BAYRAM KUTLAMASI

BÜTÜN DOSTLARIN VE İNSANLIĞIN BAYRAMINI KUTLARIM

Allah’ım bayram günleri vesilesiyle, bizlere hırslarımızı yenmenin yollarını öğret

Bize birbirimizi sevmemiz için yol göster.

Dostluğu öğret bize.

Allah’ım; ailemize, çevremize, milletimize ve insanlığa hizmet etmenin hazzına eriştir bizi.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

KIZILDERİLİLERİ YOK EDEN ANLAYIŞ ŞİMDİ İNSANLIĞI YOK ETME YOLUNDA

KIZILDERİLİLERİ YOK EDEN ANLAYIŞ ŞİMDİ İNSANLIĞI YOK ETME YOLUNDA

 

Binlerce mil uzaktan gelen Beyaz Adam’ın hayata bakışındaki farklılıktan dolayı, Kızılderililer, atalarından devraldıkları hayatlarını, imkânlarını ve topraklarını torunlarına devredememişlerdi.

Beyaz Adam’ı başlangıçta anlayamayan ve onların, kendileri gibi güzel insanlık anlayışına sahip olduklarını zanneden Kızılderililer, sonunda kavradıkları gerçeği şöyle ifade etmişler:

“Beyaz Adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir meta gözüyle bakıyor. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.

Sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama fakirlerin bozamayacağı kurallar koymuşlar. Beyaz Adam, baharda yatağından taşarak yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor.

Beyaz Adam’ın da sonu gelecektir. Gece ve gündüz bir arada olmaz.”

Beyaz Adam’ın sahip olma hırsının yanlışlığını gören Kızılderili şefi Seattle, 1854’te ABD Başkanı Pierce’e yazdığı mektupta şu tavsiyeyi yapar: “Bizim bu toprakların bir parçası olduğumuz gibi, sen de bu toprakların bir parçasısın. Bu dünya bizim için çok değerli, senin için de değerli olmalı.”

Ancak maalesef Beyaz Adam, hırsına yenilmeye devam etti. Beyaz Adam sahip olma hırsıyla, ateşli silahlarıyla, ateş suyuyla (o gün için viski idi, günümüzde buna uyuşturucu da eklendi) ve her türlü dalaveresiyle bir halkı yok etti. Günümüzde de değişen fazla bir şey yok.

Kızılderili anlayışında, şahsi servet biriktirme yok idi. Dolayısıyla şahıslarına ait toprakları olmazdı. Binlerce yıl bir arada yaşamalarına rağmen, uçsuz bucaksız toprakları paylaşmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, Beyaz Adam’ı kendileri gibi zannettiler ve yenildiler.

Beyaz Adam’ın içerisinde insancıl duygulara sahip bazı insanlar vardı. Bunların en meşhurları George Washington idi. Fakat onlar bile, yerlilerin, ehlileştirilmesi gereken yaratıklar olduklarını düşünüyorlardı. Hıristiyan olmayan, kendisine düzgün bir Hıristiyan ismi almayan, beyazlar gibi giyinip İngilizce konuşmayan yerliler, ne vatandaş ne de insan olarak kabul ediliyorlardı.

İşin ilginç yanı, Beyaz Adamlar günümüzde de, dünyanın kendilerinden olmayan bölgeleri için benzer zihniyeti taşıyorlar. Onları, kendileri gibi medenileştirmeye çalışıyorlar. Amerika’nın yerlilerine hangi gözle baktılarsa, dışlarındaki dünyaya aynı gözle bakıyorlar.

Bilindiği gibi, ABD yerlilerinin tamamı 1924 yılından itibaren ABD vatandaşı kapsamına alınmıştır. Fakat ilginç bir temsil konumları vardır. Amerikan Yerlileri Ulusal Kongresi (NCAI), Washington’da büyükelçilik olarak temsil edilmektedir. Hayali bir devlet durumundadırlar.

