradeleriyle karar vermektedirler. Bu özgür karar verme durumu, yaratılış için düşündüğümüz muhtemel sebeplerin değerini de artırmaktadır. Allah’ın kâinatta kurduğu düzenin insana hizmet ediyor olması, sistemi daha bir anlamlı hale getirmektedir. İnsanların, özgür iradeleriyle, Allah’ı bile inkâr etme imkânlarının olması, evrenin yaratılışının anlamını daha da değerli kılmaktadır. İnsanların büyük çoğunluğunun –yaşadıkları zorluklara rağmen- bu dünyada daha fazla yaşamak istemeleri, bu dünya hayatının güzelliğini gösterir. Daha çok yaşamak için gayret sarfedilen bir dünya oluşturmak, yaratılışın anlamına anlam katar. Bu dünyadan sonra -insanlara göre ebedi nitelikte olan- cennet hayatıyla mükâfatlandırılacak olmak da, yaratılışın anlamına ayrı bir değer katıyor.

Allah’ın, insanlara verdiği –ama insanların çoğunun dikkate almadığı- değeri, Kur’an daha iyi aktarıyor. Bakara 34’te Yüce Yaradan, meleklerden, Hz. Âdem önünde saygı ile eğilmelerini istiyor. Enam Suresi 12’de, insanlara rahmetini kendi üzerine farz kıldığını ifade ediyor. Bu beyanının doğrultusunda da, insanlara sürekli yol gösteriyor. İnsanların, özgür iradeleriyle verecekleri kararlarında, Yüce Yaradan nezdindeki sahip oldukları değerli konumlarını idrak edebilmeleri için, çaba gösteriyor. İnsanlara, hem uyarıcı olarak peygamberler gönderiyor, hem de her bir insanı -insanların çoğu anlamamakta ısrar etseler de- çeşitli yöntemlerle uyarıyor. Böylece Allah, yaptığı yaratmaları daha anlamlı hale getirmeye çalışıyor.

Kâinatın yaratılış sebepleri üzerine yaptığımız bu fikri irdelemeler, sadece, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl ve kutsal kitabı Kur’an’dan anladıklarımız üzerinden oluşturduğumuz akıl yürütmeleridir. Gerçeği, sadece ve sadece Allah bilir.

Allah’ım, Senin, biz insanlara verdiğin değere layık olabilmemiz için, bizlere gösterdiğin yolları ve yaptığın uyarıları anlayacak anlayış ihsan eyle.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel, YAŞAM kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı

İNSANLARIN DAVRANIŞLARINI FİZİKİ OLGULAR MI BELİRLER

İNSANLARIN DAVRANIŞLARINI FİZİKİ OLGULAR MI BELİRLER

 

Eğer, bir insanın davranışlarını fiziki olgular belirlemişse, o insan, o hareketi kendisi seçmemiş demektir. Kişi, davranışını kendi seçmemişse, yaptığı hareket nasıl gelişmiş olabilir diye düşündüğümüzde, akla ilk gelen basit refleks karşılıklardır. Veya bazı hastalıklar ile hormonal etkilerin belirtisi olabilir diye düşünülebilir.

Fakat felsefeci Richard Dawkins, bu hususta, olgular ve sebepler açısından, daha ileri gidiyor. Dawkins, insanı tanımlarken, “davranışlarını genlerin oluşturduğu ve başka seçim şansı olmayan varlıklar” olarak betimliyor. Hattâ daha da ileri giderek, bizleri, “genler olarak bilinen bencil molekülleri korumak için gözümüz bağlı programlanan robotlar” olarak görüyor.

Zeki bir felsefeci olan Dawkins’in böyle düşünmesinin bir nedeni, savunduğu ateizme kendince bir hareket noktası bulmak arzusu olabilir. Diğer bir sebebi de Charles Darwin’in türlerin çeşitliliği üzerine yaptığı araştırmalar olabilir. Darwin, çalışmalarının sonuçlarını aktarırken “doğal seleksiyon” ifadesini kullanmıştır. Hattâ bir adım daha ileri giderek, “en güçlü olanın hayatta kalması” tezini savunmuştur.

Bu ifadelerde belirgin bir hata vardır. Çünkü bu sonuca ulaşmak için yapılan araştırmalar, hayvanlar üzerinde gerçekleştirilmiştir. Ama genelleme yapılırken, işin içine insanlar da katılmıştır. İnsanlarla diğer türleri bir tutmak, aradaki çok net farkları yok saymak, ilim adamlarının, ulaştıklarını düşündükleri bu sonucun en temel hatasıdır.

