İMAN VE AKIL İLİŞKİSİ

İMAN VE AKIL İLİŞKİSİ

 

Bu sitede yayınladığımız konuyla bağlantılı “Akıl-Vahiy Dayanışması” başlıklı yazımızda fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu yazımızda konuyu biraz daha farklı zaviyeden irdelemeye çalışacağız.

Bizler, Yüce Yaradan’ın verdiği akıl sayesinde hayatımızı idrak ederiz. Karşılaştığımız nesnelerin ve olayların sebeplerini, sahip olduğumuz akıl ile araştırırız. Yine aklımızı kullanarak, “gayeleri” de araştırırız. Allah’ın akıl verdiği her şahıs, sebepler ve gayeler üzerine düşünür. Bazılarımız konular üzerinde daha az düşünür. Bazılarımız, derinlemesine düşünmeye çabalar. Aklının bütün gücünü kullanmaya gayret eder.

Fakat hepimiz yaşayarak biliyoruz ki, aklımız bir yerde tıkanır. Sebepler ve gayeleri bazen kavrayamayız. Bazen ise, ulaştığımız sonuçlar, bize mantıklı gelmez. Hâlbuki mantık sistemini oluşturan da bizim aklımızdır. Dolayısıyla cevaplar hususunda bazen aciz kalması normaldir. Çünkü bizim sahip olduğumuz aklı veren Yüce Yaradan, bizim ihtiyacımız oranında vermiştir. Zaten her insanın aklını kullanma kapasitesi de farklıdır. En yüksek kapasite ile kullanan bile, aklıyla her olayı anlayamaz.

Bir tarafta, en az on milyar ışık yılı büyüklüğünde bir evren var. Diğer tarafta hücre içinde, bir milimetrenin yüz milyonda birinden (femtometre) küçük maddeler var. Cansız maddelerde elektronlar var. Hepsinin çok ilginç özellikleri var. Bu özellikler, kâinattaki o madde veya canlı var olduğundan beri aynı yapıda, aynı işi görüyor.

Arılar, var olduklarından beri aynı işi, hiç sıkılmadan, yapıyorlar. Arılar, kovanlara yumurtalarını bırakıyorlar. Yumurtadan çıkan her yeni arı, aynı görevini yerine getiriyor. İşçi arı bal yapıyor, petek oluşturuyor, asker arı, onları koruyor. Bir kovandaki yumurtadan çıkan arı, başka kovana gitmiyor. Gün boyu dolaştıktan sonra, yan yana dizilmiş kovanların içerisinden kendi kovanını buluyor.

Örümcekler, sineği bütünüyle yiyor. Kanadını, ayaklarını, her tarafını yiyor. Sonra yedikleri çok sağlam bir halat olarak çıkıyor. Bu halatlarla da matematik bir hesap üzerine ağ haline getiriyor.

Başka örnekler vermeye gerek yok. Bütün bunları aklımızla çözemeyiz. Biz sadece, arılardaki bal yapma mekanizması nasıl çalışıyor, örümcekteki incecik sağlam halat nasıl oluşuyor konularını araştırabiliriz. Elde ettiğimiz bulgularla, işleyiş hakkında fikir yürütebiliriz. Fakat bütün bunların sebepleri ve gayeleri üzerine fikir yürütmeye başladığımızda bir yerde tıkanırız. Dünyada yaşayan canlıların tamamı için fikir yürütmeye kalkışamayız. Çünkü henüz denizlerde ve karada yaşayan canlıların tamamı hakkında bilgimiz yok. Bilmediğimiz nice canlılar var.

Sadece canlılar değil, cansız maddelerle ilgili olarak da, bilmediğimiz nice şeyler var. Bilimsel araştırmalar ilerledikçe, bildiğimizi zannettiğimiz bir maddenin, yepyeni özelliklerini gözlemliyoruz. Dolayısıyla cansız maddelerin de varlıklarının sebep ve gayeleri hakkında fikir yürütmemiz çok zor.

İşte, aklımızın tıkandığı yerlerde, peygamberler aracılığıyla bizlere iletilen nakli bilgiler devreye girer. İlk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar, her birine gelmiş olan vahyin bizlere yansıması, imandır. İman olmadan, sebep ve gayeler hakkında yürüteceğimiz fikirler, askıda kalır.

Yaptığı bilimsel araştırmalarda ulaştığı sonuçları ve işleyişteki muhteşem düzeni gören bir kişinin imanı daha derin olur. İmanı derinleştiren bir başka husus, kendimizi ve çevremizdeki varlıkları sorgulamamızdır. Sadece canlı cansız varlıkları değil, olayları da sorguladıkça, imanımız derinleşir. Yüce Yaradan’dan şüphe duyan hangi insan bu sorgulamayı yaparsa yapsın, aklına takılan şüpheyi yener ve imanı güçlenir.

Kur’an’da, Bakara 260 da, Hz. İbrahim, kalbinin yatışması için, Allah’tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini ister. Yüce Yaradan, makul karşılar ve gereğini yapar. Hz. İbrahim’in kalbi mutmain olur, imanı güçlenir. Bizler, Hz. İbrahim gibi bir konumda olamayız. Dolayısıyla, Allah’ın bize doğrudan cevap vermesini bekleyemeyiz. Fakat bizler, yaşadığımız bazı olayları bu gözle irdelersek, Yüce Yaradan’ın, Kendi varlığını bizim gözlerimizin önüne serdiğini görürüz. İrdeledikçe imanımız pekişir. İmanımız güçlendikçe, aklımızı Allah’ın gösterdiği yolda kullanmaya gayret ederiz. Hinlik düşünmeyi bıraktıkça, aklımızın daha iyi çalıştığının farkına varırız.

Sonuç olarak, iman, aklın bittiği yerde devreye girer ve sınırlı aklımıza sınırsız kapılar açar.

Dini kategorisine gönderildi | İMAN VE AKIL İLİŞKİSİ için yorumlar kapalı

İSLÂM’DA SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE

İSLÂM’DA SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız “Savaş ve Barış Üzerine” başlıklı makalemizde, konuyu kavramlar açısından değerlendirerek, fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu yazımızda hem daha farklı bir pencereden hem de İslâm açısından irdelemeye çalışacağız.

Bilindiği gibi İslâm, barış ve huzur dinidir. Müslüman bilinen bazı insanların ve devletlerin uygulamalarındaki kimi farklılıklar, bu gerçeği örtemez. Bu sebeple, Müslüman öncelikle kendisiyle barışık olmalı ve kendisi huzur bulmalıdır ki, toplum huzurlu olsun. Müslüman bir fert, kendi iç barışından sorumludur. Aynı şekilde toplumun huzuruyla ilgilenmekle de yükümlüdür. Bu yükümlülük sadece yöneticiler için değil, her bir Müslüman kişi için de geçerlidir.

İslâm’da “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı yoktur. Hattâ günah seviyesinde hatadır. İslâm’da, her bir Mümin, önce kendisi güzel örnek oluşturmakla yükümlüdür. Sonra çevresine, “Hakkı tavsiye” etmekten sorumludur. Bununla da yetinmeyerek insanlara “iyiyi emir, kötüyü men” etmeye gayret etmelidir. Hülâsa, Allah’ın emirlerini insanlara anlatmak, her bir müminin görevlerinin en başlarında gelmelidir. Hiçbir maddi menfaat gütmeden insanları uyarmaya, onları irşada çabalamalıdır. Dolayısıyla “bana ne” veya “benden önce yöneticiler, yetkililer var, onlar yapsın” demesi mümin olma vasfını kaybetmesine sebep olur.

O halde, bir Müslüman, önce, kendi içerisindeki barışı ve huzuru sağlamak için savaşmalıdır. Kendi nefsiyle savaşarak, kendi içerisinde sulh olmalıdır. Kendi içerisindeki kötülükleri yenmiş ve barışı sağlamış bir Müslüman, çevresine yönelerek, etrafındaki kötülüklerle savaşarak toplumsal barışın sağlanmasına katkıda bulunmalıdır. Her fert bu savaşı, kendi gücü ve kapasitesi nispetinde yapmalıdır.

Bir Müslüman, gücü yettiğince, kötülüğü doğrudan engellemelidir. Buna gücü yetmezse veya konumu farklı ise, diliyle ya da yazılarıyla müdahale etmelidir. Buna da gücünün yetmeyeceğini düşünüyorsa, durumu yetkililere ve ilgililere bildirmelidir. Bilgi vermekle de kalmayarak, sonucu takip ederek gerekenin yapıldığını anlayana kadar uğraşını sürdürmelidir.

Yukarıdaki üç farklı yönteme rağmen, Allah’ın rızasını kazanmak isteyen bir Müslüman, kötülüğü doğrudan engelleyecek gücü kendisinde aramak, bulamadıysa, o güce ulaşabilmek için gayret etmekle yükümlüdür. İslâm’da pısırıklık yoktur. Unutmayalım ki, Yüce Yaradan, kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemez. Toplumsal barışı sağlama yükünü kendiliğinden yüklenen insana da, Allah, yükü kaldırmada yardımcı olur.