Eski SSCB’de neredeyse her kabile ayrı bir ulus imiş gibi değerlendirilir ve ayrı tutulurdu. Özellikle birbirleriyle kaynaştırılmaları önlenmeye çalışılırdı. Amerikan Yerlileri Ulusal Kongresinde de, 550 civarında ve kendilerini ulus olarak niteleyen kabileler var. ABD ve yerliler arasındaki bu bağlantının benzeri, Batı anlayışı ile dünyanın diğer kısımları arasında görülmektedir.

Tarih; dünü anlatır, bugünü açıklar, yarını aydınlatır. O halde bizler de, tarihten dersler çıkarmakla yükümlüyüz. Aksi takdirde bazı halkları yok eden tarih, bizleri de yok edebilir. Geleceğimizi görmek açısından aşağıdaki anlayışı çok dikkatli tetkik etmeliyiz.

Beyaz Adam’ın Kızılderililere yaptığı katliamlardan, 1675 yılında Kral Philip olarak adlandırılan savaşları anlatan İngiliz yazarların öne sürdükleri sebepler, bizi uyandırmaya yeterlidir. Douglas Edward Leach’a göre, “Bu öldürme ve kıyımlar şüphesiz Tanrı’nın iradesiydi”. Bir başka yazar ise o dönemde olayları şöyle açıklamaktadır, “Efendimiz İsa, onları önünde diz çöktürüp kahretti.”

Kendi hırslarını perdelemek adına, Yüce Yaradan’ın bizzat Kendisini ve Onun en merhametli peygamberlerinden olan Hz. İsa’yı, böylesine bir katliamı isteyerek yapan vahşi olarak göstermeye çalışacak kadar nefsine yenilen bu anlayış durdurulamazsa, Allah’ın, hepimizi diz çöktüreceği günler gelebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | KIZILDERİLİLERİ YOK EDEN ANLAYIŞ ŞİMDİ İNSANLIĞI YOK ETME YOLUNDA için yorumlar kapalı

EKONOMİNİN MOTORU, BORÇ

EKONOMİNİN MOTORU, BORÇ

 

Daha anlaşılır olması için, konuyu, ekonomiyi bisiklete benzeterek anlatmaya çalışalım. Ekonomi, bisiklet ise, ekonomideki gelişmeler bisikletin ileriye doğru gitmesiyle sağlanır. Bisikletin ileri gitmesi için, pedala sürekli basmak gerekir. Pedala basılmadığı an, bisiklet durur ve insan düşer.

İşte, ekonominin pedalı da borçtur. Eğer yeni borçlar alınmazsa, yani pedala basılmazsa, bisiklet yani ekonomi durur. Pedala basmanın az veya çok olması, ilerlemenin hızını belirler.

1960’larda, belirli ülkelerin ekonomileri gelişiyordu. Fakat 1980’den itibaren, ekonomik olarak ilerleyen ülke sayısı hızla arttı. Kalkınma mücadelesi veren ülkelere baktığımızda, hepsinin de bunu borç alarak başardığını görüyoruz. Yine net olarak görülen bir husus daha var, o da, her ülkenin borçlu olduğudur.

Diğer taraftan kalkınan hemen hiçbir ülkenin borcu, azalmamış. Hiçbir ülke, borçlarının GSYİH’sına oranını, 1980 yılındaki durumuna geriletememiş. Demek ki, her devlet, ekonomik olarak ayakta kalabilmek için, yani bisiklet üzerinde durabilmek için sürekli olarak borçlanmış.

Bu sonuçlar net olarak gösteriyor ki, ekonomideki gelişmeyi tehdit edecek en etkili unsur, yeni borçlanma yapılamaması veya borç ödemelerinde yapılandırma isteklerinin kabul edilmemesidir.

Temeli borçlanma üzerine kurulan ekonomik sistemde, net olarak görülen bir başka sonuç daha var. O da, bu sistemde zenginlerin daha zenginleştikleri, fakirlerin daha fakir hale geldikleridir. Bu aradaki fark, her geçen yıl çok daha hızlı açılmaktadır. Bazı ülkelerin en zenginleri ile en fakirlerini karşılaştırdığımızda, inanılması güç rakamlara ulaşılmaktadır. En zenginlerin gelirlerindeki artış, fakirlerinkinden 50-100 kat arası fazla olabilmektedir.

