SIĞINABİLECEĞİMİZ BAŞKA YERYÜZÜ YOK

SIĞINABİLECEĞİMİZ BAŞKA YERYÜZÜ YOK

 

Başlıktaki konumuzla bağlantılı olarak, bu sitede bazı makaleler yazmış idik. Yüce Yaradan’ın, kâinatı dünya için, dünyayı da insan için kurguladığını düşündüğümüzü ifade etmiştik. Fikrimizi destekleyen Kur’an ayetlerinden örnekler vermiştik. Bir başka yazımızda, insanların, Allah’ın dünyadaki vekil yöneticileri olduğunu, yine ayetlerden örneklerle belirtmiştik.

Bu makaleyi ele almamızın önemli bir sebebi, son birkaç nesildir yaşananlardır. İnsanlık var olduğundan beri, son nesillere kadar geçen sürede, yeryüzünde ciddi bir tahribat olmamıştı. Fakat maalesef, son nesillerde tahribat başladı. Bilhassa yaşayan nesiller olarak, bizim dönemimizde tahribat çok hızlandı.

Yeryüzündeki tahribatlar tek yönlü değil. Belki öyle olsaydı, çözüm üretmemiz kolaylaşırdı. En etkili tahribat, yiyeceklerin genetikleri ile oynanmasıdır. Verimi artırmak için, tohumlarda, yumurtalarda ve spermlerde yapılan tahribatlar kalıcı etkiler oluşturuyor. Genetiği değiştirilen yiyecekler, insan vücudunda tahribata sebep oluyorlar. Kendi hücrelerimiz, yine bizim hücrelerimizin bazısını düşman olarak algılıyorlar.

Bir cephede, aynı ordunun birliklerinin birbirlerini düşman olarak algıladıklarını düşünün. Kara, hava ve deniz kuvvetlerinin birbirlerine yardım etmeleri beklenirken, kardeşlerini düşman olarak gördükleri için saldırdıklarını düşünün. Böyle bir ordunun değil savaşı kazanması, ayakta kalması bile mucizelere bağlıdır.

Yeryüzünde yaptığımız bir başka tahribat, kaynakların hoyratça kullanılmasıdır. Milyonlarca yılda oluşmuş yer altı zenginliklerini, birkaç nesilde bitirmeye çalışıyoruz. İnsanlığın var olduğu günden beri çok az faydalandıkları petrolü, doğalgazı, madenleri, mermerleri vs. birkaç nesilde bitirebilmek için gayret ediyoruz. Hem yerin altını boşaltıyoruz, hem ortadan kaldırmakta zorlanacağımız hurda araçlar, makineler oluşturuyoruz.

Bir diğer tahribat, çevre kirliliğidir. Hava ve su gibi hayati öneme sahip maddeleri kirletiyoruz. Doğayı kirletiyoruz. Yeryüzünü koruyan gökyüzünün yapısını bozmaya çalışıyoruz. Yavaş gibi görünmesine rağmen hızlı ilerleyen bu tahribat, insanlığın geleceği açısından çok önemlidir. Bir orduyu düşünelim. Ordunun silahları yoksa bir işe yaramaz. Silahlar da, onların içerisine yerleştirilen mermiler, toplar, füzeler vs. olmazsa bir işe yaramaz. Mermiler, silahların havası ve suyudur. Eğer mermilerimiz bozulursa, ya ateş almazlar veya silahın içerisinde patlarlar. Dolayısıyla, silahlarımız tahrip olurlar. Yani vücudumuz tahrip olur.

Son birkaç nesilde yapılan bir başka tahribat, insanlar arasındaki muhabbettir. İnsanlar arasındaki dostluk, arkadaşlık ve yardımlaşma gibi duygular giderek azalmaktadır. Kapitalizmin kâr hırsının çok etkili olduğu bu tahribat, insanlığın geleceği açısından çok önemlidir. Yine cephedeki bir orduyu düşünelim. Ordunun kumandanları arasında muhabbet, dostluk, yardımlaşma yoksa o ordunun yenilmesi kaçınılmazdır. Nitekim Türkler böyle bir durumu I. Balkan Savaşı sırasında yaşamışlardır. Ordunun komutanları, birbirlerine yardım etmemişlerdir. Çünkü birbirlerine karşı muhabbet beslemiyorlardı. Sonuçta Türk ordusu kendi tarihinin en inanılmaz yenilgisini aldı. Ancak aynı Türkler, bu mağlubiyetten sadece iki yıl sonra, Çanakkale’de, Dünya tarihinde ender görülen bir başarı kazandılar. İşte muhabbet bu kadar önemli bir etki yapar.

Son dönemde yapılan bir başka tahribat, ekonomik alandadır. Bizler ekonomik buhranlardan ders almadıkça, buhranların sayısı artıyor. Neredeyse her üç yılda, bir yerlerde ekonomik kriz meydana geliyor. Krizin vurduğu bölgeler ekonomik durgunluğa giriyor. Büyük çoğunluğu bu durgunluktan çıkamıyor. Biz ders almadıkça, muhtemel oluşacak ekonomik buhranların şiddeti de artacak.

Her ekonomik buhrandan sonra gözlemlenen bir olgu var. Her kriz sonrasında zenginlerin zenginlikleri, fakirlerin fakirlikleri artıyor. Yani, zenginler daha çok zenginliyor, fakirler daha da yoksullaşıyor. Bu durum, dünyanın birbirine olan düşmanlığını artırıyor. İnsanlar ve guruplar arasında artan düşmanlığın, ne zaman ve nasıl patlak vereceği tahmin edilemez. İnsanların içlerine attıkları bu kin duyguları ne kadar çok birikirse, patlamanın şiddeti de o kadar çok olur. Belki de hiç beklenilmeyen bir şey olur ve insanlığın sonunu getirir.

Dünyadaki tahribatlar için, başka alanlardan da örnekler verilebilir. Bilhassa, insanlığın ulaştığı silah gücünün yapacağı tahribat bile, tek başına yeterlidir. Ama bizim amacımız bazı hususlara dikkat çekmek olduğundan yukarıda verdiğimiz, örnekler yeterlidir.

Burada düşünmemiz gereken bir başka husus daha var. Bilindiği gibi insanlar yapıları gereği, sıkıştıkları yerde Yüce Yaradan’dan medet umarlar. Allah da, çoğu zaman sıkıntıda olanın duasına icabet ettiğini, Kur’an’ın da ifade etmektedir. Fakat Kur’an’da bize yapılan bazı uyarılar vardır. Bunlardan bir tanesi, Yüce Yaradan’ın yardımı gelip sıkıntımızı atlattığımızda, hemen Allah’ı unutup, eski yanlış yolumuza gittiğimiz uyarısıdır. Bir başka ikaz da, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve irade ile hareket etmemizdir. Biz eğer sahip olduğumuz bu değerleri iyilik yönünde kullanırsak, bize on misli iyilikle gelineceği, kötülükte kullanırsak misliyle cezalandırılacağımızdır. Bir diğer uyarı da, Firavun hadisesindedir. Bütün ikazlara ve kendisine gösterilen hünerlere rağmen Hz. Musa’ya inanmayan Firavun, öleceğini anlayınca, Yüce Yaradan’a inandığını söyler. Ama ölümün soğuk yüzünü gördükten sonra inandığı için, kabul edilmez.

Demek ki, insanlığı bitirme noktasına getirdiğimizde, hatamızı anlamamız bir işe yaramayacaktır. Yüce Yaradan muhtemelen insanlara yardım etmeyecektir. Bu durumun böyle olacağını, Kur’an’daki, bazı kavimlerle ilgili olarak anlatılan hikâyelerden tahmin edebiliriz. Kavimler uyarılmalarına rağmen, kendilerini düzeltmedikleri için helâk edilmişlerdir. Hattâ Yüce Yaradan, Nuh Tufanı oluşturmuştur.

O halde, vaziyetin ciddiliğini önceden anlayıp, kendimizi düzeltmemiz gerekiyor. Peki, bu anlayışı ve düzelmeyi kimler yapmalı? Biz böyle devam edelim, insanlığın mirasını har vurup harman savuralım, torunlarımız düzeltsin mi diyeceğiz? Yoksa kim düzeltirse düzeltsin, “bize ne” mi diyeceğiz?

Yazımızda çok kısa olarak aktardığımız gibi, yeryüzündeki tahribatın önemli bir kısmından sorumlu olanlar, yaşayan nesillerdir. Yani, günahkâr olan bizleriz. Belki de bizden öncekilerden de günahkâr olanlar vardı. Ama onlar ahirete gittiler ve günahlarının cezalarını çekecekleri muhakkaktır. Biz de günahkâr olduğumuza göre, biz de ahirete gidince cezamızı çekeceğiz. Hiçbir güç bizi cezadan kurtaramaz.

Bizi cezadan tek kurtarabilecek olan, Yüce Yaradan’dır. O da, bizim kendi akıl, vicdan ve irademizle yaptığımız davranışlarımızı değerlendirerek, kurtarmaya karar vereceğini, Kur’an’ında beyan ediyor. O halde, bizim, günahlarımızdan ve cezadan kurtulabilmemiz için çok güzel bir fırsat var.

Eğer, bu fırsatı iyi değerlendirirsek, hem bu dünyada iyi anılırız, hem de ahirette iyi karşılanırız. Seçim bizim.

Unutmayalım, bu kâinatta kaçıp sığınabileceğimiz bir başka yeryüzü ve ahirette kaçacağımız bir yer yok.