İkinci bir hata, hayvanların davranışlarının sebeplerinin bile, eksik incelenmiş olmasıdır. Hayvanların davranışlarının bir bölümünü, fiziki olgular belirlemezler. Bu durumu, bilhassa günümüzdeki belgesel çekimleri izleyen her insan gözlemleyebiliyor. Gerek insanların kendi gözlemleri, gerekse belgesel çekimler yapanların gördüklerini anlatmaları dikkate alındığında, doğal seleksiyondan bahsedilemez.

Davranışların tamamını fiziksel olguların belirlemediği ortamlar için, doğal seleksiyon ifadesinin kullanılması, araştırmayı yapan kişinin kendi tercihidir. Ama okuyucuları yanıltmaktan başka bir gerçekliği yoktur. Doğada yaşananlar için (insanların müdahil olmadıkları ortamlarda), belki doğanın kendi yapısını koruması olarak nitelenebilir.

Hayvanların durumu böyleyken, insanlar için Dawkins’in yaptığı tanım, tamamen geçersizdir. Eğer insanlar, genlerinin yönlendirdiği robotlar ise, hiçbir güzel davranış, güzel veya kötü söz gibi moral etkiler, robotların davranışlarını değiştirememelidir. Hâlbuki bütün siyasetçiler ve din tüccarları, insanları olduklarından farklı davranmaya bu yöntemlerle yönlendirirler. Bu gerçeği gören bazı felsefeciler ve ateistler, umutlarını geleceğe saklamaktadırlar. Gelecekte bir gün, “duygusal robotların” yapılacağını söyleyerek, iddialarını gülünç olmaktan çıkarmaya çalışmaktadırlar.

Geleceği biz insanlar bilemeyiz. Bu sebeple, bilinmeyen üzerine teori oluşturmak, bilimsel düşündüklerini söyleyenlerin düştüğü tezat çukuru oluşturur. Eğer ileride insanların benzeri olan duygusal robotlar yapılırsa, yukarıdaki iddiaları, o dönemde yaşayanlar dile getirebilirler. Ama günümüzdekilerin dile getirmeleri, kendi fikirleriyle çelişmekten başka bir şeye yaramaz.

Çünkü eğer, robotlar bile duygusal olabilecekse, insanın da duygusal bir yönü var demektir. Bilindiği gibi insanlar, ileride yapılacağı iddia edilen “hayali robotlardan” çok daha karmaşık duygu yumağına sahiptirler.

Şimdi yazımızın başlığına dönelim. Eğer davranışlarımızı fiziksel olgular belirlemişse, bu hareket bizim seçimimiz değildir. Eğer kişinin hareketlerinin sebeplerini, duygusal veya ahlâki nedenlere göre açıklamak zorunda kalıyorsak, o davranış, o şahsın seçimidir. Çünkü bu sebep açıklama savunmasından, bir başka şahıs, aynı şartlarda farklı bir davranışı seçebilirdi anlamı çıkar.

Bilindiği gibi insanların, nefislerinin isteklerine karşı direnme seviyeleri farklıdır. Dolayısıyla, kişilerin, aynı veya benzer ortamlardaki davranışları farklı olur. Hattâ aynı kişinin aynı sonuçla ilgili tepkisi, kendisi farklı duygusal konumda veya değişik ortamlarda iken, birbirini tutmaz.

Demek ki, insanların davranışları fiziki bir gereklilik değildir. İnsan davranışları için “tek bir sonuç vardır, başka davranışlar imkânsızdır” denilemez. Bu iddia ancak, doğa olayları için yapılabilir. “Yukarıya atılan her cisim yere düşer” veya “belli bir derecenin altında su donar, üstünde ise kaynar” demekle, başka bir sonucun imkânsız olmasından bahsetmek, sadece doğa yasaları için mümkündür.  İnsan davranışlarının büyük bölümünü, ahlâki ve duygusal yapılar oluşturur.

İnsanların bu yapılarının değişmesi söz konusu değildir. Çünkü genlerimiz; fedakârlık, acımasızlık, sevecenlik, cömertlik, cimrilik, merhamet gibi duyguları ne oluşturabilecek ne de yok edebilecek bir donanıma sahip değildir.

Biz, insanlar olarak, kendi duygusal yapımızı değiştirecek gen yapısına sahip değil iken, duygusal robotları nasıl oluşturacağız? Ya da biz insanlar olarak, kendimiz, nasıl “robot” gibi olacağız?