Bilindiği üzere bir Afrika atasözünde “bir çocuğu, bütün köy yetiştirir” denilir. İslâm’daki anlayış da buna benzerdir. Ama bir ilavesi vardır. Müdahale çift yönlüdür. Yani hem bütün köy, her bir çocuğun yetişmesi için, hem de bir kişi, bütün köyün barış ve huzuru için çabalamakla yükümlüdür.

İslâm, devletlerarasındaki savaş ve barış ilişkilerini de derinlemesine ele alır. Buradaki anlayış da, fert ile toplum arasında yukarıda bahsettiğimiz ilişkilere benzerdir. İslâm, devletlerarasındaki ilişkilerde de barışı hedefler. Ancak, barışı temin maksadıyla, her an savaşa hazır bir güçte olunmasını, Müslümanların da düşmanın silahıyla silahlanmasını ister. Fakat bu gücü, ganimet uğruna veya şöhret için karşı tarafa saldırmakta kullanmayı yasaklar.

Nasıl, bir insandan, kendi nefsinin aşırı arzularına ve başkalarına zarar verebilecek isteklerine karşı cihat etmesi istenildiyse, İslâm ordusundan da, kendisini savunma, zulmü ortadan kaldırma, Hak ve Adaleti tesis etme maksadıyla savaşması istenilir.

Hakkı ve Adaleti tesis etmek isteyenler, mücadeleleri sırasında yukarıdaki anlayışa uygun davranmaya çalışmalıdırlar. Gerek bir bölgede gerekse dünyada, barışı tehdit eden, kötülük tohumları eken guruplar ve devletler olursa, bunlar önce uyarılmalıdır. Kendilerini düzeltmeleri için fırsat tanınmalıdır. Bütün ikazlara ve gösterilen hoşgörüye rağmen, inatla kötülük peşinde koşanlar ise cezalandırılmalıdır. Bu uygulama, Yüce Yaradan’ın Kur’an’daki anlatımına uygundur.

Nasıl fertler, toplumda huzurun sağlanması hususunda sorumlu iseler, Hak ve Adaleti tesis etmekle yükümlü güçler de, aynı sorumlulukla hareket etmek durumundadırlar. Müdahale için kötülerin hareket etmelerini beklemek, takdir edilen bir davranıştır. Fakat bazen masum insanların ölmesini önlemek ve barışı korumak için, harekete geçmelerini beklemek gerekmez. (Enfal 8/58) Yeterli bilgi toplanmış ve yapacakları kötülüklerin planları öğrenilmişse, hemen durum istişare edilir. Cezalandırmak için ortak bir kanaat oluşursa, kötülük yapacakların hareket etmelerini beklemek yanlış olur. Bilhassa, defalarca uyarılanlar, söz verdikleri halde bozanlar veya onların şürekâsı bu kötülükleri planlıyorlarsa, hiç beklemeden ve aniden cezalandırılmalıdır. (Tevbe 9/12). Kötülük peşindeki bu insanlara, geçmişte yapılan ikazların dozuna göre, cezanın şiddeti artırılabilir. Nitekim böyleleri için, Allah’ın helâk cezası, ansızın gelmiştir. Cezalandırma işlemi, kötülük planlarından gerçekten haberi olmayanlara uygulanmaz. Haberi olmasına rağmen planlayanlarla birlikte hareket etmeyenler ise, bildiklerini haber vermedikleri için, son defa uyarılır.

Her şeyi bilen Yüce Yaradan, kendilerini düzeltmemekte ısrar ederek kötülük yapmayı sürdürenleri helâk ederken, haksızlık yapmamıştır. (Yunus 10/44) Biz de haksızlık yapmamak için, elde ettiğimiz bilgileri aramızda hızla istişare etmeliyiz. İstişare sonunda bir karar aldıysak, Allah’a tevekkül ederek kararımızı uygulamalıyız. (Ali İmran 3/159) İlgili kurullarda istişare edildikten sonra adım atılırsa, Kur’an’daki savaş ve barış anlatımlarına uygun bir davranış sergilenmiş olunur.

Diğer taraftan, eğer, ikazlara uyarak kendilerini düzeltirlerse, artık, barış sağlanmış demektir ve onlara dokunulmaz. (Enfal 8/61). Af dileyerek kendini düzeltip güzel işler yapanlara, eski yaptıklarını bahane ederek saldırmak, İslâm’a göre zalimliktir. Bize saldıranlara karşı da olsa, haksız saldırıda bulunmak da İslâm’a aykırıdır. (Bakara 2/190)

Sonuç olarak, İslâm, bir barış ve huzur dinidir. Yüce Yaradan, bizi, barış ve huzuru hem kendi içimizde hem de toplum hayatımızda sağlamakla yükümlü tutmaktadır. Kendi nefsimize karşı savaşta, Yüce Yaradan’ın yol göstericiliğine ve desteğine ihtiyacımız vardır. Toplumsal huzurunu ve barışı sağlamak için de, hem Onun desteğine ve yol göstericiliğine, hem de güçlü olmaya ihtiyacımız vardır. Kendiliğimizden başarma ihtimalimiz zayıftır. Allah, gerek kendi içimizde ve gerekse toplum hayatımızda barış ve huzuru sağlamak için mücadele etmek isteyen ve gayret gösteren her insana, yol gösterecektir inşallah.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DÜNYA KÜRESELLEŞTİKÇE ÇALIŞMA SAATLERİMİZ ARTIYOR

DÜNYA KÜRESELLEŞTİKÇE ÇALIŞMA SAATLERİMİZ ARTIYOR

 

Günümüzden yüz yıl önce fikir beyan eden ekonomistler, yaşadığımız şu günlerde haftalık çalışmanın 15 saate ineceğini iddia ediyorlardı. O dönemin en meşhur ekonomisti olan Keynes, bu hususta başı çekiyordu. Şu günlerde yaşayan bizlerin en büyük sorununun can sıkıntısı olacağını vurguluyorlardı. 1929 daki büyük ekonomik buhran için çözüm ürettiği zannedilen, bu nedenle dünya çapında üne kavuşan John Maynard Keynes, böyle düşününce diğerlerinin farklı fikir beyan eden pek çıkmadı. Farklı düşünenler olmuşsa da, o günlerin yaygın fikrine ters düştüklerinden, “cahillikle” suçlanarak susturulmaları ihtimali kuvvetlidir. Çünkü o dönemde sadece ekonomistler değil, bazı siyaset bilimcileri ve politikacılar da aynı fikri paylaşmakta beis görmüyorlardı.

Böyle düşünmelerinin kökeni eskilere dayanıyordu. Karl Marks da, boş vakitlerimizin çok olacağı bir dünya hayal ediyordu. ABD’nin kurucularından olan Benjamin Franklin de, günün birinde, günde dört saat çalışmanın yeterli olacağını söylüyordu.

Gerçekten de, bilhassa maddeten kalkınmış ülkelerden başlamak üzere, çalışma saatleri azalmaya devam etti. Ancak 1980’li yıllarda, çalışma saatlerindeki düşüş durdu. 1990’lı yıllarla birlikte, tekrar artmaya başladı. Resmi olarak haftalık çalışma saati süresi (mesai) artmıyor. Fakat çalışılan süre artıyor.

Gelecek plancıları, insanların boş vakitlerinde neler yapmaları gerektiği konusunda tartışıyorlardı. Boş vaktin ahlâksızlık, aylaklık, kişisel şiddette artış gibi sorunlar çıkaracağını bahsedenler çoğunlukta idi. Bazıları ise, 2000’li yıllardaki bir erkeğin, evinde eşiyle sohbet keyfi yaşayacağını düşlemişti. Fakat tam tersi oldu. Kadınlar da iş hayatına girdi. Kalkınmış ülkelerde, kadınların maaş almaya başlamalarının sonucunda aile gelirlerine katkısı, 50 yıl öncesinde %5 civarında iken %40’lara tırmandı. Bu durum gelişmekte olan ülkelerde de değişmeye başladı. Dolayısıyla evde sohbet yapacak zamanları azaldı. Çünkü her iki eş eve yorgun gelmeye başladı. Diğer taraftan, Televizyon sektöründeki gelişmeler sonucu, evde iken de sohbet yapılamaz oldu.

İşin ilginç yanı, çalışma sürelerindeki bu artış sadece fakir ülkelerde olmadı, zengin devletlerdeki çalışma miktarları da arttı. Sohbetlerdeki azalma ise, televizyonun girdiği her ülkede mevcut.

Bu durumun sebeplerini irdelediğimizde, çok farklı etkenler olduğunu görüyoruz. Ancak aşağıda belirteceğimiz nedenlerin temelinde yatan gerçeğe bakınca, hepsini “küreselleşme” başlığı altında toplayabiliriz.

Çalışma saatlerimizin artmasının altında yatan en önemli sebep, tüketme hırsımızdır. Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda tüketim anlayışımız konusunu irdelemiştik. Günümüzdeki tüketim anlayışının, ihtiyaçtan değil “hava atmaktan” kaynaklandığını ifade etmiştik. Tüketmedeki bu algılama, kredi kartlarıyla birleşince, harcama kalemlerimizdeki sınır kalkıyor. Harcamanın sınırı kalkınca, çalışma saatlerindeki sınır da sürekli üste çekiliyor.