Genel kategorisine gönderildi | SIĞINABİLECEĞİMİZ BAŞKA YERYÜZÜ YOK için yorumlar kapalı

BORSALAR, DÜNYANIN EN BÜYÜK KUMARHANELERİ OLMA YOLUNDA

BORSALAR, DÜNYANIN EN BÜYÜK KUMARHANELERİ OLMA YOLUNDA

 

Tarık Elrıfai’nin “İslâmi Finans” adlı eserinde küresel borsalardaki türev piyasası ile ilgili rakamlar veriliyor. Yazarın, İsviçre merkezli Uluslararası Ödemeler Bankası verilerine dayanarak verdiği rakamlar şöyle: Haziran 2008 itibarıyla tüm küresel borsa dışı türev piyasasının kavramsal tutarı 683,7 trilyon dolar. Karşılaştırma yapabilmemiz için dünyadaki bütün ülkelerin GSYİH toplamını da vermiş; toplam 61,4 trilyon dolar.

Demek ki, 2008 yılındaki türev piyasası, küresel ekonomiden 11 kat daha büyük. Peki, ekonomik buhrandan sonra durum değişmiş mi diye soranlar için, 2013 sonu rakamlarını vermiş. Buhrandan beş yıl sonra türev ürün piyasasının boyutu, daha da artmış. Tam 710 trilyon dolara ulaşmış.

Peki, bu kadar inanılmaz boyutlara ulaşan türev piyasası ne demek? İnsanlar, hisse senedi, tahvil piyasaları hakkında az da olsa bilgi sahibiler. Ama türev ürün ne anlama geliyor, bilen çok az. Borsa ile bugüne kadar hiçbir ilgim olmadığından, bazı küçük bilgilerin dışında benim de bilgim yoktu.

İlk çıkarılan türev ürünün adı CDO, yani teminatlı borç yükümlülüğü. Aslı, varlık destekli bir menkul kıymettir. Amaç, düşük kaliteli ipotekli konut kredilerini yatırımcılara satmaktır. En alt değerdeki ipotekli krediyi satabilmek için, yüksek kaliteli krediler ile harmanlanarak, aynı havuzda toplanıyor, birlikte satılıyorlar. Yatırımcılar, yüksek kaliteli ipotekli kredinin hatırına, CDO’ları satın almaya başlıyorlar.

Fakat Wall Street yöneticileri, satışların yeterli olmadığını düşünmüş olmalılar ki, 1994 yılında bir başka yöntem geliştirmişler. Kredi temerrüt takası, yani CDS adıyla yeni bir ürün geliştirmişler. Bu ürünün amacı, bir yatırımın temerrüde düşmesi veya kayıp yaşanması durumunda, satın alan kişiye bir sigorta sağlamak. Yani, ürünün aslı değil, türev bir finansal ürün. Bir aksilik durumunda, CDS’yi satan kişinin, satın alanın zararını telafi edeceğini belirttiği bir finansal takas anlaşması niteliğinde bir ürün. Temerrüde düşülmesi durumunda CDS’yi satanlar, temerrüde düşen krediyi satın alırlar ve satın alan bir geri ödeme almış olur.

Ürünün bu hali, yatırımcılara güven veriyor. Çünkü onlara koruma sağlanmış oluyor. Buraya kadar olan kısım, mantıklı gibi duruyor. Ancak bu güven ortamına rağmen, CDS’leri alanlar doğrudan konuyla bağlantılı kişiler veya kurumlar olacağından, satış miktarı artmasına rağmen yine Wall Street’in beklediği kâr elde edilmemiş olmalı ki, CDS’lerin satışını başkalarına da açmışlar. Borçtan doğrudan doğruya sigorta edilebilir çıkarı olmayanlara ve kredi araçlarına sahip olmayanlara da CDS satışı yapılabileceğini düşünmüşler. Bu şekildeki CDS’lere “çıplak CDS” ismini vermişler. Böylece ikinci bir Pazar yaratmışlar.

Muhtemelen, bu fikrin yatırımcılar tarafından benimsenmesinin sebebi, kredi verilirken ipotek edilen konutun fiyatlarının sürekli artması ve dolayısıyla CDS’lerin kazandırmaya devam etmesidir. Tahmin edileceği gibi, sürekli kazandırdığı düşünülen bir yatırımda, sigortanın bir önemi kalmaz. Dolayısıyla yatırımcı, aldığı türev ürünün sigortalı olup olmamasını umursamaz. Buna rağmen Wall Street, daha çok satış yapabilmek için, CDO ve CDS’leri bir havuza toplayarak, yatırımcıların risklerini azaltmış gibi göstermiş. Tıpkı başlangıçta, kaliteli ipotekler ile çöp ipotekleri aynı havuzda topladığında olduğu gibi, satışlarını artırmayı başarmış. 2007 yılına gelindiğinde, CDO ve CDS’lerin satışları, ABD Borsalarından NASDAQ’ın hacminin 10 katına çıkmış.

Yukarıdaki konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ticari hayattan ve futbol maçlarından benzetmelerle örnekler verelim.

Müteahhitlik yapan B şahsı, yaptığı evleri satmakta zorlanmaktadır. A kişisine evi vadeli satmaya çalışır. Evi alacak kişi maddeten güçsüz olduğundan, müteahhit olan B şahsı, evin değerini yüksek söyler. Ayrıca A kişisinden evi ipotek vermesini ister. Evin değeri daha az olmasına rağmen, A şahsı, ev sahibi olmanın heyecanıyla kabul eder. Müteahhit olan B şahsı, ipoteğin üzerine miktar yazdırmaz.

Bu alış-verişin sonrasında olaylar şöyle gelişiyor.

B şahsının, bir başkasına, C kişisine borcu vardır. Borcunu para olarak ödeyemediği için elindeki ipoteği teklif ediyor. C şahsı, B’nin ipotekli alacağı cirolaması şartıyla kabul ediyor. Çünkü ipotek miktarı yazılmadığından evin değeri artmaya devam ettikçe kazanacak. Bir sıkıntı olursa da, arkadaki cirodan dolayı zarara uğramayacaktır. Buraya kadar normal ticaret yürüyor. A şahsı ev sahibi olduğu için mecburen memnun olurken, B ve C şahısları da kazandıklarını düşündükleri için memnun oluyorlar.

Bu şahısların memnuniyetini dışarıdan gözleyen bazı yatırımcılar, bu pastadan pay kapmak istiyorlar. D, E, F gibi niteleyeceğimiz bu yatırımcılar, C şahsından bu ipotekli alacağı devralmak istiyorlar. Ancak C şahsı, bir şart öne sürüyor. Belgeyi size devrederken arkasını cirolamam diyor. Ev fiyatları artmaya devam ettiği için, kazanç net olarak göründüğünden, D, E, F gibi şahıslar kabul ediyorlar. Bunların kâr ettiğini gören başkaları da devreye giriyor. Bunlar da G, H, K olarak niteleyeceğimiz şahıslara satıyorlar. Zincir böylece uzuyor.

Bazen araya, kendi sermayesi olmayan yatırımcılar da giriyorlar. Her yeni yatırımcı, kendisinin daha akıllı olduğunu göstermek için yeni çözümler üretiyor. Ev fiyatları ülkedeki faiz oranlarından çok daha fazla artmaya devam ettiğinden, düşük faizli kredi çekiyorlar ve bu ipotekli alacağı devralıyorlar. Halk deyimiyle “çayın taşıyla, çayın kuşunu vurmak” istiyorlar. Sıfır sermaye ile kâr elde etmiş olmakla övünüyorlar.

Devreye giren bu yatırımcıların hepsi, ipotek edilen “ev”e güveniyorlar. Bu durumu hayatın içerisinden bir başka örnekle açıklamaya çalışalım. Bir futbol maçında, gol atan takımın oyuncuları sevinç gösterisi yaparken birbirlerinin üzerine atlayınca, nasıl attakinin canı çıkıyorsa, bizim ticarette de öyle oluyor. “Ev” bu ağırlığa dayanamıyor, çatırdamaya başlıyor. İlk çatırdamadan itibaren herkes elindeki evi birbirine vermeye çalışıyor.

Futbol maçındaki sevinç gösterisi sırasında altta ezilen futbolcu, “elini yere vurarak” üzerinden kalkmalarını istediğinde, üst taraftakiler kalkabilmek için altındakilere dayanarak kuvvet alarak kalkarlar. Dolayısıyla alttakileri eziyorlar. Normal durumlarda en alttaki fazla ezilmez. Bu nedenle birçok maçta aynı gösteri yapılır. Ama bazen, atılan gol çok önemlidir ve sevinç aşırı olur. Yedek kulübesindekiler ve hattâ bazı seyirciler de sevinç yumağına atlarlar. İşte bu durumda en alttaki ciddi zarar görür. İşte “ev” de, yani evi ilk satın alıp taksitlerini ödeyen kişi de, böylesine benzer bir ortamda ciddi zarar görür.

Bir futbol maçında futbolcular, ister sevinç gösterisi sırasında isterse başka bir sebeple sakatlanırlarsa, takımın yöneticileri, onların yerine yeni futbolcuları sahaya sürerler. Bilhassa sakatlanan futbolcuların ünlerine göre, onları hem bedava tedavi ettirirler hem de ücretlerini ödemeye devam ederler.

İşte devleti yönetenler de, ilk ev sahibini ezerlerken, diğerlerini büyüklüklerine, ünlerine göre kurtarmaya çalışıyor. En alttaki insan ezilirken, bu garibanın üzerinden para kazananların kazançları devam ediyor. Nasıl, bir futbolcu, transfer ücretinin dışında ayrıca oynadığı maç başı ücret almak üzere anlaştıysa, sakatlık süresince bu ücretlerden mahrum oluyorsa, bizim akıllı yatırımcılar da, bazen az miktarda zarar ediyorlar.

Ama evi ilk alan ve ödemeler yapabilmek için, büyük mücadele veren garibanın hem ev elinden gidiyor, hem de yaptığı ödemeler boşa çıkıyor. Devletler de, ona dönüp bakmıyor. Tıpkı, Yunus Emre’nin bu durumu hicvettiği bir şiirinde “şurda bir garip ölmüş diyeler, soğuk suyla yuyalar” dediği gibi oluyor.