Aradaki farkın açılması, ekonomileri zora sokmaktadır. Çünkü fakirlerin, artık borçlanacak halde olanlarının sayısı her geçen gün hızla azalmaktadır. Zenginler, fakirlere mal satamazlarsa, ekonominin dişlileri dönmez. Büyük çarkları birbirine bağlayan aradaki küçük dişliler olmazsa, çarklar durur. Motordan alınan hareket, belli bir alanda hapsolur.

Bu gerçeği çok iyi bilen uzmanlar, fakirleri de borçlandırabilmek için, değişik yöntemler bulmuşlar. 2008 ekonomik buhranının oluşmasında çok etkili bir sebep olan eşik altı ipotekli ürünler, bulunan yöntemlerden sadece birisidir. Bilindiği gibi, 2007 yılında ABD’deki konut kredilerinin %40 gibi yüksek bir kısmı, eşik altı ipotekli krediler idi.

Bu sitede yayınladığımız “Borsalar, Dünyanın En Büyük Kumarhaneleri Olma Yolunda” başlıklı makalemizde bahsettiğimiz türev ürünlerin de bir kısmı, fakirleri borçlandırmaya yöneliktir.

İşin ilginç yanı, hükümetlerin çoğu borçları ödemek üzere almıyorlar. Günü kurtarmak için alıyorlar. Aldıkları borçlarla ekonomiyi canlandırmayı umuyorlar. Böylece siyaseten kendilerini kurtarmayı hedefliyorlar. Borçlar giderek artıp da yeni borç alamadıkları ortam doğunca, yapılandırma istiyorlar. Zaten yapılandırmayı istemek zorunda kalanlar, genel olarak, borcu alanlar değil, başkaları oluyor.

Dünyada her ülke borçlu olduğundan, yeni alınan borçların şartları daha ağır oluyor. Ayrıca ekonomide yapısal reformlar, acı reçeteler uygulanmadığından, alınan yeni borçlar, artık eskisi kadar ekonomiyi canlandırmıyor. Dolayısıyla ekonomiyi tekrar canlandırmak için, eskisine oranla daha fazla borç almak gerekiyor. Her alına daha fazla borç, bir süre sonra işe yaramaz hale geliyor. Bu defa öncekinden daha fazla borçlanma mecburiyeti doğuyor. Böylece, kısır bir döngü oluşuyor.

Bu kısır döngü, ülkenin ekonomisini içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bir ülke, yeni borç bulamadığı zaman ekonomik krize doğru sürükleniyor. Yani, sadece borç bulamama bile ekonominin tekerini durduruyor. Bisiklet duruyor.

Ülkeler için geçerli olan bu durum, herhangi bir vatandaş için de aynen geçerlidir. Vatandaşlar da, bisikletin pedalına basmazlarsa, yani borçlanmazlarsa, mikro açıdan ekonomik krize doğru gitmeye başlıyorlar.

Tam bu noktada okuyucularıma, düşünmeleri için bir soru soracağım.

Hepimiz biliyoruz ki, dünyadaki bütün ülkeler borçlu. 18 yaşını geçmiş insanların da, büyük çoğunluğu borçlu. Dünyadaki devletlerin borçları ve şahısların borçlarını toplarsak, Dünya GSYİH’sından fazladır.

Soru şu, bu borçların alacaklıları kimler?