Bundan bir asır önceki “vakit” anlayışı değişti. Vakit, “nakittir” anlayışı hâkim olmaya başladı. Vakit, “nakit” olunca, bu deyiş bizim kamçımız oldu. Hepimizin yaşayarak gördüğü gibi, küreselleşme, insanları, dostluk ilişkilerini geliştirmeye yöneltmedi. Aksine, insanlar arasındaki rekabeti geliştirdi. Rekabet ortamı, tüketimi tetikledi. Sonuçta üst paragrafta ifade ettiğimiz gibi, tüketim de çalışma saatlerimizi artırdı.

Çalışma süremizi artıran bir başka etken, internet kullanımı, akıllı telefonlar ve bilgisayarlardaki gelişmeler. İnternete bağlı akıllı telefonlar ve bilgisayarlar, bizleri mesai saatleri dışında da ulaşabilir yapıyor. Bize ulaşanlar, bizden cevap bekliyorlar. Onlara vereceğimiz cevaplar için çoğunlukla ek çalışma yapmamız gerekiyor. Böylece, mesai dışında da çalışmak mecburiyetinde kalıyoruz. Hem de fazla mesai ücreti almadan.

Çalışma süremizin artmış görünmesinin başka sebepleri de var. Eskiden para karşılığı olmadan yaptığımız bazı şeyler, çağımızda ayrı bir “iş” olarak görülüyor. Bu nedenle karşılığında para kazanıyoruz. Eskiden sanatla, bilimle ve sporla uğraşanlar, bunu hobi niteliğinde görüyorlardı. Dolayısıyla para kazanma hırsıyla yapmıyorlardı. Şimdi ise, neredeyse tamamen bir kazanç kapısı oldu.

Eskiden, vakıflar kurarak veya vakıflarda görev yaparak insanlara yardımcı olmak, hayırsever davranışlar sergilemek parasız yapılan aktivitelerdi. Günümüzde ise, para alınarak yapılmaktadır. Eskiden dostlar, birbirlerinin “psikoloğu” idi. Bu destekleri için hiç para almazlar, belki de kendileri para harcardı. Günümüzde bu işi yapmak da kazanç kapısı oldu. Bütün bu kazanç kapıları, çalışma saatlerimizin artmasına vesile oldu.

Bundan yüz yıl ve daha öncesinde, çalışmanın fakirlerin işi olduğu düşünülürdü. Zenginlerin çalışması ayıplanırdı. Zenginler kendileri çalışmaz, kâhyaları veya yardımcıları aracılığıyla fakirleri çalıştırırlardı. Bu anlayış değişti. Değişmekle kalmadı, günümüzde tam tersine döndü.

Çağımızda, toplumda saygınlık kazanmak isteyen bir kişi, işlerinin çok yoğun olduğundan dem vurmak zorundadır. Çünkü yoğunluk, toplumda saygınlık kazanmanın bir sembolü haline geldi. Bu anlayış, sadece beyaz yakalı çalışanlar için geçerlidir diye düşünenlerimiz olabilir. Fakat öyle değil. Patronlar için de geçerli. Bilhassa teknolojik üretim konularında çalışan patronlar ve çalışanları, yoğun çalışmaktan gurur duyuyorlar. Rutger Bregman’ın aktardığına göre, 1980’lerde Apple çalışanları “Haftada 90 saat çalışıyorum ve buna bayılıyorum!” yazılı tişörtler giyiyordu.

İş yükünün çokluğundan yakınmak, kendini önemli biri gibi göstermenin bir yolu olunca, başkaları da bu yolu kullanmaya başladılar. Çalıştığı iş yerinde akşama kadar doğru dürüst bir iş yapmayıp internette veya sosyal medyada dolaşan gençler de, bu yöntemi kullanıyorlar. Çünkü gençler arasında da, tembellik, işsizlikten daha hor görülüyor.

Keynes ve diğerlerinin çalışma saatleri konusundaki tahminleri şimdilik tutmadı. Ama insanların zenginleyecekleri hususundaki savları, belki de onların düşündüğünden daha fazlasıyla gerçekleşti. Kalkınmış ülkeler eskiye kıyasla çok zenginledi. Orta halli memleketler bile, geçmişlerine kıyasla zenginlediler. Fakat maalesef günümüzün sorunu stres, gerginlik ve geleceğe karşı duyulan belirsizliktir. Yani eskilerin düşündükleri gibi boş vakit sıkıntısı değil.

Bu durumda atalarımızın sorunları ile bizimkiler yer değiştirmiş gibi görünüyor. Atalarımız fakir idiler, ancak, Batıdaki ezilen işçilerin dışındakilerin, bolca boş vakitleri vardı. Biz ise genel anlamda atalarımıza göre zenginiz, fakat Sakıp Sabancı’nın deyimiyle “zaman fukarasıyız”.

Yani bir türlü dengeye gelemedik. Gelecek planlarımızda bu denge konusunu dikkate almazsak, huzur bulmamız çok zor.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜNYA KÜRESELLEŞTİKÇE ÇALIŞMA SAATLERİMİZ ARTIYOR için yorumlar kapalı

ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARININ, SEBEBİ VE HİKMETİ VAR MIDIR?

ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARININ, SEBEBİ VE HİKMETİ VAR MIDIR?

 

Bu konu üzerinde Eşariler ve Cehmiler ile Mutezile, Maturidi ve Selefiler farklı düşüncelere sahiptirler. Birinci gurup yoktur derken, ikinci gurup vardır demektedir. Bu tasnifimize rağmen iki gurup içerisinde de ayrıntıda farklı fikirler mevcuttur.

Eşarilere göre, Allah’ın iradesi en üstün iradedir. Allah’ın iradesi mutlak hürdür ve sorumsuzdur. Dolayısıyla bazı sebep ve maslahatlarla (fayda) sınırlamak, Allah’ın şanına yakışmaz. Bu fikirde olunca Eşariler, ilâhi fiillerde hikmet ve fayda olduğunu reddederler. Onlara göre, ilâhi fiiller hikmet ve fayda icabı olması, Allah’ın bu hikmet ve maslahata muhtaç olması anlamına gelir. Dışarıdan gelecek bazı şeylere ihtiyacının olması, Allah’ın eksiklikten münezzeh olmasıyla bağdaşmaz.

Eşariler konuya bir başka açıdan bakarak şöyle derler: “Allah, Mevla ve maliktir, insan ise, O’nun kulu ve kölesidir. Dolayısıyla, Allah’ın emir ve yasaklarında sebep ve hikmet yoktur. Var olduğu ileri sürülen sebep ve hikmetler, dolaylıdır ve bizlere göre mevcuttur.”

Eşarilerin etkisi arttıkça, Mutezile zayıfladı. Sonunda ortadan kalktı. Eşariliğin kurucusu olmayan fakat onu sistemleştiren İmam Gazali’nin yayınlarıyla, felsefeciler de tutunamaz hale geldiler. Maturidiliğin kimi fikirlerini de, sultanlar, iktidarları için tehlike gördüklerinden benimsemediler. Böylece Eşariler, Müslüman dünyasında rakipsiz kaldı. Bu durum insanlar arasında sebep ve hikmet anlayışının iyice zayıflamasına yol açtı. Sebep ve hikmet, Allah’a mahsus olmayınca, insanlara ait olarak görüldü. Mutasavvıfların bir kısmı, bu anlayıştan kendi nam ve hesaplarına faydalandılar.  Keramet hikâyeleri anlatmaya başladılar. Halk okumamış olduğundan ve mutasavvıflara inandığından, keramet sahiplerinin mucize olaylarıyla dolu hikâyelerinden geçilmez oldu.

Çünkü artık, hikmet, Allah’ın olmadığına göre, ermiş insanların malı haline gelmişti. Hikmet sahibi ermişlerin iradeleri, tabiat kanunlarından üstün görülmeye başlandı. Ermişlerin iradeleri sayesinde, Kur’an’da anlatılan (Sebe) Melikesinin tahtının göz açıp kapayana kadar getirilmesi olayı gibi, çabuk ve kolay sonuç alınacağına inanılır oldu. Müslümanlık anlayışı rayından çıktı.

İşin ilginç tarafı, Gazali’nin bir başka konuyu açıklarken kullandığı ifadesi, Eşarilerin yukarıdaki anlayışıyla tam anlamıyla çelişmektedir. Salah-aslah yani, iyi-daha iyi gibi kâinatın yaratılışındaki var olan kötülükler hususunda, İmam Gazali şu ifadeyle savunma yapmıştı: “Dünyada mevcut olandan daha iyi, daha tam ve daha mükemmel olanı imkân dâhilinde değildir.” Gazali bu fikri ile Allah’ın kâinatı yaratırken, maslahat (fayda) ve hikmet üzerine yarattığını kabul etmektedir. Bu kabul, fakat Mutezile ile aynıdır. Fakat bu çelişki, halk tarafından fark edilmemiştir.

Maturidi ve Mutezile, Allah’ın fiil ve emirlerinin, maslahat ve sebeplerin tezahürü olduğunu düşünür. Bu fikri savunanlara göre, Allah, evreni yaratmadan ve bir emri vermeden önce, bunun sonuçlarını bildiğinden, hikmet ve iradesini güzel şeylerin olması için kullanır. Bu durum, O’nun bir kusuru olarak değerlendirilemez. Benzer şekilde, Allah’ın dışarıdan bir mecburiyet altına alındığını da göstermez. Allah, kendi iradesini, yine kendi hikmetiyle sınırlamış olur.