Bilindiği gibi, maçlardaki sevinç gösterisi ilk önce golü atan futbolcunun kendisini yere atarak çimenlerde kaymasıyla başlıyor. Golü atan bu kişiye karşı kıskançlık duyan takım arkadaşları varsa, öncelikle onlar futbolcunun üzerine atlıyorlar. Atlarlarken de güya çok fazla sevinmiş gibi yaparak, diğer futbolcuları ve yedek kulübesini de tahrik ediyorlar. Böylece sevinç yumağı hızla büyüyor. Kendileri altta kalmamak için, kimseye farkettirmeden yumağın kenarına doğru kaçıyorlar. Kendileri ezilmeden, golü atanın ezilmesine vesile oluyorlar. Dolayısıyla golcünün üzerine ilk atlayan(lar)ın sahtekârlığı gözden kaçıyor.

İşte ekonomide de, CDO ve CDS’lerde, Wall Streeet’in ve bazı bankacıların yaptığı sahtekârlıklar, bu şekilde gözden kaçıyor. 2008 ekonomik buhranını araştıranlar tarafından, Wall Street’teki sahtekârlıkların nasıl yapıldığı üzerine çok sayıda kitap yazılması, denetim mekanizmalarının iyi çalışmadığını göstermektedir.

İşin ilginç tarafı, ekonomik buhran sırasında kurtarılan bankaların bazılarının, geçmişte yaptıkları sahtekârlıkların benzerlerini halen devam ettirmeleridir. Yani ne bankalar cephesinde ne de denetleyenler tarafında değişen bir şey yok. Bu duyarsızlık, bankaları, borsacıları ve bu alanlarda çalışan avukatları sevindirirken, insanların geleceğe karamsar bakmalarına sebep oluyor.

Eğer ilgililer, bu konudaki duyarsızlıklarını sürdürürlerse, borsaların dünyanın en büyük kumarhaneleri olduğuna herkes tarafından inanılacağı ve hem kendilerine hem de dünyaya zarar vereceği günlere davetiye çıkarmış olurlar.

Ekonomi kategorisine gönderildi | BORSALAR, DÜNYANIN EN BÜYÜK KUMARHANELERİ OLMA YOLUNDA için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANDAN DERS ALINDI MI?

EKONOMİK BUHRANDAN DERS ALINDI MI?

 

Bu konuda karar verebilmek için, günümüzdeki uygulamalara kısaca bakmak gerekiyor. Ekonomik buhranlarla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, bankaların ekonomik kriz üzerindeki tetikleyici etkilerinden bahsetmiştik. Verdikleri kredileri acele geri çağırarak bunalımı hızlandıran bankaların önemli bir kısmı, devletleri tarafından kurtarılmışlardı.

Ekonomik kriz öncesinde, borsacılar ve bankacılar, en yüksek ücretleri alıyorlardı. Günümüzdeki bankacılar, neredeyse o dönemdeki ücretlerinden daha yüksek ödemeler almaya başladılar. Yani, ödenen ücretlere bakıldığında 2008 buhranından, en azından, bankacılar açısından ders alınmış gibi görünmüyor.

Bankaların sermaye tamponları, eski döneme göre daha düşük. Diğer taraftan bankalar birleşerek büyümeye devam ediyorlar. 2008 ekonomik buhranında, gördük ki, bazı büyük bankalar, sırf “batmalarına izin verilemeyecek kadar büyük” oldukları için kurtarılmışlardı. Demek ki, günümüzde değişen bir şey yok. Birleşerek büyüyen ve yüksek ücretler ödemeye devam eden bankalar, ileride oluşabilecek bir buhran anında, “mecburen” kurtarılacaklar. Şimdiden görünen o ki, tarih tekerrür edecek.

Bankacılara bu durum hatırlatıldığında, hepsinin yaptığı tek bir savunma var. O da, “başka alternatif olmadığı” şeklindedir. Hâlbuki 2008 ekonomik buhranı başladığında hepsi şaşkın haldeydi. Nitekim bankacıların aksakalı olan ABD Merkez Bankasının efsanevi başkanı Alan Greenspan de benzer durumdaydı. Gazetecilere açıklama yapamadığı için, duruma hayret ettiğini ifade etmekten başka bir şey söyleyememişti. Fakat aradan birkaç yıl geçip, bankacılar rahatlayınca bu defa, benzer sorulara kendinden emin cevaplar vermeye başladı.

Greenspan, ekonomik buhran öncesindeki uygulamalarında bir hata olmadığını ifade ederek, fikirlerinde bir yanlışlık bulunmadığının altını çiziyordu. Çünkü ona göre, başka alternatif yoktu.

Demek ki, bir uygulama dibe vurmadan insanlar çözüm arayışını düşünemiyorlar. Demek ki Avrupa, iki Dünya Savaşı yaşayarak dibe vurmasaydı, günümüzdeki Avrupa Birliği fikri ortaya çıkmayacaktı. Demek ki, alternatif aranılması için bütün sisteminin çökmesi bekleniyor veya gerekiyor. Aslında, eğer, ekonomik kriz sırasında devletler bankaları kurtarmasalardı, bütün bankalar domino taşı etkisiyle devrilerek batabilirlerdi. Bankacıların ve bankacılığın bugünkü halini görünce, “bankacılık sistemi batsaydı da, yepyeni ve farklı bir çözüm aransaydı” diye düşünenler  artıyor.

Çünkü anlaşılan o ki, henüz buhranın sebepleri tam anlaşılamamış. Ekonomik krize doğru gidişi başlatan borsalar ve bankacılar, durumdan ders almamışlar. O dönemlere göre daha iyi şartlarda yaşıyorlar. Ama bu yaşama “yaşamak” mı demek gerekir, yoksa “uyku halinde yaşamak” mı demek gerekir siz takdir edin.

Sonradan yapılan araştırmalar gösterdi ki, 2008 ekonomik buhranını tetikleyenler asıl ürünler değil, türev ürünlerdir. Bu ürünlerin ne olduğunu halen anlamak zor. Belki tam olarak anlayan kişi sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Dolayısıyla halk hiç anlamıyor. Ama halk, bankacılar “bu iyidir” dedikleri için satın almışlar. Bankalara bunları satan Wall Street borsacıları da, konuyla ilgili şeffaf ve yükümlülükler içeren bir yönetmelikler oluşturmamışlar. Kendi kârlarını azamileştirmeyi hedeflemişler.

Bu hususu bir başka yazımızda ayrıca irdelemeye çalışacağız. Ancak, bizi, bu yazı konusuyla bağlantılı olarak ilgilendiren soru şu: “Peki, günümüzde bu hatadan dönüldü mü?”. Cevap, “maalesef halen hata devam ediyor”. Hattâ diğer tahvil veya hisse senedi piyasalarından daha büyük hacme sahip. Ama halen şeffaf değil, halen konuyu tam bilen yok. Halen kimlerin ne kadar sorumlu olduğu bilinmiyor.

Geçmiş bütün ekonomik krizlerde benzer hataların geçerli olduğu, sonradan yapılan incelemelerden anlaşılmasına rağmen, köklü bir çözüm düşünülmüyor. Sadece faiz oranlarıyla oynayarak günü kurtarmaya çalışılıyor.

Yazımızın buraya kadar olan kısmına bakılarak, bizim, bankalara düşman olduğumuz düşünülmesin. Ticari sistemin büyümesinde elbette bankaların payları var. Ama bankaların bu katkısı, tahmin edilenden çok az. Bankalar büyüttükleri sistemden, diğer bir ifadeyle, pastadan aslan payını kendilerine ayırıyorlar.

Ticari ortamın zorlaştığı, kârların azaldığı dönemlerde bile, en çok kâr edenler, bankalar oluyor. Hattâ, üretici firmaların bile bilançolarına bakılınca, üretimden elde ettikleri kârlardan daha fazlasını sair gelirler dedikleri faiz, borsa gibi alanlardan sağlıyorlar. Ekonomik buhran aniden hızlanınca, üretici şirketler batıyorlar, ama bankaların çoğunu devlet kurtarıyor. Sonuçta bankalar yine kazanıyor. Bankacılar yine yüksek gelir elde etmeyi sürdürüyorlar.

Bankalar, borsa simsarlarıyla aynı konuma düştüler. Borsa simsarları servet oluşturmayı bıraktılar, servet kaydırması yapıyorlar. Maalesef, bankalar da aynı şekilde servet kaydırması yapıyorlar.

İşin ilginç yanı, finansçıların ve bankacıların, servet kaydırarak kendilerinin zengin olmaya devam etmeleri. Son dönemlerde bu guruba, avukatlar da katıldılar. Onlar da kolay para kazanmanın yolunu bulmuşçasına, servet kaydırma işlerine giriştiler. Avukatlardaki bu yöneliş, bankacıları ve finansçıları da mutlu ediyor. Her türlü sahtekârlığı yaptıktan sonra kanun önünde aklanıyorlar. Hem kazanmaya devam ediyorlar, hem de toplum önünde aklanıyorlar.

Bankacılar ve finansçıların iki yönlü olarak kazanmalarını sağlayan avukatlar da, giderek daha çok dava alıyorlar. Onlar da daha fazla kazanıyorlar. Sonuçta bu üç gurup, doğru dürüst bir katma değer yaratmadan para kazanmaya devam ediyorlar.

Ekonomik krizlerden ders alınmadığının bir başka göstergesi daha var. Bu gösterge dünyanın büyük çoğunluğu için geçerli. Bilindiği gibi, teknolojideki gelişmeler, gerek tarımda gerekse sanayide verimliliği artırdı. Dolayısıyla üretim miktarları, bütün ülkelerde arttı. Ancak, halen yanlış giden bir şeyler var. Halen finans sektörü, tarım ve sanayiden çok daha fazla kazanıyor. Halen finans sektörünün işlem hacmi, tarım sektörünün 8-10 katı büyüklükte.