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARIN DAVRANIŞLARINI FİZİKİ OLGULAR MI BELİRLER için yorumlar kapalı

MİLLİYETÇİLİK, İNSANLIĞI SEVMEMİZİ GEREKTİRİR

MİLLİYETÇİLİK, İNSANLIĞI SEVMEMİZİ GEREKTİRİR

 

Bu sitede yayınladığımız “Türklerde Irkçılık ve Milliyetçilik” konulu makalemizde, iki bin yıllık belgelenmiş tarihlerinde Türklerin devlet olarak ırkçılık yapmadıklarını bazı örnekleriyle ifade etmiştik. Bir başka yazımız olan “Huzurlu Gelecek İsteyen Gençlere Öneriler” başlıklı makalemizde de, milliyetçi insanın milletini sevmesi için önce ailesini sevmekle başlaması, sonra halkaları genişleterek insanlığa doğru uzanması gerektiğini belirtmiştik.

Irk sözü Türkçeye, Arapçadan gelmiştir. Fakat kullanılması, at cinsleri ile sınırlı kalmıştır. Türklerde, Romalılar ve devamı olan medeniyet anlayışındaki gibi siyasi ırkçılık yoktur. Türk Devletlerinde, her insan, devletin eşit haklara sahip tebaasıdır. Bilindiği gibi Roma Devletinde, önceleri sadece Roma şehrinde yaşayanlar sonrasında günümüz İtalya’sında oturanlar vatandaş sayılıyordu. Bu değişiklik bile, M.Ö. 91-89 yılları arasında meşhur Sosyal Savaşları sonucunda olmuştu.

Bilindiği gibi, Doğulu milletlerin çoğunluğunda Batılı kavramda ırkçılık algılaması yoktur. Ebette onlarda da, milliyetçilik düşüncesi vardır. Ama ırkçılık şeklinde değildir. Nitekim Hintlilerin Büyük Ruh dedikleri Mahatma Gandi, milliyetçidir. Hiç kimse Gandi’nin milliyetçi olmadığını kanıtlayamaz. Ama o, Türklerdeki milliyetçilik anlayışına benzer bir yapıya sahiptir.

Bir insanın kendi milletini sevmesi, onun gelişmesini istemesi, diğer milletlere kötülük etmesine cevaz vermez. Gandi de, bu yapıdaydı. Hintlileri ezdiğini düşündüğü halde, İngiliz yöneticilere karşı düşmanlık yapmadı. Hattâ, kendisini öldüren insan için bile, son nefesinde, hayır dua etmişti.

Hint Milliyetçiliğinin örnek ismi Gandi ise, Türk Milliyetçiliğininki Atatürk’tür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, savaşlarda gösterdiği dirayet ve cesaret sayesinde tanınmıştır. Milleti adına büyük bir ölüm kalım boğuşmasının içerisinden gelmiştir. Bu konumuna karşılık en veciz sözü “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” özdeyişidir.

Benzer örnekler, diğer birçok millet için de vardır. Biz burada, en belirgin ve tanınmış simalar olması dolayısıyla, Atatürk ve Gandi’den bahsetmekle yetindik.

Fakat günümüzde, Atatürk’ün ve Gandi’nin ruhunu incitecek davranışlarda bulunan insanlar çoğalmaya başlamıştır. Bazı yöneticiler, bilerek veya bilmeyerek, çok yanlış uygulamalar yapmaktadırlar. Türkiye’dekilerin bazısı, hem kendi vatandaşları arasında, hem de diğer milletlerle Türkler arasında düşmanlık oluşturmaya çalışmaktadırlar. Büyük Ruh Gandi’nin ülkesinde ise, kendilerine ve ülkelerine hoşgörü ile yaklaşanlara acımasızca saldıran yöneticiler var. Bu yöneticiler, hem ülkeleri adına, hem de dünya nezdinde ateşle oynadıklarını görmezler veya görmezden gelirlerse, sonuçta, önce kendileri sonra da ülkeleri için hüsran olabilir.

Hâlbuki, milletini seven bir insan, kendi milleti için, rahat bir yaşam ile huzur ve sükûn ister. Bunların sağlanabilmesi için de, öncelikle kendisi çaba gösterir.