Allah’ın emrinin sonucunda, bir takım faydalar ve menfaatlerin olması, bu fayda ve menfaatlerin, Allah’ın zatı için olduğunu göstermez. Bütün bu faydalar, menfaatler ve zararlar, insanlar içindir. İnsanların, hem birbirleriyle hem de eşyalarla olan ilişkileri için geçerlidir.

Allah’ın emirleriyle ilgili sebepler ve hikmetler, kendisini en çok farz kılınan konularda gösterir. Bilindiği gibi, önce Allah’ın birliğine iman, sonra namaz, sonra oruç, sonra zekât ve en sonunda hac farz kılınmıştır. Bu sıralamadaki sebep ve hikmetler gayet açıktır. Dolayısıyla, neticeleri sebeplere bağlayan bizatihi Kur’an’ın kendisidir.

Maturidi ile Mutezlilenin ayrıldığı husus, Allah’ın hikmet sıfatının algılanışındadır. Maturidi, fiillerin hikmetli olmasının sebebini, Allah’ın lütfu ve rahmeti olarak görür. Allah’ın böyle davranmasını gerektiren bir zaruret olmadığını düşünür. Mutezile ise, fiillerin hikmetli olmasının sebebini, yaratıcı olmanın bir mecburiyeti olarak görür ve yukarıda belirttiğimiz gibi, şöyle ifade eder: “İnsanın menfaati ve maslahatına (faydasına) en uygun olan neyse, Allah’ın onu yaratması lâzım gelir.”

Geçmişteki âlimlerin fikirlerini, kısaca vermeye çalıştık. Bu konuyla ilgili kitapların, ağdalı ve anlaşılması zor ifadeler kullanmalarından dolayı, basitleştirmeye gayret ettik. Dolayısıyla, bizim bazı farklı anlatımlarımızın ve okuyucunun farklı anlamalarının olması mümkündür. Ayrıca aynı ekol içerisinde fikirleri birbirinden farklı âlimler vardır. Bu sebeplerle, konuyu daha derinlemesine anlamak isteyenler, başka kaynaklardan araştırırlarsa bu anlamda aksaklılar daha az olur.

Biz şimdi, yazının başlığıyla ilgili olarak, kendi fikrimizi aktarmaya çalışacağız. Her zaman olduğu gibi, konuyla ilgili düşüncelerimizi, Kur’an’dan anladıklarımızla oluşturmaya gayret edeceğiz.

Kur’an’ın birçok ayetinde, Yüce Yaradan, dünyayı insanlar için, yakın gök olarak nitelenen evreni de, dünyadaki düzenin sürekliliği için yarattığını beyan eder. Bu ifadelerden bizim anladığımız, Allah, sonsuz olan ilmi ile dünyayı ve evreni yaratırken bir sebep ve maslahat etrafında kurgulamış.

Yeryüzündeki insanları yaratmasının sebeplerini de Kur’an’ı Keriminde açıklamış. (Bu husustaki fikirlerimi, “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemde ifade etmiştim) Demek ki, insanların yaratılışı da, bazı sebeplere dayanıyor.

Maturidi’nin ifade ettiği gibi, neticeleri sebeplere bağlayan, bizatihi Kur’an’dır. Dolayısıyla Allah’ın yaratmasında sebep ve hikmet olduğunu söylersek, Kur’an’a uygun fikir beyan etmiş oluruz.

Peki, Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarında, maslahatın (fayda) düşünülüp düşünülmediğine nasıl karar vereceğiz? Tabii ki, bu konuda da Kur’an’a bakacağız.

Enam Suresi 6/12: “…Allah, rahmet etmeyi üzerine yazmıştır…”

Leyl Suresi 92/12: “Doğru yolu göstermek muhakkak bize aittir.”

Yine Kur’an ayetlerinde, insanlara yapılan tavsiyelerin devamında, Yüce Yaradan, “bilesiniz ki, bu sizin için daha hayırlıdır” der. Aslında başka ayetlere bile gerek kalmadan, yukarıdaki ikisinden, bir fikre varmak mümkün. Ayetlerden bizim anladığımız kadarıyla, Yüce Yaradan, yaptığının insanların faydasına olmasını arzu ediyor. Bu arzusunu, dışarıdan bir zorunluluk olarak değil, Kendisinin içinden gelerek yapıyor.

Bu açıdan bakılınca, Maturidi’nin “Allah’ın fiillerinin hikmetli olması, yine Allah’ın lütfu ve rahmetindendir” ifadesi büyük ölçüde doğru. Allah bu hikmetli fiilleri yapmazsa yapmaz. Hiçbir güç de, O’na dışarıdan zorlayamaz. Fakat Enam 12’deki ifadesine bakıldığında, Yüce Yaradan, insanlara lütfetme ve rahmet etmeyi, Kendi Kendisine görev addetmiş. Eğer, görev addetmeseydi, o zaman tam anlamıyla “Allah’ın lütfu ve rahmeti” olurdu.

Yukarıdaki iki ayete göre, Mutezilenin, “İnsanın menfaati ve maslahatına (faydasına) en uygun olan neyse, Allah’ın onu yaratması lâzım gelir” ifadesiyle, hikmetin sebebinin, Tanrılığın bir gereği olduğunu vurgulaması da, hem doğrudur hem yanlıştır. Doğru olması hali, Yaratıcının, yarattığı kullarını doğru yola iletmek için, Kendi Kendisini görevli addetmesinden de anlaşılmaktadır. Yanlışlığı ise, Yaratıcının, yaratılışta insanları eşit tuttuğu, onlara yol gösterdiği, bu amaçla ayrıca peygamberler gönderdiği halde, Allah’ı dinlemeyen, başkalarının kötülüğüne çalışan bazı insanların faydasına olacak işler yapmayı sürdürmesinin, Yaratıcılığın “adillik” vasıflarına uymamasındandır. Zaten, Yüce Yaradan da, kötülük yapan bozguncuları hem bu dünyada hem de ahirette cezalandırdığını beyan etmektedir.

Diğer taraftan, bir dönem yaptığı yanlışları anlayıp kendiliğinden düzelerek, salih amel işlemeye başlayan insanları affetmesi, Allah’ın, gerçek anlamda, lütfunun ve rahmetinin göstergesidir. Çünkü Yüce Yaradan’ın, Kendi üzerine görev addettiği husus, başlangıç içindir. Sonrasındaki rahmeti, “lüzum” veya “zaruret” sebebiyle değildir. Ayrıca, Kendisinin gösterdiği yolda yürüyen ve bozgunculara karşı mücadele eden insanları destekleyerek, onları muvaffak etmesi de, lüzum veya zaruret nedeniyle değildir. Tamamen, Kendisinin lütfu ve rahmeti sebebiyledir. Bakara 251 deki “bazılarını bazılarıyla defetmeseydik, dünyada huzur bozulurdu” beyanıyla bağlantılı olan bu destek, Kendi üzerine rahmeti yazması veya insanlara doğru yolu göstermesi göreviyle doğrudan ilgili değildir.

Yazımızın konusuyla ilgili olarak serdettiğimiz fikirlerimiz, Kur’an ayetlerinden, Allah’ın bize verdiği akıl, vicdan ve irade sayesinde anladıklarımızdır. Gerçeği, sadece ve sadece Yüce Yaradan bilir.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARININ, SEBEBİ VE HİKMETİ VAR MIDIR? için yorumlar kapalı

MAL EDİNME GÜDÜSÜ ÜZERİNE

MAL EDİNME GÜDÜSÜ ÜZERİNE

 

İnsanlarda mal edinme saiki olmasaydı, dünya anlamsız olurdu. Avcı-toplayıcı olarak nitelediğimiz atalarımızda bile, bir mal edinme güdüsünün olduğundan bahsedilebilir. Bu güdüyü, sadece mal edinme olarak değerlendirirsek eksik kalır. Bu güdü, aynı zamanda dünya nimetlerinden faydalanmaktır. Eğer, insanlarda dünya nimetlerinden faydalanma arayışı olmasaydı, dünya harap bir halde kalırdı. İnsanlar da perişan bir yaşam sürerlerdi.

Kur’an ayetlerine baktığımızda, Yüce Yaradan’ın, dünyayı, insanların istifade edeceği şekilde oluşturduğunu görmekteyiz. Hattâ bir yazımızda da belirttiğimiz gibi –en azından- evrenin yakın gök dediğimiz kısmındaki düzeni de, dünyada kurduğu nizamın sürekliliğini sağlamak için oluşturduğunu vurgulamıştık. Kur’an çeşitli ayetleriyle, dünya nimetlerinin insanların hizmetine sunulduğunu ifade etmektedir. Bu hususla ilgili çok sayıda ayetten, birkaçını örnek olarak görelim:

Bakara Suresi 29: “O, öyle bir yaratıcıdır ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı…”

Araf Suresi 7/32: “De ki, Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?…”

Kasas Suresi 28/77: “Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ahiret evini ara ve dünyadan da nasibini unutma…”

Peki, dünyadaki bunca nimet varken, Yüce Yaradan bize mal edinme güdüsü vermeseydi, bu nimetlerin ne anlamı olurdu? Sadece karnımızı doyurma güdümüz olsaydı, dünyada gelişme olur muydu? Toplumsal düzeni kurulabilir miydik?