Bütün bunlar gösteriyor ki, 2008 ekonomik buhranından yeterince ders alınmamıştır. Dolayısıyla yeni buhranların oluşması an meselesidir. Bu hususta zaman verilemez. Fakat kesin olan bir şey var ki, bizleri hazırlıksız yakalayacak yeni bir ekonomik kriz, 2008’den çok daha yıkıcı olacaktır.

O halde bütün dünya olarak hazırlıklı olalım. Bir ülkenin kendi başına hazırlıklı olması hem mümkün değil, hem de bir işe yaramaz. Hep birlikte hazırlanmalı, hep birlikte hareket etmeliyiz.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANDAN DERS ALINDI MI? için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BAYRAMLAR, NE KADAR ÇOK İNSANA BAYRAM HAVASI YAŞATABİLDİĞİMİZ İLE ÖLÇÜLÜR. BU ÖLÇÜNÜN FARKINDA OLAN BÜTÜN İNSANLARIN VE İNSANLIĞIN BAYRAMINI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

İNSANLAR, ÜLKELER VE DÜNYA, SADECE DIŞARIDAN DEĞİŞTİRİLEMEZLER

İNSANLAR, ÜLKELER VE DÜNYA, SADECE DIŞARIDAN DEĞİŞTİRİLEMEZLER

 

Bu sitedeki yayınlarımızda, günün yazısının anlamıyla eşleşen sözler de yayınlıyoruz. Bunlardan birisi de, Atilla Han’ın şu sözüdür: “Hiç kimse bir Hun’un kendisi için yapmadığını onun adına yapamaz.”

Bir insandaki değişim, tamamen dışarıdan oluşturulamaz. Mutlaka o şahsın da, kendi içinden gelerek bazı şeyleri arzu etmesi gerekir. Böylece, içten gelen bu isteklerle harekete başlayan insana, dışarıdan yardım etmek isteyenlerin uğraşları bir sonuç verir. Bilhassa, “insanlık anlayışı, hoşgörü, çalışkanlık” gibi hasletler, dışarıdan dikte etmekle kazanılamaz.

Konumuzla ilgili bir Türk özdeyişi de şöyledir: “Yanmadık ocağa, (inatla yanmayan ocağa) çıra kütüğü dayasanız, yine yanmaz!”

Bu durum, sadece insanlar için geçerli olmayıp, ülkeler için de geçerlidir. Hattâ bu durum bütün dünya insanlığı için de geçerlidir. Bilindiği gibi, insanlığa dışarıdan yardım edebilecek tek güç, kâinatın yaratıcısı olan Allah’tır. Yüce Yaradan’ın, her şeye gücü yeter. Dolayısıyla isterse, bütün insanları madden ve özellikler açısından eşit konuma getirebilir. Fakat bu durum, bizlerin özgürlüğümüzü kaybetmemize ve sosyal düzenimizin bozulmasına yol açar. Bütün sistemimiz değişir. Kimse kimseyi çalıştıramaz. Böylece, insanlık olarak, çok kısa sürede eskisinden daha kötü duruma düşeriz.

O halde Yüce Yaradan’dan, insanlığa, mevcut yapı içerisinde kalarak yardım etmesini istememiz daha uygundur. Ancak, böyle bir yardımın gerçekleşebilmesinin tek yolu, bu değişikliği, bizim içimizden gelerek istememizdir.

Kur’an, bu konuda bize yol göstermektedir. Enam Suresi 6/160: “Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.”

Benzer şekilde, hiçbir ülke, kendi içerisinden gelerek harekete geçmedikçe, dışarıdan ona yardım edilemez. Hiçbir ülke, bir başkasını, dışarıdan destekle zenginleştiremez. Zaten zenginleştirmek de istemez. Hiçbir ülke bir başkasını dışarıdan müdahale ile medenileştiremez.

Bir memleketin insanlarının giyim kuşamlarının değişmesi, kafalarının içinin de değiştiğini göstermez. Bir ülkedeki insanların kibar davranışlar sergilemeleri, onların içten gelen samimi bir davranış sergilediklerini göstermez. Bir ülkedeki insanların kurallara uyuyor olmaları, onların kurallara ve diğer insanlara saygı gösterdiği anlamına gelmez.

Eğer bir insan, kendisi gibi giyinmeyenlere karşı, içinden kızıyorsa veya kendini güçlü hissettiği bir ortamda dışarıdan anlaşılacak şekilde sert bir tavır sergiliyorsa, o şahıs için olumlu sözler söylenemez.

Eğer bir insan, kendisinden daha fakir ve daha az özellikli insanlar karşısında ve/veya güçlü olduğu bir konumda kibar davranışlar sergilemiyorsa, o insana kibar denilemez.

Eğer bir insan, kendi ülkesinde kurallara uyuyor fakat aynı kurallara uyulmadığını gördüğü bir başka ülkede uymuyorsa, o insan kuralları içselleştirememiş demektir.

Bu yapıdaki insanların ortak özellikleri kibirli oluşlarıdır. Kendisi ile benzer güçtekilere karşı kibrini kullanamamaktadır. Bu sebeple kibirli olduğu anlaşılmamaktadır. Fakat kibirli olmaktan daha tehlikelisi, ayrıca yalancı da olmalarıdır. Bir yanlışı yaptıkları halde, karşı taraf ispatlayana kadar, yaptığını reddetmesi, her yeni delil karşısında bahanelere sarılmasıdır. Artık net bir şekilde ispatlanınca da, sadece kafasını öne eğmesi, kendisini düzeltmeye uğraşmamasıdır. İnsanlar için geçerli olan bu durum, ülkeler için de geçerlidir.

Bir ülkenin, iş disiplini olan çalışkan insanlara sahip olması hasebiyle maddeten kalkınması, o ülkenin kibirlilik seviyesini artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Kibirliliği artan bu ülkeyi yönetenler de, kendilerini en üstün olarak görmeye başlamaktadır. Böylece gözleri körelmektedir.

Her ülkenin bu konumlara düştüğü yıllar vardır. Bu kibre kapılan her insan gibi, her ülke de, sonunda Yüce Yaradan’ın sillesini yemiştir. Kimisi hatasını anlayıp kendini düzeltmiş, kimisi hataları başkalarına yükleyerek, yanlışına devam etmiştir. Geçmiş devirlerde bir ülkenin hatasının sonuçları, çevresiyle sınırlı kalıyordu. Çünkü en hızlı ulaşım aracı “at” idi. Örneğin, Roma Devleti’nin yıkılışının etkisi sınırlı kaldı. Ama dünya, motorize olmaya başladıkça, daha geniş bölgeleri etkilemeye başladı. Nitekim olaylar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı diye nitelendi. Günümüzde ise, bütün dünya, jet veya İnternet hızıyla etkilenecek hale geldi.

Dolayısıyla sorun, sadece o insanın veya o ülkenin meselesi olmaktan çıktı. Bütün insanlığı ilgilendirir oldu. Bu sebeple, çözümü hep birlikte aramalıyız. Yanlışı birlikte düzeltmeliyiz. Fakat bizim dışarıdan yaptıklarımızın ve uyarılarımızın işe yaraması için, o insan veya ülkenin, kendi içerisinde de değişimi başlatması şarttır. Değişimi içlerinde başlatmayanlar, sadece kendilerine zarar verirler. Çünkü artık, insanlık tarihten ders çıkarmaya başladı. Aynı tip hataların, giderek artan zararlarla sonuçlanması, insanları, “Tarihin Aydınlattığı Geleceği” kurmaya doğru yöneltti.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLAR, ÜLKELER VE DÜNYA, SADECE DIŞARIDAN DEĞİŞTİRİLEMEZLER için yorumlar kapalı

İMAN VE AKIL İLİŞKİSİ

İMAN VE AKIL İLİŞKİSİ

 

Bu sitede yayınladığımız konuyla bağlantılı “Akıl-Vahiy Dayanışması” başlıklı yazımızda fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu yazımızda konuyu biraz daha farklı zaviyeden irdelemeye çalışacağız.

Bizler, Yüce Yaradan’ın verdiği akıl sayesinde hayatımızı idrak ederiz. Karşılaştığımız nesnelerin ve olayların sebeplerini, sahip olduğumuz akıl ile araştırırız. Yine aklımızı kullanarak, “gayeleri” de araştırırız. Allah’ın akıl verdiği her şahıs, sebepler ve gayeler üzerine düşünür. Bazılarımız konular üzerinde daha az düşünür. Bazılarımız, derinlemesine düşünmeye çabalar. Aklının bütün gücünü kullanmaya gayret eder.

Fakat hepimiz yaşayarak biliyoruz ki, aklımız bir yerde tıkanır. Sebepler ve gayeleri bazen kavrayamayız. Bazen ise, ulaştığımız sonuçlar, bize mantıklı gelmez. Hâlbuki mantık sistemini oluşturan da bizim aklımızdır. Dolayısıyla cevaplar hususunda bazen aciz kalması normaldir. Çünkü bizim sahip olduğumuz aklı veren Yüce Yaradan, bizim ihtiyacımız oranında vermiştir. Zaten her insanın aklını kullanma kapasitesi de farklıdır. En yüksek kapasite ile kullanan bile, aklıyla her olayı anlayamaz.

Bir tarafta, en az on milyar ışık yılı büyüklüğünde bir evren var. Diğer tarafta hücre içinde, bir milimetrenin yüz milyonda birinden (femtometre) küçük maddeler var. Cansız maddelerde elektronlar var. Hepsinin çok ilginç özellikleri var. Bu özellikler, kâinattaki o madde veya canlı var olduğundan beri aynı yapıda, aynı işi görüyor.

Arılar, var olduklarından beri aynı işi, hiç sıkılmadan, yapıyorlar. Arılar, kovanlara yumurtalarını bırakıyorlar. Yumurtadan çıkan her yeni arı, aynı görevini yerine getiriyor. İşçi arı bal yapıyor, petek oluşturuyor, asker arı, onları koruyor. Bir kovandaki yumurtadan çıkan arı, başka kovana gitmiyor. Gün boyu dolaştıktan sonra, yan yana dizilmiş kovanların içerisinden kendi kovanını buluyor.