Milliyetçi bir insan, bu uğurda çaba sarfederken, önce kendisini sorgulamalıdır. Her yaptığı davranışın, milleti için ve dolaylı olarak insanlık için ne sonuç doğuracağını hesaplamadan hareket etmemelidir. Şahsi hırsla veya kinle hareket edenler, öncelikle kendi milletlerine zarar verirler. Bu sebeple, eğer bir insan, hem milletine hizmet etmekten bahsediyor hem de milletinin aleyhine sonuçlanacak davranışlarda bulunuyorsa, o kişiye dikkat etmek gerekir. Çünkü o şahıs, ya gaflet ya da ihanet içerisindedir. Her iki halde de zararlıdır. Hem kendi ülkesi, hem de dünya barışı için tehlike arzeder.

Milliyetçi bir insan, sevgi ve hoşgörü sahibi olmalıdır. Sevgi paylaşmayı öğretir. Hoşgörü, fedakârlığı gerektirir. Paylaşmalar, adaletli olmalıdır. Adaletsiz paylaşım, hem aile, hem ülke, hem de dünya barışı için en büyük tehlikedir. Dolayısıyla adaletli davranmayan bir milliyetçi, kendi düşüncesine ihanet ediyor demektir. Adaletli davranan ve kendi haklarından fedakârlık yapan bir milliyetçi, bunlardan anlamayanlara karşı da, milletinin ve dünyanın huzuru için, taviz vermeden gereğini yapmalıdır.

Milliyetçi bir insan üretken olmalıdır. Lâf, dedikodu ve yalan söz değil, milleti ve insanlık için faydalı olacak şekilde, mal, bilgi ve hizmetten birini üretmelidir.

İslâmiyet, kavimleri kabul eder, kavimlerin üstünlük iddiasını reddeder. Kavmine hizmet etmeyi tavsiye eder, ama kavmiyetçilik veya gurupçuluk anlayışından dolayı liyakatsiz insanları göreve getirmeyi reddeder. Kavmine öncelik tanımayı kabul eder, ama adaletsiz davranışı reddeder.

Sosyal kategorisine gönderildi | MİLLİYETÇİLİK, İNSANLIĞI SEVMEMİZİ GEREKTİRİR için yorumlar kapalı

REKLAMIN AMACI ÜZERİNE

REKLAMIN AMACI ÜZERİNE

 

Küreselleşmenin etkili olmaya başladığı döneme kadar, üretimlerin çoğu, gerçek ihtiyaçlar için yapılırdı. Yapılan üretimleri tanıtan reklamlar da, ürünlerin sağlamlığı, dayanıklılığı ve ihtiyaç gidermesi konusunda tüketicileri ikna etmeyi hedeflerdi.

Günümüzdeki reklamların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Reklamlarla bağlantılı olan üretimin de amacı, ihtiyaç duyulan malzemeleri üretmek değil, kârlı satış yapılabilecek ürünleri imal etmektir. Hedef böyle olunca, reklamdan beklenilen, insanların ihtiyacı olmayan ürünleri satın almalarını sağlamasıdır. Dolayısıyla, başarılı olarak nitelenen reklam, insanlara yeni ihtiyaç alanları oluşturmayı başarandır.

Bazı içecek reklamlarını gözümüzün önüne getirelim. Hangi bir reklam için, gerçek ihtiyacı karşılayan ürünü tanıtıyor diyebiliriz. Belki okuyucularımızdan bazıları, reklamların çok küçük bir kısmı için, ihtiyacı karşılamayı hedeflediğini söyleyebilir. Fakat hiçbir okuyucunun, gofret reklamları için böyle düşünmesi pek mümkün değildir. Hiçbir gofret reklamı ihtiyacı karşılamak için değildir, ihtiyaç hissettirmek içindir.

Reklamların amacı tüketim toplumu oluşturmak olunca, üretimin amacı da aynı olmalıdır. Eğer üretim ve reklam birbiriyle çelişirse, sonuç alınamaz. Bu sebeple, bazı aletlerin üretimleri, tamir edilmemek üzerine tasarlanır. Örneğin, cıvata birleşmeli bir sistemle yapılan aletler, cıvatalar sökülerek tamir edilebilir. Ama sıcak baskı ile birleştirilmiş bir aletin sökülmesi ancak kırarak mümkün olur. Kırılarak sökülen bir aletin tamirini sıradan bir tamirci yapamaz. Tamirini başarabilecek olan bir esnaf da, yenisine yakın bir bedel ister. Böyle bir aleti satın almış olan kişi, mecburen, bozulanı atıp, yenisini satın almak zorunda kalır.