İnsan hayatı, madde olmadan devam edemez. Mal olmadan inkişaf edemez. Beslenme, giyinme ve barınma gibi ihtiyaçlar, temeldir. Dünyanın varoluşundaki varlıklar, insanların hepsinde mevcut olan bu üç temel ihtiyacı karşılamaya yetmez. Bu sebeple ilave gayret lâzımdır. Çalışmak, üretmek ve yeni şeyler meydana getirmek gerekir.

İnsanlardaki mal edinme güdüsü, iki farklı temel üzerinde oturur. Birincisi, hırs ve ihtirastır. İkincisi ise, emel ve hevestir. Bunları birbirinden ayıran, gerçekleştirme yönteminin meşru ve ahlâki olup olmadığıdır.

Bu duygular, sadece zenginlerde olmaz. Fakirlerde de olur. Fakirlerden de, zengin olmak için gayret gösteren çok fazla sayıda insan vardır. Eğer kişi, meşru ve makul yollardan zengin olmaya çabalıyorsa, bu gayreti emel ve heves olarak nitelenir. Fakat insan, “her yol mübah” diyerek zengin olmaya çalışıyor, başkalarının hakkını yiyor, hile yapıyor, insanları kandırıyor, yalan söylüyorsa, bu şahsın gayreti, ihtiras olarak nitelenir. Fark buradadır. Hevesli kişi, mal mülk sahibi olmak için, böyle yollara tenezzül etmeden, şevkle çalışır, gayret eder. Ayrıca kazandığının da vergisini düzgün bir şekilde verir. İhtiras sahibi insan, kazandığının vergisini bile vermek istemez.

Allah, hırslı insanların ezdikleri kişileri kollayabilmek için, heves ve emel sahibi yaptığı insanlara ayrıca yol göstermektedir. Onlardan, zekât vermelerini ve mallarını infak ederek paylaşmalarını istemiştir.

Yüce Yaradan, yeryüzünün imar edilmesi ve insanların güzel medeniyetler oluşturabilmesi için, insanlara verdiği mal edinme emelinin yanında bir başka heves daha vermiştir. O da, güzele, kibara, zarife, narine olan hevestir. İşte bu sebeple, insanlar sadece, zorunlu ve gerekli ihtiyaçlarını karşılamak için mal mülk edinme gayretine düşmezler. Zarafete ve ziynete de heves ettiklerinden, kültür ve medeniyet dediğimiz olguları oluştururlar. Yine zarafet ve ziynet hevesleri sebebiyle,  oluşturdukları medeniyetlerini, sürekli inkişaf ettirirler.

İslâm, zarafet ve ziynet konusunda bizleri teşvik eder. Ancak bizleri dikkatli olmamız için uyarır.

Allah, bizlerin hevesle ve şevkle yaşamamız için, dünyayı ve insanların hayatını süslediğini vurgular. Kehf 18/46 da, “mal ve evlat, dünya hayatının süsüdür” der. Saffet 37/6 da, dünya semasını yıldızlarla süslediğini anlatır. Araf 7/32 de, bizler için ziynetler, süsler oluşturduğunu ifade eder. Hucurat 49/7 de bizlere imanı sevdirdiğini, iç dünyamızı imanla süslediğini beyan eder.

Bizlere böylesine güzellikler veren Yüce Yaradan, bizleri şeytana uymamamız hususunda uyarır. Şeytanın, bizlere, kötülüğü ve fena işleri çekici ve süslü gösterdiğini anlatır. Bu nedenle, dikkatli olmamız gerektiğini sıkça ikaz eder.

İşte heves ve hırs arasındaki fark da buradadır. Heves, Allah’ın gösterdiği yoldan gider. Hırs ise, şeytanın gösterdiği yoldan yürütür. İster emel sahibi olalım, ister ihtiraslı olalım, arzu ettiğimiz sonuca ulaşabiliriz de ulaşamayabiliriz de. Kısmetimiz değişmez. Ama ihtiras ve tamahın farkı, şahsımıza, ruhen ve güven açısından zarar vermesidir. Toplum düzenimizi sarsmasıdır.

Dolayısıyla, devletlerin en mühim sorumlulukları, bu hususlarla ilgili olanlardır. Devletler, insanlardaki yaşama heveslerini, mal mülk sahibi olma isteklerini söndürmemelidirler. Aksine, onlardaki bu hevesleri ve çalışma şevklerini canlı tutmaya gayret etmelidirler. Hırslı ve ihtiraslı insanların, emel ve heves sahibi düzgün kişileri ezmelerini önlemeye çabalamalıdırlar. Yaygın bir adalet ve ülke genelinde emniyet sağlamalıdırlar. İnsanlık ve medeniyet, ancak böyle inkişaf eder. Aksi takdirde, hırs ve ihtiras baskın gelirse; dostluk, akrabalık, vefa ve sadakat azalır. Bunlar bittikçe, insanlık kendi kendini yok etmeye doğru gider.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | MAL EDİNME GÜDÜSÜ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İNSAN, KENDİ KÖTÜLÜĞÜNÜ İSTEMEKTE ACELECİDİR

İNSAN, KENDİ KÖTÜLÜĞÜNÜ İSTEMEKTE ACELECİDİR

 

Yazımızın başlığı, Kur’an ayetinin ifadesinden bir alıntıdır.

Rad Suresi 13/6: “Bir de senden, iyilikten önce kötülüğün acele gelmesini istiyorlar. Oysa onlardan önce ibret alınacak birçok azap gelip geçmiştir. Şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine rağmen bağışlama sahibidir. Bununla beraber Rabbinin azabı pek şiddetlidir.”

Gerçekten de bazı insanlar, başlarına kötülük getirecek adımlar atarlar. Günlük hayatlarındaki birçok uygulamaları bu yöndedir. Bu anlayıştaki insanlar, ister fakir olsunlar ister zengin, ister yönetilen olsunlar ister makam sahibi, çoğu zaman cahilliklerinden, kendi kötülüklerine davetiye çıkarmaktan geri durmazlar.

Yukarıdaki ayet, peygamberlere inanmayan bazı insanlardan “sözünde doğru isen, bahsettiğin kötülüğü bize getir” diyenleri uyarmak için indirilmiştir. Muhtemelen peygamberlerinden insanlar tarafından yalanlananların hepsine, yukarıdaki ayete benzer vahiy gelmiştir.

İnsanların çoğu, gözleriyle görmediklerine veya somut olmayan verilere inanmak istemezler. Bu sebeple, Peygamberlerden mucizeler göstermesini istemişlerdir. İstedikleri mucizeler de, kendi gözleriyle görecekleri “gökten mükellef bir sofra indirilmesi” gibi hususlardır. Hâlbuki karşılaştıkları olayları, hem kendilerinin hem de kendilerinden evvelkilerin yaşadıklarını akıl süzgecinden geçirerek değerlendirseler, Allah’ın varlığını kesin olarak kavrayacaklar.

İnsanların çoğu böyle bir irdelemeyi maalesef yapamamaktadır. Bu sebeple, kibirli bir şekilde davranmaktadır. Böyleleri, Yüce Yaradan’ın varlığına itiraz ederler. Gözleriyle görmedikleri veya ahirete gidip gelen biri olmadığı için inanmazlar. Kendisi gibi düşünenlerin varlığından cesaret alarak, daha fazla büyüklenirler. Kendilerini uyaranlarla alay ederler. “Allah’ınıza söyleyin, bahsettiğiniz kötülüğü bize getirsin” derler. Onları ikaz edenler peygamber değilse, sadece ayetleri örnek göstererek uyarılar yapıyorsa, inanmayanlar daha çok kibirlenirler.

Ancak insanların içerisinden bir kısmı, yaşadıklarını ve yaşananları irdeler, Yüce Yaradan’ın varlığını kavrarlar. Fakat yine de kibirlerine yenilirler. Onlar da, kendilerini ikaz edenlerden, kötülüğü hemen getirmesini isterler. Allah’ın varlığını kavrayanların bazısı da, Yüce Yaradan’ın bağışlayıcılığını farkederler. Bu vasfına güvenerek ve affedeceğini düşünerek, onlarda kötülüğün gelmesi için davetiye çıkarırlar. Hâl ve tavırları bu yöndedir.

İster bizim kısaca analiz etmeye çalıştığımız sebeplerle, isterse başka nedenlerden dolayı olsun, sonuçta kendi kötülükleri için davetiye çıkaranları, Yüce Yaradan uyarıyor. İyiliği istemelerini tavsiye ediyor. Gelmeyeceğini umdukları kötülüğü isteyenlere, tarihi incelemelerini salık veriyor. “Oysa onlardan önce ibret alınacak birçok azap gelip geçmiştir” diyerek, uyarıyor.

Yüce Yaradan, hem insanları ikaz ediyor, hem de cahilce bir cesaretle kötülük isteyenlere karşı, merhametinden dem vuruyor. İnsanların kendileri hakkında zulüm istercesine olan istekleri için, bir daha düşünmelerini temin amacıyla “şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine rağmen bağışlama sahibidir” diyerek bağışlayıcılığını vurguluyor.