Örümcekler, sineği bütünüyle yiyor. Kanadını, ayaklarını, her tarafını yiyor. Sonra yedikleri çok sağlam bir halat olarak çıkıyor. Bu halatlarla da matematik bir hesap üzerine ağ haline getiriyor.

Başka örnekler vermeye gerek yok. Bütün bunları aklımızla çözemeyiz. Biz sadece, arılardaki bal yapma mekanizması nasıl çalışıyor, örümcekteki incecik sağlam halat nasıl oluşuyor konularını araştırabiliriz. Elde ettiğimiz bulgularla, işleyiş hakkında fikir yürütebiliriz. Fakat bütün bunların sebepleri ve gayeleri üzerine fikir yürütmeye başladığımızda bir yerde tıkanırız. Dünyada yaşayan canlıların tamamı için fikir yürütmeye kalkışamayız. Çünkü henüz denizlerde ve karada yaşayan canlıların tamamı hakkında bilgimiz yok. Bilmediğimiz nice canlılar var.

Sadece canlılar değil, cansız maddelerle ilgili olarak da, bilmediğimiz nice şeyler var. Bilimsel araştırmalar ilerledikçe, bildiğimizi zannettiğimiz bir maddenin, yepyeni özelliklerini gözlemliyoruz. Dolayısıyla cansız maddelerin de varlıklarının sebep ve gayeleri hakkında fikir yürütmemiz çok zor.

İşte, aklımızın tıkandığı yerlerde, peygamberler aracılığıyla bizlere iletilen nakli bilgiler devreye girer. İlk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar, her birine gelmiş olan vahyin bizlere yansıması, imandır. İman olmadan, sebep ve gayeler hakkında yürüteceğimiz fikirler, askıda kalır.

Yaptığı bilimsel araştırmalarda ulaştığı sonuçları ve işleyişteki muhteşem düzeni gören bir kişinin imanı daha derin olur. İmanı derinleştiren bir başka husus, kendimizi ve çevremizdeki varlıkları sorgulamamızdır. Sadece canlı cansız varlıkları değil, olayları da sorguladıkça, imanımız derinleşir. Yüce Yaradan’dan şüphe duyan hangi insan bu sorgulamayı yaparsa yapsın, aklına takılan şüpheyi yener ve imanı güçlenir.

Kur’an’da, Bakara 260 da, Hz. İbrahim, kalbinin yatışması için, Allah’tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini ister. Yüce Yaradan, makul karşılar ve gereğini yapar. Hz. İbrahim’in kalbi mutmain olur, imanı güçlenir. Bizler, Hz. İbrahim gibi bir konumda olamayız. Dolayısıyla, Allah’ın bize doğrudan cevap vermesini bekleyemeyiz. Fakat bizler, yaşadığımız bazı olayları bu gözle irdelersek, Yüce Yaradan’ın, Kendi varlığını bizim gözlerimizin önüne serdiğini görürüz. İrdeledikçe imanımız pekişir. İmanımız güçlendikçe, aklımızı Allah’ın gösterdiği yolda kullanmaya gayret ederiz. Hinlik düşünmeyi bıraktıkça, aklımızın daha iyi çalıştığının farkına varırız.

Sonuç olarak, iman, aklın bittiği yerde devreye girer ve sınırlı aklımıza sınırsız kapılar açar.

Dini kategorisine gönderildi | İMAN VE AKIL İLİŞKİSİ için yorumlar kapalı

İSLÂM’DA SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE

İSLÂM’DA SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız “Savaş ve Barış Üzerine” başlıklı makalemizde, konuyu kavramlar açısından değerlendirerek, fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu yazımızda hem daha farklı bir pencereden hem de İslâm açısından irdelemeye çalışacağız.

Bilindiği gibi İslâm, barış ve huzur dinidir. Müslüman bilinen bazı insanların ve devletlerin uygulamalarındaki kimi farklılıklar, bu gerçeği örtemez. Bu sebeple, Müslüman öncelikle kendisiyle barışık olmalı ve kendisi huzur bulmalıdır ki, toplum huzurlu olsun. Müslüman bir fert, kendi iç barışından sorumludur. Aynı şekilde toplumun huzuruyla ilgilenmekle de yükümlüdür. Bu yükümlülük sadece yöneticiler için değil, her bir Müslüman kişi için de geçerlidir.

İslâm’da “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı yoktur. Hattâ günah seviyesinde hatadır. İslâm’da, her bir Mümin, önce kendisi güzel örnek oluşturmakla yükümlüdür. Sonra çevresine, “Hakkı tavsiye” etmekten sorumludur. Bununla da yetinmeyerek insanlara “iyiyi emir, kötüyü men” etmeye gayret etmelidir. Hülâsa, Allah’ın emirlerini insanlara anlatmak, her bir müminin görevlerinin en başlarında gelmelidir. Hiçbir maddi menfaat gütmeden insanları uyarmaya, onları irşada çabalamalıdır. Dolayısıyla “bana ne” veya “benden önce yöneticiler, yetkililer var, onlar yapsın” demesi mümin olma vasfını kaybetmesine sebep olur.

O halde, bir Müslüman, önce, kendi içerisindeki barışı ve huzuru sağlamak için savaşmalıdır. Kendi nefsiyle savaşarak, kendi içerisinde sulh olmalıdır. Kendi içerisindeki kötülükleri yenmiş ve barışı sağlamış bir Müslüman, çevresine yönelerek, etrafındaki kötülüklerle savaşarak toplumsal barışın sağlanmasına katkıda bulunmalıdır. Her fert bu savaşı, kendi gücü ve kapasitesi nispetinde yapmalıdır.

Bir Müslüman, gücü yettiğince, kötülüğü doğrudan engellemelidir. Buna gücü yetmezse veya konumu farklı ise, diliyle ya da yazılarıyla müdahale etmelidir. Buna da gücünün yetmeyeceğini düşünüyorsa, durumu yetkililere ve ilgililere bildirmelidir. Bilgi vermekle de kalmayarak, sonucu takip ederek gerekenin yapıldığını anlayana kadar uğraşını sürdürmelidir.

Yukarıdaki üç farklı yönteme rağmen, Allah’ın rızasını kazanmak isteyen bir Müslüman, kötülüğü doğrudan engelleyecek gücü kendisinde aramak, bulamadıysa, o güce ulaşabilmek için gayret etmekle yükümlüdür. İslâm’da pısırıklık yoktur. Unutmayalım ki, Yüce Yaradan, kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemez. Toplumsal barışı sağlama yükünü kendiliğinden yüklenen insana da, Allah, yükü kaldırmada yardımcı olur.

Bilindiği üzere bir Afrika atasözünde “bir çocuğu, bütün köy yetiştirir” denilir. İslâm’daki anlayış da buna benzerdir. Ama bir ilavesi vardır. Müdahale çift yönlüdür. Yani hem bütün köy, her bir çocuğun yetişmesi için, hem de bir kişi, bütün köyün barış ve huzuru için çabalamakla yükümlüdür.

İslâm, devletlerarasındaki savaş ve barış ilişkilerini de derinlemesine ele alır. Buradaki anlayış da, fert ile toplum arasında yukarıda bahsettiğimiz ilişkilere benzerdir. İslâm, devletlerarasındaki ilişkilerde de barışı hedefler. Ancak, barışı temin maksadıyla, her an savaşa hazır bir güçte olunmasını, Müslümanların da düşmanın silahıyla silahlanmasını ister. Fakat bu gücü, ganimet uğruna veya şöhret için karşı tarafa saldırmakta kullanmayı yasaklar.

Nasıl, bir insandan, kendi nefsinin aşırı arzularına ve başkalarına zarar verebilecek isteklerine karşı cihat etmesi istenildiyse, İslâm ordusundan da, kendisini savunma, zulmü ortadan kaldırma, Hak ve Adaleti tesis etme maksadıyla savaşması istenilir.

Hakkı ve Adaleti tesis etmek isteyenler, mücadeleleri sırasında yukarıdaki anlayışa uygun davranmaya çalışmalıdırlar. Gerek bir bölgede gerekse dünyada, barışı tehdit eden, kötülük tohumları eken guruplar ve devletler olursa, bunlar önce uyarılmalıdır. Kendilerini düzeltmeleri için fırsat tanınmalıdır. Bütün ikazlara ve gösterilen hoşgörüye rağmen, inatla kötülük peşinde koşanlar ise cezalandırılmalıdır. Bu uygulama, Yüce Yaradan’ın Kur’an’daki anlatımına uygundur.

Nasıl fertler, toplumda huzurun sağlanması hususunda sorumlu iseler, Hak ve Adaleti tesis etmekle yükümlü güçler de, aynı sorumlulukla hareket etmek durumundadırlar. Müdahale için kötülerin hareket etmelerini beklemek, takdir edilen bir davranıştır. Fakat bazen masum insanların ölmesini önlemek ve barışı korumak için, harekete geçmelerini beklemek gerekmez. (Enfal 8/58) Yeterli bilgi toplanmış ve yapacakları kötülüklerin planları öğrenilmişse, hemen durum istişare edilir. Cezalandırmak için ortak bir kanaat oluşursa, kötülük yapacakların hareket etmelerini beklemek yanlış olur. Bilhassa, defalarca uyarılanlar, söz verdikleri halde bozanlar veya onların şürekâsı bu kötülükleri planlıyorlarsa, hiç beklemeden ve aniden cezalandırılmalıdır. (Tevbe 9/12). Kötülük peşindeki bu insanlara, geçmişte yapılan ikazların dozuna göre, cezanın şiddeti artırılabilir. Nitekim böyleleri için, Allah’ın helâk cezası, ansızın gelmiştir. Cezalandırma işlemi, kötülük planlarından gerçekten haberi olmayanlara uygulanmaz. Haberi olmasına rağmen planlayanlarla birlikte hareket etmeyenler ise, bildiklerini haber vermedikleri için, son defa uyarılır.