Bazı üretimler, çabuk eskiyen ve kullanım süresi (miyadı) dolunca yenilenemeyen aletlerden oluşmaktadır. Floresan lambalar, naylon katkılı tekstil mamulleri, led lambalar vs üretimler miyadı dolunca onarılamazlar, atılmak durumundadırlar. Böyle özellikleri olan malları almak isteyenler çok az olacağından, reklamlarda, ürünle ilgili ilk yatırımlarının ucuzluğu işlenerek halk ikna edilmektedir.

Reklamın amacı tüketim toplumu oluşturmak olunca, insanların kullandıkları mal eskimemesine rağmen, üretimde yapılacak ufak tefek model değişiklikleriyle, eldeki malı eski hale getirmek gerekir. Daha doğrusu eski hale getirmek değil, kişilerde, ellerindeki mal eskimiş gibi bir duygu oluşturmak gerekir.

Nitekim araba üretiminde yapılanlar tamamen böyleydi. Arabaların temel özelliklerinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Halen bütün arabalar petrol türevleriyle çalışır. Hem elektrikle hem de benzinle çalışmaz. Hepsi dört tekerlek üzerinde yürür. Hepsi de amortisör olmadan başka bir şekilde sarsıntıyı gideremez. Hepsi sadece karayolunda gider.

Yapılanlar sadece dış karasöründe ve bazı elektronik özelliklerindeki değişikliklerdir. Yalnızca bu gibi basit değişikliklerle, insanların arabalarını yeni model ile değiştirmeleri için, ihtiyaç hissi oluşturulmaktadır. İnsanlar arabaları varken ve arızalarla uğraşmadıkları halde, yeni bir arabaya ihtiyaçları olduğunu düşünmektedirler. Diğer taraftan şehirlerdeki park etme sorunundan dolayı arabaların boyutları, genel anlamda, küçülmektedir. Fakat yapılan reklamlar, sanki daha ferahmış gibi anlatmaktadır.

Otomobil kazalarını azaltabilmek için, hız sınırlamasına gidilmektedir. Hattâ otoyollarda bile hız sınırlaması uygulanmaktadır. Sınırı aşanlara verilen cezalar her gün artarak ciddi boyutlara ulaşmıştır. Fakat araba reklamlarının üzerinde durduğu konulardan birisi, yeni modellerdeki BG (Beygir Gücü) ile çekiş gücünün yüksekliğini vurgulamaktır. Böylece insanlar, kullanırken ciddi cezalar alacağı arabaları almaya ikna edilmeye çalışılmaktadır. Veya arabasını zaten çoğunlukla şehir içerisinde sürdüğü için, doğru dürüst kullanamayacağı BG ve tork gücüne boşa para ödemesi sağlanmaktadır.

Araba üretimlerindeki model uygulamaları, kadın giyim, çocuk giyim ve giderek erkek giyiminde de yapılmaktadır. Arabadaki modelin bu alandaki adı, “moda”dır. Tıpkı arabalardaki sistemle, fonksiyonlarda önemli bir değişiklik yapılmadan, moda belirlenmektedir. Reklamların etkisinde kalan bütün üreticilerin bu moda anlayışını uygulamaya çalışmaları, otomobil sektöründeki gibi bir durum oluşturmaktadır. Böylece insanlara, eskimeyen mallarını değiştirme ihtiyacı hissettirilmektedir. Benzer durum cep telefonu piyasasında da vardır. Eski model akıllı telefonlar, yazılım güncellemeleri kisvesi altında, yavaşlatılmakta, böylece insanlara yeni model telefona ihtiyacı olduğu hissi verilmektedir.

Piyasadaki bazı ürünlerde kansorojen etkileri olduğu ortaya çıkmaya başladıkça, bu mamulleri satın almaları için halk reklamlarla ikna edilmeye çalışılmaktadır. Diyelim çamaşır veya bulaşık deterjanları, diş macunları için böyle iddialar ortaya çıkmış olsun, reklamlarda hemen “yeni”, “en yeni”, “ultra yeni” gibi ifadeler kullanılmaktadır. Böylece yeni formüllerle, sanki eski kansorojen özellikleri yok edilmiş gibi bir algı oluşturulmaktadır. Dolayısıyla insanlar gönüllü olarak, kansorojen ürünleri satın almaya devam etmektedir.