Yüce Yaradan’ın yaptığı bu uyarıyı, kendi kötülüklerini isteyenleri bağışlamasını farklı yorumlayanlar her zaman çıkabilir. Her insan veya gurup, kendi işine geldiği gibi anlayabilir. Sonuçta uyarıyı dikkate almayabilir.

İşte Yüce Yaradan, böyle düşünenleri ayetin sonundaki “Bununla beraber Rabbinin azabı pek şiddetlidir” beyanıyla, ciddiyete davet ediyor. Net bir şekilde demek istiyor ki, siz uyarılara kulak asmazsanız, size uygulayacağım azap, çok şiddetli olacaktır. Eğer onlara yapacağı azap, normal bir azap olsaydı, “pek bir şiddetli olacak” ifadesini kullanmazdı.

Yanlıştan dönmeyenlere uygulanacak azap, eğer ahiret hayatında olsaydı, yine ifade şekli değişik olurdu. “Onlar ahirette cehenneme atılacaklar ve çok şiddetli biz azap uygulanacak”  benzeri açık bir ifade kullanılırdı. Demek ki, hatalarında ısrar edenlerin sonu, bu dünyada çok fena oluyor.

Yüce Yaradan, aklını başına toplayıp kendini düzeltenler için, ne yapacağını da bir başka ayetinde ifade ediyor.

 .Maide Suresi 5/93: “İman edip salih amel işleyenler, Allah’tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, salih amel işlemeye devam ettikleri, sonra Allah’tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah’tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe, daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever.”

Anlaşılan o ki, itiraz edenler iman edip güzel işler yaparlarsa, imanlarında maymun iştahlı davranmayıp sebat ederlerse, imanlarından ayrılmadan iyilikte bulunmayı sürdürürlerse, Allah, böylelerinin geçmiş suçlarını affediyor. Demek ki, kendisini devamlı olacak şekilde düzeltenlerin durumu, hiç düşünemeyecekleri kadar güzel oluyor.

Yüce Yaradan, yapılacak davranışların sonuçlarını gözler önüne serdikten sonra, seçimi insanlara bırakıyor. İnsanlar veya guruplar, ister kendilerini düzelterek salih amel işlemeyi sürekli hale getirirler ve her iki cihanda da kurtuluşa ererler, isterlerse, hatalarında ısrar ederek “çok şiddetli bir azabın” muhatabı olurlar. Ferdi olarak veya gurupça, bu dünyada cezalandırılarak ahirete gönderilirler. Ahirette de, cehennem azabına uğrarlar.

Seçim, tamamen, insanların veya gurupların inisiyatifindedir.

Allah’ım, insanların ve gurupların doğru yolu bulabilmeleri için, onlara yardımcı ol, yardımcı ol.

 

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSAN, KENDİ KÖTÜLÜĞÜNÜ İSTEMEKTE ACELECİDİR için yorumlar kapalı

HEDEF EKONOMİYİ BÜYÜTMEK Mİ

HEDEF EKONOMİYİ BÜYÜTMEK Mİ, TOPLUMSAL HUZURU SAĞLAMAK MI

 

Bu sitede kısa süre önce yayınladığımız “GSYH Hesaplamalarından Anladıklarım” ve “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı yazılarımızda, küreselleşen dünyamızdaki ortak hedefin ekonomiyi büyütmek olmaya başladığını vurgulamıştık.

Ekonomiyi büyütmek hedef alınınca, etkisi sadece ticari alanda kalmamaya başladı. Her sahaya yayılıyor. Artık her alanda ekonomik hedefler güdülüyor. Tasarlanan bir işin hemen ne getirip ne götüreceği hesaplanıyor. Birisine Güleryüz mü gösterilecek veya kızgın bir davranış mı sergilenecek, hemen ekonomik anlamda getiri-götürü hesabı devreye giriyor.

Mimari açıdan güzel görünümlü bir bina mı yapılacak, hemen ziyaretçi sayısı gibi hesaplar yapılıyor. Dolayısıyla maksat, gelecek nesillere kalacak estetik bir eser olmaktan çıkıyor. Veya insanlara yardımcı olmak yerine menfaat ilişkisine dönüşüyor.

Eğitim ve sağlık konularında da benzer anlayış yayılıyor. Okullarımıza ve hastanelerimize birer ticarethane gibi bakıyoruz. Bu konuyu bir başka yazımızda inceleyeceğimizden, biz konumuzla ilgili olarak fikirlerimizi paylaşmaya devam edeceğiz.

Bilindiği gibi, piyasalar için asıl hedef “kâr” oldu. Ticaret yapanlar için elbette kâr hedeflenecektir. Bu anlayışın ayıplanacak bir yönü yoktur. Fakat soru, kâr birincil hedef mi olmalıdır sorusudur. Eğer birinci hedefimiz kâr etmek olursa, yaptığımız işin veya üretimin kalitesine bakmayız. Verdiğimiz hizmetin faydalılık durumuna bakmayız. Yaptığımız üretimde gerçek anlamda yenilik olup olmadığını düşünmeyiz.

Demek ki kâr, birinci hedef olursa sadece biz kazanırız. Başkaları kazanamayabilir ve hattâ zarar edebilir. Aslında bu davranışımız, bizim kazancımızın da kısa sürmesine sebep olabilir. Eğer kartel niteliğinde tekel değilsek, kazancımızın uzun dönemli olmasını beklememiz yanlış olur.

Hâlbuki birinci hedefimiz kaliteli mal üretmek ve kalite-fiyat dengesini sağlamak olursa, belki hızlı bir kazancımız olmaz, ama sürekli kazanç sağlarız. Yine yaptığımız bir üretimin veya verdiğimiz bir hizmetin faydalılığını esas alırsak, benzer durum olur. Belki az kâr ederiz fakat kârımız sürekli olur. Eğer gerçekten bir yenilik sağlayabilirsek, bu defa kârımız da artar.

Gerçekten bir yenilik yapmak, çok zordur. Çok az insan veya kurum bunu başarabilir. Bu sebeple, gerçekten yenilik yapılamayınca, insanları reklamlarla kandırmaktan başka çare kalmamaktadır. Bu konuda “Reklamın Amacı Üzerine” adlı makalemizde otomobil, çamaşır makinesi ve deterjanları, bulaşık makinesi ve deterjanları, telefon gibi alanlardan örnekler verdik. Yapılan yeniliğin, eski ürüne bir iki özelik eklemekten ibaret olduğunu vurguladık. Bütün bu yanlış sonuçların sebebi, ekonomiyi büyütmek hedefinden kaynaklandığını söylersek, çok yanılmış olmayız.

Asıl hedefin ekonomiyi büyütmek olmasının, bir başka açıdan baktığımızda, insanları kötü yönde etkilemeye başladığını görürüz. Gerek kendileri doğrudan “kâr” için çalışan insanlar, gerekse bu anlayıştaki bir firmada çalışanların önemli bir bölümü, huzursuz durumdalar. Yaptıkları işin önemli veya anlamlı olduğuna inananlar her geçen gün azalıyor. Yaptıkları işleri anlamsız, firmalarının amacını değersiz gören bu anlayış, zenginleşmiş ülkelerde daha yaygın. Çünkü fakirler, konuya henüz “ekmek parası” açısından yaklaşıyorlar.

Hedef, ekonomiyi büyütmek ve kazanmak olunca, insanlığa faydalı işler yapanlar daha az kazanmaya başladılar. Dünyanın neresinde olursa olsun bir borsacı veya finansçı daha çok kazanabiliyor. Benzer şekliyle halk deyimiyle “popçu” ve “topçu” olanlar da daha çok kazanıyorlar. Kimlerden daha çok kazanıyorlar dersek, ilim insanlarından, sağlık personelinden, eğitimcilerden. Elbette bu saydıklarımız içerisinde de yaptığı işe “getiri-götürü” açısından insanları kandırıp sömürerek, kazancını katlayanlar vardır. Fakat bunlar azınlıkta kalmaktadır.

Bu durumun kötülüğü, yeni nesillere yanlış örnek oluşturmasıdır. Gençler, insanların ve insanlığın faydasına çalışanlara, kendi kazancını öncelemeyenlere tabiri caizse “enayi” diye bakmaya başladılar. Hâlbuki hedef, “toplumsal değerleri muhafaza ederek kalkınmak” olaydı, bugün dünya ve insanlık çok daha güzel yerlerde olurdu. Huzur içerisinde yaşanırdı.

Geleceğimiz açısından çok tehlikeli olan bu anlayışı değiştirmeye çalışmak bizim görevimizdir.

Biz, insanlar meccanen çalışsın, kâr etmesinler demiyoruz. Finansçılar olmasın da diyemeyiz. Biliyoruz ki, iş hayatının işleyişinde finans sektörü olmadan, işlerin yürümesi çok zordur. Hattâ mümkün görünmemektedir. Bilhassa gelecekte finans sektörüne daha çok ihtiyaç duyulacaktır. Çünkü giderek şehir nüfusları artıyor ve dünya küreselleşiyor. Dolayısıyla hiç tanımadığımız insanlara satış yapmak zorunda kalıyoruz. Bu sebeple, finans sektörüne ihtiyaç var. Ama finans sektörü sadece kendi kârını düşünürse, kendine çeki düzen vermezse, ileride alternatif çözüm arayışlarının olması da ihtimal dâhilindedir.