Her şeyi bilen Yüce Yaradan, kendilerini düzeltmemekte ısrar ederek kötülük yapmayı sürdürenleri helâk ederken, haksızlık yapmamıştır. (Yunus 10/44) Biz de haksızlık yapmamak için, elde ettiğimiz bilgileri aramızda hızla istişare etmeliyiz. İstişare sonunda bir karar aldıysak, Allah’a tevekkül ederek kararımızı uygulamalıyız. (Ali İmran 3/159) İlgili kurullarda istişare edildikten sonra adım atılırsa, Kur’an’daki savaş ve barış anlatımlarına uygun bir davranış sergilenmiş olunur.

Diğer taraftan, eğer, ikazlara uyarak kendilerini düzeltirlerse, artık, barış sağlanmış demektir ve onlara dokunulmaz. (Enfal 8/61). Af dileyerek kendini düzeltip güzel işler yapanlara, eski yaptıklarını bahane ederek saldırmak, İslâm’a göre zalimliktir. Bize saldıranlara karşı da olsa, haksız saldırıda bulunmak da İslâm’a aykırıdır. (Bakara 2/190)

Sonuç olarak, İslâm, bir barış ve huzur dinidir. Yüce Yaradan, bizi, barış ve huzuru hem kendi içimizde hem de toplum hayatımızda sağlamakla yükümlü tutmaktadır. Kendi nefsimize karşı savaşta, Yüce Yaradan’ın yol göstericiliğine ve desteğine ihtiyacımız vardır. Toplumsal huzurunu ve barışı sağlamak için de, hem Onun desteğine ve yol göstericiliğine, hem de güçlü olmaya ihtiyacımız vardır. Kendiliğimizden başarma ihtimalimiz zayıftır. Allah, gerek kendi içimizde ve gerekse toplum hayatımızda barış ve huzuru sağlamak için mücadele etmek isteyen ve gayret gösteren her insana, yol gösterecektir inşallah.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DÜNYA KÜRESELLEŞTİKÇE ÇALIŞMA SAATLERİMİZ ARTIYOR

DÜNYA KÜRESELLEŞTİKÇE ÇALIŞMA SAATLERİMİZ ARTIYOR

 

Günümüzden yüz yıl önce fikir beyan eden ekonomistler, yaşadığımız şu günlerde haftalık çalışmanın 15 saate ineceğini iddia ediyorlardı. O dönemin en meşhur ekonomisti olan Keynes, bu hususta başı çekiyordu. Şu günlerde yaşayan bizlerin en büyük sorununun can sıkıntısı olacağını vurguluyorlardı. 1929 daki büyük ekonomik buhran için çözüm ürettiği zannedilen, bu nedenle dünya çapında üne kavuşan John Maynard Keynes, böyle düşününce diğerlerinin farklı fikir beyan eden pek çıkmadı. Farklı düşünenler olmuşsa da, o günlerin yaygın fikrine ters düştüklerinden, “cahillikle” suçlanarak susturulmaları ihtimali kuvvetlidir. Çünkü o dönemde sadece ekonomistler değil, bazı siyaset bilimcileri ve politikacılar da aynı fikri paylaşmakta beis görmüyorlardı.

Böyle düşünmelerinin kökeni eskilere dayanıyordu. Karl Marks da, boş vakitlerimizin çok olacağı bir dünya hayal ediyordu. ABD’nin kurucularından olan Benjamin Franklin de, günün birinde, günde dört saat çalışmanın yeterli olacağını söylüyordu.

Gerçekten de, bilhassa maddeten kalkınmış ülkelerden başlamak üzere, çalışma saatleri azalmaya devam etti. Ancak 1980’li yıllarda, çalışma saatlerindeki düşüş durdu. 1990’lı yıllarla birlikte, tekrar artmaya başladı. Resmi olarak haftalık çalışma saati süresi (mesai) artmıyor. Fakat çalışılan süre artıyor.

Gelecek plancıları, insanların boş vakitlerinde neler yapmaları gerektiği konusunda tartışıyorlardı. Boş vaktin ahlâksızlık, aylaklık, kişisel şiddette artış gibi sorunlar çıkaracağını bahsedenler çoğunlukta idi. Bazıları ise, 2000’li yıllardaki bir erkeğin, evinde eşiyle sohbet keyfi yaşayacağını düşlemişti. Fakat tam tersi oldu. Kadınlar da iş hayatına girdi. Kalkınmış ülkelerde, kadınların maaş almaya başlamalarının sonucunda aile gelirlerine katkısı, 50 yıl öncesinde %5 civarında iken %40’lara tırmandı. Bu durum gelişmekte olan ülkelerde de değişmeye başladı. Dolayısıyla evde sohbet yapacak zamanları azaldı. Çünkü her iki eş eve yorgun gelmeye başladı. Diğer taraftan, Televizyon sektöründeki gelişmeler sonucu, evde iken de sohbet yapılamaz oldu.

İşin ilginç yanı, çalışma sürelerindeki bu artış sadece fakir ülkelerde olmadı, zengin devletlerdeki çalışma miktarları da arttı. Sohbetlerdeki azalma ise, televizyonun girdiği her ülkede mevcut.

Bu durumun sebeplerini irdelediğimizde, çok farklı etkenler olduğunu görüyoruz. Ancak aşağıda belirteceğimiz nedenlerin temelinde yatan gerçeğe bakınca, hepsini “küreselleşme” başlığı altında toplayabiliriz.

Çalışma saatlerimizin artmasının altında yatan en önemli sebep, tüketme hırsımızdır. Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda tüketim anlayışımız konusunu irdelemiştik. Günümüzdeki tüketim anlayışının, ihtiyaçtan değil “hava atmaktan” kaynaklandığını ifade etmiştik. Tüketmedeki bu algılama, kredi kartlarıyla birleşince, harcama kalemlerimizdeki sınır kalkıyor. Harcamanın sınırı kalkınca, çalışma saatlerindeki sınır da sürekli üste çekiliyor.

Bundan bir asır önceki “vakit” anlayışı değişti. Vakit, “nakittir” anlayışı hâkim olmaya başladı. Vakit, “nakit” olunca, bu deyiş bizim kamçımız oldu. Hepimizin yaşayarak gördüğü gibi, küreselleşme, insanları, dostluk ilişkilerini geliştirmeye yöneltmedi. Aksine, insanlar arasındaki rekabeti geliştirdi. Rekabet ortamı, tüketimi tetikledi. Sonuçta üst paragrafta ifade ettiğimiz gibi, tüketim de çalışma saatlerimizi artırdı.

Çalışma süremizi artıran bir başka etken, internet kullanımı, akıllı telefonlar ve bilgisayarlardaki gelişmeler. İnternete bağlı akıllı telefonlar ve bilgisayarlar, bizleri mesai saatleri dışında da ulaşabilir yapıyor. Bize ulaşanlar, bizden cevap bekliyorlar. Onlara vereceğimiz cevaplar için çoğunlukla ek çalışma yapmamız gerekiyor. Böylece, mesai dışında da çalışmak mecburiyetinde kalıyoruz. Hem de fazla mesai ücreti almadan.

Çalışma süremizin artmış görünmesinin başka sebepleri de var. Eskiden para karşılığı olmadan yaptığımız bazı şeyler, çağımızda ayrı bir “iş” olarak görülüyor. Bu nedenle karşılığında para kazanıyoruz. Eskiden sanatla, bilimle ve sporla uğraşanlar, bunu hobi niteliğinde görüyorlardı. Dolayısıyla para kazanma hırsıyla yapmıyorlardı. Şimdi ise, neredeyse tamamen bir kazanç kapısı oldu.

Eskiden, vakıflar kurarak veya vakıflarda görev yaparak insanlara yardımcı olmak, hayırsever davranışlar sergilemek parasız yapılan aktivitelerdi. Günümüzde ise, para alınarak yapılmaktadır. Eskiden dostlar, birbirlerinin “psikoloğu” idi. Bu destekleri için hiç para almazlar, belki de kendileri para harcardı. Günümüzde bu işi yapmak da kazanç kapısı oldu. Bütün bu kazanç kapıları, çalışma saatlerimizin artmasına vesile oldu.

Bundan yüz yıl ve daha öncesinde, çalışmanın fakirlerin işi olduğu düşünülürdü. Zenginlerin çalışması ayıplanırdı. Zenginler kendileri çalışmaz, kâhyaları veya yardımcıları aracılığıyla fakirleri çalıştırırlardı. Bu anlayış değişti. Değişmekle kalmadı, günümüzde tam tersine döndü.

Çağımızda, toplumda saygınlık kazanmak isteyen bir kişi, işlerinin çok yoğun olduğundan dem vurmak zorundadır. Çünkü yoğunluk, toplumda saygınlık kazanmanın bir sembolü haline geldi. Bu anlayış, sadece beyaz yakalı çalışanlar için geçerlidir diye düşünenlerimiz olabilir. Fakat öyle değil. Patronlar için de geçerli. Bilhassa teknolojik üretim konularında çalışan patronlar ve çalışanları, yoğun çalışmaktan gurur duyuyorlar. Rutger Bregman’ın aktardığına göre, 1980’lerde Apple çalışanları “Haftada 90 saat çalışıyorum ve buna bayılıyorum!” yazılı tişörtler giyiyordu.

İş yükünün çokluğundan yakınmak, kendini önemli biri gibi göstermenin bir yolu olunca, başkaları da bu yolu kullanmaya başladılar. Çalıştığı iş yerinde akşama kadar doğru dürüst bir iş yapmayıp internette veya sosyal medyada dolaşan gençler de, bu yöntemi kullanıyorlar. Çünkü gençler arasında da, tembellik, işsizlikten daha hor görülüyor.