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİNİN MOTORU, BORÇ için yorumlar kapalı

ENERJİ İHTİYACIMIZIN İLGİNÇ SEBEPLERİ

ENERJİ İHTİYACIMIZIN İLGİNÇ SEBEPLERİ

 

Eski SSCB’nin uyguladığı bir üretim hattı yöntemi vardı. Bir bölgesinde yetişen pamuğu bir başka uzak bölgeye nakleder, oradaki fabrikalarında iplik haline getirirdi. Bu iplikleri de bir başka bölgesine nakleder, orada giyim eşyası üretirdi. Sovyetler Birliği yöneticilerinin uzun dolaşımlı üretim yöntemi kullanmalarının kendilerince mantıklı bir açıklaması vardı. Çünkü ülkelerinde 125 lehçe ve dilin konuşulduğu söylenirdi. Dolayısıyla birbirinden faklı milletleri boyundurukları altına almışlardı. Bunları birleştirmemek için, üretimlerini hammaddenin kaynağında yapmamaları gerekiyordu. Her eyaleti, ekonomik olarak birbirlerine ve en çok da Moskova’ya bağlı hale getirmeliydiler.

Günümüzde buna benzer uygulamaları büyük şirketler yapıyorlar. Yediğimiz bir kavanoz fındık ezmesinin soframıza geliş hikâyesine bir bakalım. Marka sahibi olan, firmanın merkezi İtalya’da. Fındığı Türkiye’den alıyor. Şekeri Brezilya’dan getiriliyor. Vanilyalar Çin’den, kakaoları Nijerya’dan alınıyor. Malezya’dan palmiye yağı geliyor. Dünyanın her köşesinden getirilen hammaddeler, yine dünyanın başka köşelerindeki fabrikalarda işleniyor. Fabrikalar; Avusturalya, Rusya, Avrupa ve Amerika’da bulunuyor. Dünyanın farklı köşelerinden hammaddeleri toplanıp, neredeyse beş kıtadaki fabrikalarda işlenen bir kavanoz fındık ezmesinin satış ofisleri, yine dünyanın farklı köşelerinde bulunuyor. Meksika, Güney Afrika, Hindistan, Çin ve Japonya’daki bürolardan pazarlanıyor.

Üretim hattını izlerken bile insanın başı dönüyor. Bir kavanoz fındıktan aldığımız enerjinin belki 200 katı enerjiyi harcıyoruz. Harcadığımız enerjilerin büyük çoğunluğu, nakliyeler içindir. Nakliyeler için kullandığımız enerjinin kaynakları, gezegenimizin milyonlarca yılda oluşturduğu petrol ve türevleridir.

Bu garip durum, çoğu üretim metaı için de geçerlidir. Kullandığımız bir cep telefonunu ele alalım. Parçaları Japonya, Tayvan, İtalya ve ABD’de üretiliyor. Buralarda üretilen parçalar Çin’e gönderiliyor ve burada birleştiriliyor. Buradan da dünyanın dört bir yanındaki satış ofisleri aracılığıyla yine dünyanın dört bir yanına ulaştırılıyor.

Verdiğimiz iki örnek, şirketlerin uyguladıkları üretim politikalarının sonuçlarını gösteriyor. Bu durumun sebebini şirketlere sorsak, kendilerince bir cevap verebilirler. Dünyamızın milyonlarca yılda oluşturduğu kaynakları heba ettiklerini hiç akıllarına getirmeden, bizim üretim politikamız diyebilirler. İnsanlara istihdam oluşturuyoruz diye savunabilirler.

Gezegenimizin kaynaklarını nasıl heba ettiğimizi gösteren daha ilginç örnekler var. İngiltere, Hollanda’dan tavuk eti ithal ediyor. İthal edenler çeşitli İngiliz şirketleri. Diğer taraftan İngiltere’deki başka tavuk üreticisi şirketler de, aynı dönemlerde Hollanda’ya tavuk eti ihraç ediyorlar. Birbirinden farklı şirketlerin değiş tokuş niteliğindeki ticaretleri sırasında dünyamızın enerji kaynakları boşa heba ediliyor.

İngiltere kendi ülkesinde marul üretebilirken, ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Salinas Vadisinden getiriyor. Böylece bir maruldan alacağımız enerjinin 100 katından fazlasının nakliye sırasında harcanmasına sebep oluyor. Bu boşa harcanan enerji, yerine koyamayacağımız bir enerji türüdür. Aynı durum İngiltere’nin Yeni Zelanda’dan getirttiği donmuş kuzu eti konusu için de geçerlidir. Hâlbuki İngiltere, hayvancılık için en uygun bölgelerdendir.