Sadece kendi kârını azamileştirmeye çalışan hiçbir kişi veya kurum geleceğine güvenle bakamaz. Bir gün, kendilerinden daha hırslı ve daha güçlülerin çıkıp, düzenlerini bozabileceğini iyi bilirler.

Dolayısıyla hem kendi huzurları hem de toplumun huzuru için, birincil amaç “kâr” olmaktan çıkarılıp, “huzurlu ve kaliteli yaşam” olmalıdır.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | HEDEF EKONOMİYİ BÜYÜTMEK Mİ için yorumlar kapalı

ALLAH, HER İNSANA AYRI BİR ŞEREF VERMİŞTİR

ALLAH, HER İNSANA AYRI BİR ŞEREF VERMİŞTİR

 

Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, insanlığın yaratılışı üzerine düşüncelerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Yüce Yaradan’ın, Dünyayı, insan hayatına göre düzenlediğini, evrene de, dünyanın düzenini muhafaza edebilmesi için gerekli özellikler verdiğini düşündüğümüzü, Kur’an ayetlerinden ve ilim insanlarının bulgularından bazı örnekler vererek ifade etmiştik.

Yine konuyla bağlantılı bazı yazılarımızda, Allah’ın bize sunduğu bu imkânlara karşılık, sorumluluklarımız olduğunu belirtmiştik. Yüce Yaradan’ın, insanları, yarattığı diğer mahlûkatın çoğuna göre daha üstün kıldığını aktarmıştık. Bu durumun yükümlülüklerimizi artırdığını düşündüğümüzü yazmıştık. Sorumluluğumuzun, sadece, bizim hizmetimize sunulan yeryüzünü ve yakın göğü korumaya çalışmak olmadığını ifade etmiştik. İnsanların, diğer insanlara karşı da yükümlülükleri olduğunu vurgulamıştık.

Bir insanın sorumluluğunun, bir taraftan Yüce Yaradan’a kulluk etmek, diğer yandan da, haklının hakkını vermek olduğunu, Kur’an ayetlerinden misaller vererek gözler önüne sermiştik.

Allah, bu sorumluluğu, belli bazı gurup insanlara yüklemez. Akıl verdiği her bir insanın, bu iki görevle yükümlü olduğunu net bir ifadeyle vurgular.

Acaba, neden her bir insana ayrı görev yüklemiş olabilir?

Bu sorunun cevabı üzerine düşündükçe, “insan” deyip geçtiğimiz her birimizin ayrı bir şahıs olduğunu müşahede ederiz. Birbirimizden farklı olduğumuzun ilk belirtisini Kur’an şöyle açıklar. Kıyamet Suresi 75/4: “Evet bizim, onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.”

Ayette tekil şahıs zamiri kullanılmıştır. Zaten önceki ve sonrasındaki ayetlerde de “insan” sözü tekildir. İnsanlar denilmez. Bugün hepimiz biliyoruz ki, her bir insanın parmak izi başka bir insanınkine benzememektedir. Muhtemelen geçmiş tarihte yaşamış insanlar ve gelecekte yaşayacak insanlarla da kıyaslandığında, hiç kimsenin parmak izi bir başkasıyla aynı değildir.

Rum Suresi 30/22: “Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.” Demek ki, dillerimiz ve renklerimiz de, mahsus farklı yaratılmıştır. Dillerimiz ve renklerimiz farklı iken simalarımız aynı mıdır? Birbiriyle vücudun dış görünüşü olarak tıpatıp aynı olan iki insan bulmak mümkün değildir. Ancak plastik cerrahi alanındaki teknolojik gelişmeler sonucu yapılacak ameliyatlarla birbirine benzetilmeye çalışılabilir.

Biz, vücudunun dış görünüşünü benzetsek bile, bedenin iç organlarının özellikleri mutlaka farklı olmaya devam edecektir. Bu farklılığı gidermek mümkün değildir. Ama biz yine de hayalperest bir duyguyla, ilimdeki gelişmelerin bu farklılığı da giderebileceğini düşünelim. Fiziki olarak birbirine benzettiğimiz bu iki insanın, duygusal ve ruhi yapısını birbirine benzetmemiz mümkün olmaz.

Demek ki, ilimdeki gelişmeler ne kadar ilerlerse ilerlesin, iki insanı fiziki olarak ve ruhen birbirinin aynısı yapmamız mümkün değildir. Her bir insan, eski bir deyimle “kendi nevi şahsına münhasırdır” dır. Hiçbir kimse, başka hiçbir kimseye benzemez.

Dolayısıyla Yüce Yaradan, her bir insana ayrı özellik vermiştir. Bu demektir ki, her insana ayrı bir paye, ayrı bir şeref vermiştir. Yeter ki, kişi bu durumun farkında olsun. Kendisindeki ayrı şerefin farkında olan kişi, davranışlarını bu temel üzerine bina etmeye çalışır. Hatalarını kendisinin görüp düzeltmesi, aslında kendi şerefine sahip çıkması anlamına gelir. Bu şekilde davranış sergileyen bir insan, erdemli bir şahsiyet olarak görülür. Buna uygun bir atasözü şöyledir: “Kişi, noksanını bilmek kadar irfan olamaz.”

 O halde hiç tanımadığımız bir insana karşı tavır sergilerken, önce, onun ayrı bir şerefe sahip olduğunu düşünerek güzel davranış sergilemelidir. Kendi şerefini taşıyamayan insanlar ise, uyarılmalı ve yol gösterilmelidir. Her şahıs için yapılacak uyarılar, kısmen farklılık arzedebilir. Çünkü her bir insanın yapısı farklıdır.

Ancak yapılan uyarılara ve gösterilen yollara rağmen, inatla, kendi şerefini, ayaklar altına kendisi alanlara taviz verilemez. Kendisine sahip çıkmayana, dışarıdan yapılabilecek yardımın bir sınırı vardır. Bu sınır aşıldığında, diğer insanları korumak için, gerekli cezayı vermekten çekinmemek gerekir.

Eğer bazı insanlar, kendilerinin ayrı bir şerefe sahip olduklarını görmezler ve birbirlerinin kopyası imiş gibi davranırlar, aynı yanlış davranışta birlikte ısrar ederlerse, hepsi birden aynı cezayı hak ederler. Kur’an ayetleri, insanlara yapılan tekil veya toplu uyarılar, yol göstermeler ve cezalar konusunda örneklerle doludur. Yüce Yaradan Kur’an’daki, Firavun ve Karun örneği ile, tekil cezalandırmaları, kavimlerin helâkı ve Nuh Tufanıyla, toplu cezalandırmaları bize hatırlatır ki, ders alalım.

Allah’ım, insanların Senin gösterdiğin ve huzura giden yolları anlayarak, yanlıştan dönmeleri için, onlara irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | ALLAH, HER İNSANA AYRI BİR ŞEREF VERMİŞTİR için yorumlar kapalı

KURAN’DAN ANLADIKLARIM

KURAN’DAN ANLADIKLARIM

 

(Not: Bu yazı Aralık 2013’te bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Allah Kuran’ında bazı insanların kötülüklerini diğer bazılarıyla savmasaydık, düzen bozulurdu der. Ama birçok ayette de helak ettiği kavimlerden bahseder.

Acaba kötülükleri önlemek için, her zaman bazı insanları neden desteklememiş de kavimleri helak etmiştir. Kuran’a baktığımızda, o bölgelerin insanlarına Allah’ın hidayet teklif ettiğini (yani doğruyu görmeleri için imkân verdiğini), ama büyük çoğunluğunun kabul etmeyip reddettiğini anlarız.

Allah sunduğu hidayet imkânına sırt çeviren o insanların kalplerini mühürlüyor. Onlara dünya nimetlerini süslü gösteriyor. Sonunda hepsini helak ediyor. Zaten helak etmese de o insanlar huzuruna geldiklerinde, gereken cezayı vereceğini taahhüt ediyor.

Hâlbuki Allah, Kuran’da Hz. Musa’nın ağzından “Allah, bozguncuların işlerini düzeltmez.” ve Hz. Yusuf’un ağzından “Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz” buyuruyor.

Allah böyle bir taahhüdü, bozguncuların ve hainlerin karşısında iyiliği, dürüstlüğü temsil eden peygamberler ve onlarla birlikte olan insanlar olduğu için yapıyor.

Demek ki dünyada iyiliği, adaleti tesis etme mücadelesi veren yeterince insan olduğunda, Allah bu insanları Kendisinin dünyadaki halefleri olarak görüyor. Böyle insanlarla mücadele eden bozguncuların, münafıkların ve hainlerin hilelerini başlarına geçiriyor.

Dolayısıyla sonunda iyiler galip geliyor. Ama iyilerin iyi görünürken aslında içten pazarlıklı oldukları, birlikte ve cesaretle hareket etmediği durumlarda, bozguncuların, hainlerin ve bunlara ses çıkarmayanların hepsini helak ediyor. Yerlerine yeni kavimler getiriyor.

Hattâ Nuh Tufanında olduğu gibi, gerek duyarsa bir gemi dışındaki dünyanın bütün insanlarını helak edip yerlerine yenilerini getiriyor.