Keynes ve diğerlerinin çalışma saatleri konusundaki tahminleri şimdilik tutmadı. Ama insanların zenginleyecekleri hususundaki savları, belki de onların düşündüğünden daha fazlasıyla gerçekleşti. Kalkınmış ülkeler eskiye kıyasla çok zenginledi. Orta halli memleketler bile, geçmişlerine kıyasla zenginlediler. Fakat maalesef günümüzün sorunu stres, gerginlik ve geleceğe karşı duyulan belirsizliktir. Yani eskilerin düşündükleri gibi boş vakit sıkıntısı değil.

Bu durumda atalarımızın sorunları ile bizimkiler yer değiştirmiş gibi görünüyor. Atalarımız fakir idiler, ancak, Batıdaki ezilen işçilerin dışındakilerin, bolca boş vakitleri vardı. Biz ise genel anlamda atalarımıza göre zenginiz, fakat Sakıp Sabancı’nın deyimiyle “zaman fukarasıyız”.

Yani bir türlü dengeye gelemedik. Gelecek planlarımızda bu denge konusunu dikkate almazsak, huzur bulmamız çok zor.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜNYA KÜRESELLEŞTİKÇE ÇALIŞMA SAATLERİMİZ ARTIYOR için yorumlar kapalı

ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARININ, SEBEBİ VE HİKMETİ VAR MIDIR?

ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARININ, SEBEBİ VE HİKMETİ VAR MIDIR?

 

Bu konu üzerinde Eşariler ve Cehmiler ile Mutezile, Maturidi ve Selefiler farklı düşüncelere sahiptirler. Birinci gurup yoktur derken, ikinci gurup vardır demektedir. Bu tasnifimize rağmen iki gurup içerisinde de ayrıntıda farklı fikirler mevcuttur.

Eşarilere göre, Allah’ın iradesi en üstün iradedir. Allah’ın iradesi mutlak hürdür ve sorumsuzdur. Dolayısıyla bazı sebep ve maslahatlarla (fayda) sınırlamak, Allah’ın şanına yakışmaz. Bu fikirde olunca Eşariler, ilâhi fiillerde hikmet ve fayda olduğunu reddederler. Onlara göre, ilâhi fiiller hikmet ve fayda icabı olması, Allah’ın bu hikmet ve maslahata muhtaç olması anlamına gelir. Dışarıdan gelecek bazı şeylere ihtiyacının olması, Allah’ın eksiklikten münezzeh olmasıyla bağdaşmaz.

Eşariler konuya bir başka açıdan bakarak şöyle derler: “Allah, Mevla ve maliktir, insan ise, O’nun kulu ve kölesidir. Dolayısıyla, Allah’ın emir ve yasaklarında sebep ve hikmet yoktur. Var olduğu ileri sürülen sebep ve hikmetler, dolaylıdır ve bizlere göre mevcuttur.”

Eşarilerin etkisi arttıkça, Mutezile zayıfladı. Sonunda ortadan kalktı. Eşariliğin kurucusu olmayan fakat onu sistemleştiren İmam Gazali’nin yayınlarıyla, felsefeciler de tutunamaz hale geldiler. Maturidiliğin kimi fikirlerini de, sultanlar, iktidarları için tehlike gördüklerinden benimsemediler. Böylece Eşariler, Müslüman dünyasında rakipsiz kaldı. Bu durum insanlar arasında sebep ve hikmet anlayışının iyice zayıflamasına yol açtı. Sebep ve hikmet, Allah’a mahsus olmayınca, insanlara ait olarak görüldü. Mutasavvıfların bir kısmı, bu anlayıştan kendi nam ve hesaplarına faydalandılar.  Keramet hikâyeleri anlatmaya başladılar. Halk okumamış olduğundan ve mutasavvıflara inandığından, keramet sahiplerinin mucize olaylarıyla dolu hikâyelerinden geçilmez oldu.

Çünkü artık, hikmet, Allah’ın olmadığına göre, ermiş insanların malı haline gelmişti. Hikmet sahibi ermişlerin iradeleri, tabiat kanunlarından üstün görülmeye başlandı. Ermişlerin iradeleri sayesinde, Kur’an’da anlatılan (Sebe) Melikesinin tahtının göz açıp kapayana kadar getirilmesi olayı gibi, çabuk ve kolay sonuç alınacağına inanılır oldu. Müslümanlık anlayışı rayından çıktı.

İşin ilginç tarafı, Gazali’nin bir başka konuyu açıklarken kullandığı ifadesi, Eşarilerin yukarıdaki anlayışıyla tam anlamıyla çelişmektedir. Salah-aslah yani, iyi-daha iyi gibi kâinatın yaratılışındaki var olan kötülükler hususunda, İmam Gazali şu ifadeyle savunma yapmıştı: “Dünyada mevcut olandan daha iyi, daha tam ve daha mükemmel olanı imkân dâhilinde değildir.” Gazali bu fikri ile Allah’ın kâinatı yaratırken, maslahat (fayda) ve hikmet üzerine yarattığını kabul etmektedir. Bu kabul, fakat Mutezile ile aynıdır. Fakat bu çelişki, halk tarafından fark edilmemiştir.

Maturidi ve Mutezile, Allah’ın fiil ve emirlerinin, maslahat ve sebeplerin tezahürü olduğunu düşünür. Bu fikri savunanlara göre, Allah, evreni yaratmadan ve bir emri vermeden önce, bunun sonuçlarını bildiğinden, hikmet ve iradesini güzel şeylerin olması için kullanır. Bu durum, O’nun bir kusuru olarak değerlendirilemez. Benzer şekilde, Allah’ın dışarıdan bir mecburiyet altına alındığını da göstermez. Allah, kendi iradesini, yine kendi hikmetiyle sınırlamış olur.

Allah’ın emrinin sonucunda, bir takım faydalar ve menfaatlerin olması, bu fayda ve menfaatlerin, Allah’ın zatı için olduğunu göstermez. Bütün bu faydalar, menfaatler ve zararlar, insanlar içindir. İnsanların, hem birbirleriyle hem de eşyalarla olan ilişkileri için geçerlidir.

Allah’ın emirleriyle ilgili sebepler ve hikmetler, kendisini en çok farz kılınan konularda gösterir. Bilindiği gibi, önce Allah’ın birliğine iman, sonra namaz, sonra oruç, sonra zekât ve en sonunda hac farz kılınmıştır. Bu sıralamadaki sebep ve hikmetler gayet açıktır. Dolayısıyla, neticeleri sebeplere bağlayan bizatihi Kur’an’ın kendisidir.

Maturidi ile Mutezlilenin ayrıldığı husus, Allah’ın hikmet sıfatının algılanışındadır. Maturidi, fiillerin hikmetli olmasının sebebini, Allah’ın lütfu ve rahmeti olarak görür. Allah’ın böyle davranmasını gerektiren bir zaruret olmadığını düşünür. Mutezile ise, fiillerin hikmetli olmasının sebebini, yaratıcı olmanın bir mecburiyeti olarak görür ve yukarıda belirttiğimiz gibi, şöyle ifade eder: “İnsanın menfaati ve maslahatına (faydasına) en uygun olan neyse, Allah’ın onu yaratması lâzım gelir.”

Geçmişteki âlimlerin fikirlerini, kısaca vermeye çalıştık. Bu konuyla ilgili kitapların, ağdalı ve anlaşılması zor ifadeler kullanmalarından dolayı, basitleştirmeye gayret ettik. Dolayısıyla, bizim bazı farklı anlatımlarımızın ve okuyucunun farklı anlamalarının olması mümkündür. Ayrıca aynı ekol içerisinde fikirleri birbirinden farklı âlimler vardır. Bu sebeplerle, konuyu daha derinlemesine anlamak isteyenler, başka kaynaklardan araştırırlarsa bu anlamda aksaklılar daha az olur.

Biz şimdi, yazının başlığıyla ilgili olarak, kendi fikrimizi aktarmaya çalışacağız. Her zaman olduğu gibi, konuyla ilgili düşüncelerimizi, Kur’an’dan anladıklarımızla oluşturmaya gayret edeceğiz.

Kur’an’ın birçok ayetinde, Yüce Yaradan, dünyayı insanlar için, yakın gök olarak nitelenen evreni de, dünyadaki düzenin sürekliliği için yarattığını beyan eder. Bu ifadelerden bizim anladığımız, Allah, sonsuz olan ilmi ile dünyayı ve evreni yaratırken bir sebep ve maslahat etrafında kurgulamış.

Yeryüzündeki insanları yaratmasının sebeplerini de Kur’an’ı Keriminde açıklamış. (Bu husustaki fikirlerimi, “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemde ifade etmiştim) Demek ki, insanların yaratılışı da, bazı sebeplere dayanıyor.

Maturidi’nin ifade ettiği gibi, neticeleri sebeplere bağlayan, bizatihi Kur’an’dır. Dolayısıyla Allah’ın yaratmasında sebep ve hikmet olduğunu söylersek, Kur’an’a uygun fikir beyan etmiş oluruz.

Peki, Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarında, maslahatın (fayda) düşünülüp düşünülmediğine nasıl karar vereceğiz? Tabii ki, bu konuda da Kur’an’a bakacağız.

Enam Suresi 6/12: “…Allah, rahmet etmeyi üzerine yazmıştır…”

Leyl Suresi 92/12: “Doğru yolu göstermek muhakkak bize aittir.”

Yine Kur’an ayetlerinde, insanlara yapılan tavsiyelerin devamında, Yüce Yaradan, “bilesiniz ki, bu sizin için daha hayırlıdır” der. Aslında başka ayetlere bile gerek kalmadan, yukarıdaki ikisinden, bir fikre varmak mümkün. Ayetlerden bizim anladığımız kadarıyla, Yüce Yaradan, yaptığının insanların faydasına olmasını arzu ediyor. Bu arzusunu, dışarıdan bir zorunluluk olarak değil, Kendisinin içinden gelerek yapıyor.