Bilindiği gibi reklam yapmanın maliyeti yüksektir. Bilhassa ülke çapında reklamın maliyeti daha yüksektir. Böylesine maliyetlere katlanmanın amacı daha çok kâr elde etmektir. Daha çok kâr sağlamak için, iki yol vardır. Ya maliyetler düşürülecek veya satış fiyatları artırılacaktır. Bir ürünün maliyeti, onun için kullanılan malzemeler ve işçilik ile genel giderlerden oluşur. Reklamı yapılan üründe, maliyetlere ayrıca reklam giderleri de eklenir. Dolayısıyla, reklamı yapılan ürünlerin maliyetleri daha yüksek olur. Firmalar bu zıtlığı engellemek için iki yöntem kullanırlar. Birincisi, üründen en çok sayıda üretmeye ve satmaya çalışarak, reklam bedelinin birim ürün başına düşen miktarını azaltıp, çok satışla kârlarını artırmaktır. İkincisi, az sayıda üretim yaparak “marka” olmaya çalışıp reklamın da insanları ikna etmesiyle yüksek kâr elde etmektir.

Birinci yolu seçenler, yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle halka kalitesiz ve işine yaramayan, ihtiyaçlarını gidermeyen mal satarak, kârlarını azamileştirmeye çalışırlar.  İkinci yolu seçenler, daha dayanıklı mal üreterek “marka” olduktan sonra konumlarını muhafaza edebilmek için başka yollara başvururlar. Aynı ürünlerinin kalitesiz ve kötü bir taklidini bazen kendileri başka bir şirketleri adına, bazen de destek verdikleri başka firmalar aracılığıyla üreterek piyasaya başka isimler altında sunarlar. Kendilerinin imal ettirdikleri bu ürünleri de kapsayan reklamlar yaparlar. Kendi yaptıkları reklamlarda, bu taklit ürünlerin zararları ve kalitesizliği üzerine halkı konuştururlar. Kendi ürünleriyle kıyaslatırlar. Böylece kendilerinin pahalı üretimlerini satmaya çalışırlar.

“Marka ürün” satan firmalar, bu yöntemi uygulamak zorundadırlar. Eğer böyle yapmazlarsa, aynı mamulleri üreten başka rakiplerin çıkması ihtimali kuvvetlidir. Bu rakipler, marka diye nitelenen ürünlerin kalitelerinde veya çok yakın kalitede mamulleri yarı fiyatından daha aşağıya satabilirler. Bu durumda, daha ucuz ve benzer kalitedeki ürünler piyasayı doldurur. Marka denilen ürünlerin satışını durdurur.

Eğer kaliteli mal üreterek daha ucuza satan firmaları reklam yöntemleri ile durduramazlarsa, diğer ticari hileleri denerler. Onları ya batırırlar veya satın alırlar, bir süre sonra üretimi durdururlar.  Konumuz reklam üzerine olduğundan, güçlü firmaların diğer hileleri üzerinde durmayacağız. Birçok ilaç firmasının, bir taraftan kansorojen etkisi olan gıdaları ve tohumları üreten şirketler kurup, diğer taraftan kendi yaptıklarını engellemeye veya etkisini azaltmaya çalışan ilaçlar sattıkları, hepimizin malûmudur.

Günümüzdeki reklamların birçoğunda, reklamı yapılan üründen bahsedilmiyor, sadece fotoğrafı gösteriliyor. Hiç ilgisiz ürünlerde, “cezbeden kadın” imajı kullanılıyor. Örneğin, otomobil, oto lastiği, dondurma, çikolata gibi çok fazla konuda insanlar hiç ilgisiz konulara yönlendirilerek, yanıltılıyor. Gofret reklamında, basit bir gofret ile kızlarla kolayca arkadaşlık kurulduğu imajı oluşturuluyor.

Reklamlar konusunda çok daha dikkatli olmamızı gerektiren kısmı, çocuklara ve reşit olmayan gençlere yönelik olanlarıdır. Çocuklara yönelik aldatıcı reklamlar, çocukları her taraftan kuşatmış haldedir. Bu sebeple geleceğimizi kurtarmak için öncelikle bu alandaki reklamlar üzerinde titizlikle durulmalıdır.

Eğer reklamlar konusundaki sorunu çözemezsek, dünyamızın ticari bir hapishane olmasını, tüketim toplumu batağına batmamızı engelleyemeyiz. Bu durumu engelleyemezsek, insanların hem fert, hem de toplum olarak huzur bulması mümkün olmaz.

Genel kategorisine gönderildi | REKLAMIN AMACI ÜZERİNE için yorumlar kapalı