Demek ki bizler kendimiz, kötülerle ve halkı kandırarak kendi nefsani düzenlerini sürdürürken bir de kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia edenlerle mücadele etmeliyiz. Mücadele etmezsek, adaleti tesis etmeye çabalamazsak, bizler de helak olabiliriz. Allah bizlerin yerine yeni insanlar getirir.

Eğer mücadele edersek, Allah’ın dünyadaki halifeleri olmaya layık oluruz, iyilik galip gelir. Bizlere de, hem bu dünyada hem de öbür dünyada iyiliklere ve güzelliklere mazhar olma fırsatı verir.

O halde oturduğumuz yerden her şeyi Allah’tan ve başkalarından beklemeyip, Allah’ın bizlere verdiği akıl, irade ve cesaretle ilkelerimizden ödün vermeden hak ve adaletin tesisi için çalışmalıyız.

Sosyal kategorisine gönderildi | KURAN’DAN ANLADIKLARIM için yorumlar kapalı

KUR’AN, HİÇBİR KAVMİ VEYA ÜMMETİ TOPTAN KÖTÜLEMEZ

KUR’AN, HİÇBİR KAVMİ VEYA ÜMMETİ TOPTAN KÖTÜLEMEZ

KUR’AN, İNKÂRCILARI VE İKİYÜZLÜLERİ KÖTÜLER

 

Kur’an’a dayandıklarını iddia ederek, Yahudilerin ve Hıristiyanların tamamını suçlayanlar, her dönemde var olmuşlardır. Muhtemelen var olmaya devam edeceklerdir. Bu suçlamaları yapan insanlar, genelde tek bir ayete dayanırlar. Ayetten ne anladıklarını da yüz yıllardır yapılan bazı Kur’an tefsirlerine dayandırırlar. Yani böyle düşünenler, sanki birbirlerinin kopyacısıdırlar.

Okudukları ayetin tercümesinin Kur’an’ın özüne ters olup olmadığını bile sorgulamazlar. Kur’an’ı yorumlamanın zorlukları hakkında bu sitede yayınladığımız “Kur’an Yorumlama Yöntemleri Üzerine Düşünceler” adlı makalemizde fikirlerimizi aktardık. Yine bir başka makalemiz olan “Kur’an’da Çelişkili İfadeler Var mıdır” isimli yazımızda çeşitli örnekler verdikten sonra, kanaatimizi şu şekilde ifade ettik: “Görüldüğü gibi, Kur’an ayetlerinde çelişki yoktur. Ayetlerin anlamlarıyla ilgili olarak yapılan irdeleme ve inceleme hatası vardır.”

Hâlbuki başka gurupları toptan suçlayan bu insanlar, Kur’an’da aynı konuda çok farklı ifadeler içeren ayetleri de görüyorlar. Ama niye birbirine zıt olan ayetler var diye sorgulamıyorlar. Sorgulasalar, hatanın kendilerinde olduğunu anlayacaklar.

Müslümanlar böyle hatalar yapınca, Kur’an’da hata arayanlar da onların yaptıkları yorumlardan hareketle, Kur’an üzerine eleştiri yapıyorlar. Eğer Kur’an’da çelişkili ifadeler olsaydı, Kur’an’ın parça parça yani ayetler şeklinde indiği dönemde bu durum fark edilirdi. Bilindiği gibi o dönemde sadece Mekke’deki puta tapanlar yoktu. Bölgede Yahudiler ve Hıristiyanlar da vardı. Her gurubun içerisinde bulunan ve Kur’an’ı yanlışlamak isteyen insanlar vardı. O dönemde yaşayan insanların, bugünkülerden daha az zeki olduklarını da kimse iddia edemez. O insanların, sonraki asırlardaki itirazcılara göre avantajları, Kur’an’ın parça parça inmesiydi. Dolayısıyla Kur’an’ın bütünündeki ana fikre bakılması imkânı da yoktu. Onlar açısından böylesine uygun bir ortamda bile, itirazlarına bir mesnet bulamadılar. İtiraz edenlerin de büyük çoğunluğu, sonradan Müslüman oldular.

Yazımızın başlığındaki konuya dönersek, Yahudi ve Hıristiyanları suçlayanların Maide Suresi 51inci ayeti örnek verdiklerini görürüz. Suçlamaları yapanların kullandıkları tercüme şöyle:  “Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.”

Arapçayı pek bilmeyen insanlar olarak, ayetteki kelimelerin anlamlarını ele alarak konuyu irdeleyelim. Ayetin Arapçası şöyle: “Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızûl yehûde ven nasârâ evliyâe ba’duhum evliyâu ba’d(ba’din) ve men yetevellehum minkum fe innehu minhum innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn(zâlimîne).”

Ayete baktığımızda, “dost” olarak tercüme edilen kelimenin ayette “evliya” olarak geçtiğini görmekteyiz. Herhangi bir Müslümana “evliya” kimdir diye sorsak, alacağımız en net cevap “Allah dostu” şeklinde olacaktır. Yahudileri niteleyen kelime ise “yehud” şeklinde ifade edilmiştir. Bu beyan, Kur’an’ın diğer birçok ayetinde geçen “beni İsrail” yani İsrailoğulları tanımından farklıdır. Bu konuda Yaşar Nuri Öztürk’ün “İnsanlığı Kemiren İhanet Dincilik” adlı kitabından daha geniş bilgi edinebilirler.

Demek ki ayette, iman edenlere sesleniliyor ve Yahudileri (İsrailoğulları değil) ve Hıristiyanları evliya olarak görmeyin. Buradan anlaşılıyor ki, Yahudi ve Hıristiyanların arasında kendi şeriatları içerisinde evliya gibi insanlar olsa bile, onlar Müslümanların evliyası olamazlar. Çünkü her birinin şeriatı ve ümmeti farklıdır.

Nitekim aynı sure içerisinde üç ayet öncesinde yapılan açıklama, bizim bu fikrimizi kuvvetlendirmektedir. Maide.48: “Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitabı (Kur’an’ı) hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.”

Ayet gayet net bir ifade kullanıyor. Kur’an’ın, yine Allah’ın indirdiği diğer kutsal kitapları koruyup kolladığını belirtiyor. Kitaplarını koruyup kollamak, aynı zamanda bu kitapları uygulayanları koruyup kollamaktır. Ayetteki diğer bir net ifade, her bir kutsal kitap takipçileri için ayrı bir şeriat ve yol belirlendiğidir. “Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı” ifadesi de, farklı kitaplara inananların evliya olarak görülmemesi gerektiğini netleştiriyor.

Maide Suresinin 51inci ayetinin Arapçasına baktığımızda “ba’duhum evliyâu ba’d(ba’din)” ifadesini görmekteyiz. İlk kelime “onların bazısı” demektir. İkinci kelime zaten belli, evliya anlamındadır. Üçüncü kelime de bazısı olarak tercüme edilmektedir. Şimdi bu bilgilerin ışığında ayete tekrar bakalım. Bizim bu ifadelerden anladığımız, Yüce Yaradan’ın, ayetinde, “onların bazısı, bazısının evliyasıdır” dediğidir. Demek ki ayette, “birbirlerinin” sözü yoktur.

Ayetin buraya kadar olan kısmından anlaşılan o ki, sadece Müslümanlar için değil, hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar, birbirlerinin evliyası olamazlar. Yahudi’nin evliyası, yine Yahudi bir kişi, Hristiyan’ın evliyası yine Hıristiyan bir aziz olabilir. Çünkü hepsinin şeriatı ve yolu ayrıdır.

Eğer Yüce Yaradan, başka bir anlamı olan ifade kullanmak isteseydi, bunu yapmaya bütün insanların toplamından daha çok gücü yeterdi. Eğer bir Yahudi’nin evliyasının bir Hıristiyan olabileceğini veya tersinin geçerli olduğunu beyan etmek isteseydi, hem 51inci ayette kullandığı ifadeyi farklı ifade ederdi, hem de Maide 48 de ayrı şeriat ve yoldan bahsetmezdi.

Zaten aynı surenin 69uncu ayeti, hiç kimsenin Yahudi ve Hıristiyanları toptan suçlayamayacağının net bir ifadesidir. Maide 69: “Muhakkak ki inananlar, Yahudiler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.”

Bakara 62 gibi daha birçok ayetle de çok benzer ifadelerle desteklenen bu ayet gayet nettir. İster Müslüman, ister Sabii, ister Yahudi, ister Hıristiyan olsun, her kim ki, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, güzel işler yaparsa, onlar için bir korku yoktur. Onlar ahirette mahzun da olmayacaklardır.

Demek ki, asıl olan, Yüce Yaradan’a ve ahirette hesaba çekileceğine inanarak güzel işler yapmaktır. Ama ikiyüzlülük yapanlar, yüze gülüp arkadan kuyu kazmaya çalışanlar, Allah’ın ayetlerini çarpıtanlar, yani kendilerini herkesten akıllı zannedenler, unutmasınlar ki, Allah, her şeyi bilir ve görür. Ne yapılırsa, karşılığını da mutlaka ama mutlaka verir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN, HİÇBİR KAVMİ VEYA ÜMMETİ TOPTAN KÖTÜLEMEZ için yorumlar kapalı