Bu açıdan bakılınca, Maturidi’nin “Allah’ın fiillerinin hikmetli olması, yine Allah’ın lütfu ve rahmetindendir” ifadesi büyük ölçüde doğru. Allah bu hikmetli fiilleri yapmazsa yapmaz. Hiçbir güç de, O’na dışarıdan zorlayamaz. Fakat Enam 12’deki ifadesine bakıldığında, Yüce Yaradan, insanlara lütfetme ve rahmet etmeyi, Kendi Kendisine görev addetmiş. Eğer, görev addetmeseydi, o zaman tam anlamıyla “Allah’ın lütfu ve rahmeti” olurdu.

Yukarıdaki iki ayete göre, Mutezilenin, “İnsanın menfaati ve maslahatına (faydasına) en uygun olan neyse, Allah’ın onu yaratması lâzım gelir” ifadesiyle, hikmetin sebebinin, Tanrılığın bir gereği olduğunu vurgulaması da, hem doğrudur hem yanlıştır. Doğru olması hali, Yaratıcının, yarattığı kullarını doğru yola iletmek için, Kendi Kendisini görevli addetmesinden de anlaşılmaktadır. Yanlışlığı ise, Yaratıcının, yaratılışta insanları eşit tuttuğu, onlara yol gösterdiği, bu amaçla ayrıca peygamberler gönderdiği halde, Allah’ı dinlemeyen, başkalarının kötülüğüne çalışan bazı insanların faydasına olacak işler yapmayı sürdürmesinin, Yaratıcılığın “adillik” vasıflarına uymamasındandır. Zaten, Yüce Yaradan da, kötülük yapan bozguncuları hem bu dünyada hem de ahirette cezalandırdığını beyan etmektedir.

Diğer taraftan, bir dönem yaptığı yanlışları anlayıp kendiliğinden düzelerek, salih amel işlemeye başlayan insanları affetmesi, Allah’ın, gerçek anlamda, lütfunun ve rahmetinin göstergesidir. Çünkü Yüce Yaradan’ın, Kendi üzerine görev addettiği husus, başlangıç içindir. Sonrasındaki rahmeti, “lüzum” veya “zaruret” sebebiyle değildir. Ayrıca, Kendisinin gösterdiği yolda yürüyen ve bozgunculara karşı mücadele eden insanları destekleyerek, onları muvaffak etmesi de, lüzum veya zaruret nedeniyle değildir. Tamamen, Kendisinin lütfu ve rahmeti sebebiyledir. Bakara 251 deki “bazılarını bazılarıyla defetmeseydik, dünyada huzur bozulurdu” beyanıyla bağlantılı olan bu destek, Kendi üzerine rahmeti yazması veya insanlara doğru yolu göstermesi göreviyle doğrudan ilgili değildir.

Yazımızın konusuyla ilgili olarak serdettiğimiz fikirlerimiz, Kur’an ayetlerinden, Allah’ın bize verdiği akıl, vicdan ve irade sayesinde anladıklarımızdır. Gerçeği, sadece ve sadece Yüce Yaradan bilir.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARININ, SEBEBİ VE HİKMETİ VAR MIDIR? için yorumlar kapalı

MAL EDİNME GÜDÜSÜ ÜZERİNE

MAL EDİNME GÜDÜSÜ ÜZERİNE

 

İnsanlarda mal edinme saiki olmasaydı, dünya anlamsız olurdu. Avcı-toplayıcı olarak nitelediğimiz atalarımızda bile, bir mal edinme güdüsünün olduğundan bahsedilebilir. Bu güdüyü, sadece mal edinme olarak değerlendirirsek eksik kalır. Bu güdü, aynı zamanda dünya nimetlerinden faydalanmaktır. Eğer, insanlarda dünya nimetlerinden faydalanma arayışı olmasaydı, dünya harap bir halde kalırdı. İnsanlar da perişan bir yaşam sürerlerdi.

Kur’an ayetlerine baktığımızda, Yüce Yaradan’ın, dünyayı, insanların istifade edeceği şekilde oluşturduğunu görmekteyiz. Hattâ bir yazımızda da belirttiğimiz gibi –en azından- evrenin yakın gök dediğimiz kısmındaki düzeni de, dünyada kurduğu nizamın sürekliliğini sağlamak için oluşturduğunu vurgulamıştık. Kur’an çeşitli ayetleriyle, dünya nimetlerinin insanların hizmetine sunulduğunu ifade etmektedir. Bu hususla ilgili çok sayıda ayetten, birkaçını örnek olarak görelim:

Bakara Suresi 29: “O, öyle bir yaratıcıdır ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı…”

Araf Suresi 7/32: “De ki, Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?…”

Kasas Suresi 28/77: “Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ahiret evini ara ve dünyadan da nasibini unutma…”

Peki, dünyadaki bunca nimet varken, Yüce Yaradan bize mal edinme güdüsü vermeseydi, bu nimetlerin ne anlamı olurdu? Sadece karnımızı doyurma güdümüz olsaydı, dünyada gelişme olur muydu? Toplumsal düzeni kurulabilir miydik?

İnsan hayatı, madde olmadan devam edemez. Mal olmadan inkişaf edemez. Beslenme, giyinme ve barınma gibi ihtiyaçlar, temeldir. Dünyanın varoluşundaki varlıklar, insanların hepsinde mevcut olan bu üç temel ihtiyacı karşılamaya yetmez. Bu sebeple ilave gayret lâzımdır. Çalışmak, üretmek ve yeni şeyler meydana getirmek gerekir.

İnsanlardaki mal edinme güdüsü, iki farklı temel üzerinde oturur. Birincisi, hırs ve ihtirastır. İkincisi ise, emel ve hevestir. Bunları birbirinden ayıran, gerçekleştirme yönteminin meşru ve ahlâki olup olmadığıdır.

Bu duygular, sadece zenginlerde olmaz. Fakirlerde de olur. Fakirlerden de, zengin olmak için gayret gösteren çok fazla sayıda insan vardır. Eğer kişi, meşru ve makul yollardan zengin olmaya çabalıyorsa, bu gayreti emel ve heves olarak nitelenir. Fakat insan, “her yol mübah” diyerek zengin olmaya çalışıyor, başkalarının hakkını yiyor, hile yapıyor, insanları kandırıyor, yalan söylüyorsa, bu şahsın gayreti, ihtiras olarak nitelenir. Fark buradadır. Hevesli kişi, mal mülk sahibi olmak için, böyle yollara tenezzül etmeden, şevkle çalışır, gayret eder. Ayrıca kazandığının da vergisini düzgün bir şekilde verir. İhtiras sahibi insan, kazandığının vergisini bile vermek istemez.

Allah, hırslı insanların ezdikleri kişileri kollayabilmek için, heves ve emel sahibi yaptığı insanlara ayrıca yol göstermektedir. Onlardan, zekât vermelerini ve mallarını infak ederek paylaşmalarını istemiştir.

Yüce Yaradan, yeryüzünün imar edilmesi ve insanların güzel medeniyetler oluşturabilmesi için, insanlara verdiği mal edinme emelinin yanında bir başka heves daha vermiştir. O da, güzele, kibara, zarife, narine olan hevestir. İşte bu sebeple, insanlar sadece, zorunlu ve gerekli ihtiyaçlarını karşılamak için mal mülk edinme gayretine düşmezler. Zarafete ve ziynete de heves ettiklerinden, kültür ve medeniyet dediğimiz olguları oluştururlar. Yine zarafet ve ziynet hevesleri sebebiyle,  oluşturdukları medeniyetlerini, sürekli inkişaf ettirirler.

İslâm, zarafet ve ziynet konusunda bizleri teşvik eder. Ancak bizleri dikkatli olmamız için uyarır.

Allah, bizlerin hevesle ve şevkle yaşamamız için, dünyayı ve insanların hayatını süslediğini vurgular. Kehf 18/46 da, “mal ve evlat, dünya hayatının süsüdür” der. Saffet 37/6 da, dünya semasını yıldızlarla süslediğini anlatır. Araf 7/32 de, bizler için ziynetler, süsler oluşturduğunu ifade eder. Hucurat 49/7 de bizlere imanı sevdirdiğini, iç dünyamızı imanla süslediğini beyan eder.

Bizlere böylesine güzellikler veren Yüce Yaradan, bizleri şeytana uymamamız hususunda uyarır. Şeytanın, bizlere, kötülüğü ve fena işleri çekici ve süslü gösterdiğini anlatır. Bu nedenle, dikkatli olmamız gerektiğini sıkça ikaz eder.

İşte heves ve hırs arasındaki fark da buradadır. Heves, Allah’ın gösterdiği yoldan gider. Hırs ise, şeytanın gösterdiği yoldan yürütür. İster emel sahibi olalım, ister ihtiraslı olalım, arzu ettiğimiz sonuca ulaşabiliriz de ulaşamayabiliriz de. Kısmetimiz değişmez. Ama ihtiras ve tamahın farkı, şahsımıza, ruhen ve güven açısından zarar vermesidir. Toplum düzenimizi sarsmasıdır.

Dolayısıyla, devletlerin en mühim sorumlulukları, bu hususlarla ilgili olanlardır. Devletler, insanlardaki yaşama heveslerini, mal mülk sahibi olma isteklerini söndürmemelidirler. Aksine, onlardaki bu hevesleri ve çalışma şevklerini canlı tutmaya gayret etmelidirler. Hırslı ve ihtiraslı insanların, emel ve heves sahibi düzgün kişileri ezmelerini önlemeye çabalamalıdırlar. Yaygın bir adalet ve ülke genelinde emniyet sağlamalıdırlar. İnsanlık ve medeniyet, ancak böyle inkişaf eder. Aksi takdirde, hırs ve ihtiras baskın gelirse; dostluk, akrabalık, vefa ve sadakat azalır. Bunlar bittikçe, insanlık kendi kendini yok etmeye doğru gider.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | MAL EDİNME GÜDÜSÜ ÜZERİNE için yorumlar kapalı