Yukarıdaki örneğimizden daha uzak bölgelerde gerçekleşen garip ticaretler de var. Ülkelerinde bol ormanları olan ABD’deki şirketler kibrit ihtiyacını Japon şirketlerden alıyorlar. Japon şirketleri bu kibritleri, Endonezya’daki ormanlardan elde ediyorlar. Buna karşılık Japonlar da, yemek yerken kullandıkları tahta çubukları ABD’deki şirketlerden alıyorlar. Bir kibrit veya bir tahta çubuğa ulaşmak için harcanan enerjiye baktığımızda, gezegenimizin bu aymazlığa fazla dayanamayacağını söylemek gerçekçi olur.

Bu örneklerden daha ilginç olanları da var. İskoçlar bölgelerindeki denizlerdeki ıstakozları yakalıyorlar. Bunları Tayland’a yolluyorlar. Orada yenilsin diye göndermiyorlar. Oradaki bir Fransız firması, bu ıstakozları kabuklarından arındırıyor. Sonra pişiriliyor ve satılmak üzere geri İskoçya’ya gönderiliyor. Bu örnekte, ıstakozlar İskoçya denizlerinde, işleyen firma Fransız, işlenen yer Tayland.

Tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden birisi olmakla övünen Türkiye, tam 27 ülkeden buğday ithal ediyor. Kendi ormanları var iken, yakınındaki Kafkaslarda bol orman var iken, Şili’den kütük ithal ediyor.

Bütün bu örnekler her ülke için çokça var. Bazı alanlarla sınırlı değil. Hemen her üretim alanı için geçerli. Bunların bazısında mecburiyet olabilir. Ama çoğu, mantıksız. Bu sebeple gezegenimizin enerji kaynaklarını boşa harcamamak için mümkün olduğu kadar bölgesel üretim ve satış yöntemine geçilmelidir.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | ENERJİ İHTİYACIMIZIN İLGİNÇ SEBEPLERİ için yorumlar kapalı

MAKİNEYLE YARIŞIMIZIN MALİYETLERE ETKİSİ  

MAKİNEYLE YARIŞIMIZIN MALİYETLERE ETKİSİ

 

Başlıkla ilgili olarak çoğu insanın vereceği cevap, makineleşmenin maliyetleri düşürdüğü şeklinde olacaktır. Gerçekten de insanoğlunun makineleşmeye çalışmasının asıl nedeni, verimliliği artırmaktır. Verimlilik arttıkça, maliyetler düşecektir.

Fakat günümüzde bilhassa halkın kullandığı makinelerde böyle olmadığını görüyoruz. Evlerde kullanılan bulaşık makineleri, çamaşır makineleri, buzdolapları, elektrik süpürgeleri, televizyonlar gibi ürünlerin fiyatları her geçen yıl daha da artıyor. Aslında eskiden aldığımız makinelerin aynısını satın alsak, onların maliyetleri düşmüş olacak. Çünkü bizim kullandığımız bu makinelerin üretimlerinde kullanılan teknikler geliştiği için, birim üretim maliyetleri düşüyor. Ancak, halka yansıyan fiyatların düşmemesinin sebebi, bu ürünlere eklenen yeni özelliklerdir. Her yeni özellik ayrı bir maliyet getirmektedir.

Eğer Çin Hindi denilen bölgede yapılan üretimler olmasa, halkın kullandığı bu makinelerin maliyetleri çok daha fazla olacak. Hem Batılı makine üreticilerinin Çin Hindinde fabrika kurmaları, hem de doğrudan bu bölge insanının kendi firmalarının yaptığı üretimler, dünya ortalamasına göre çok düşük olan işçi vb ücretlerdeki düşüklük sebebiyle daha uygun fiyata satılabiliyor.

Demek ki, üretimdeki makineleşmeye ve teknikteki gelişmeye rağmen, halkın kullandığı makinelerde fiyatlar düşmüyor. Aksine artıyor. Halka nefes aldıran tek unsur, Çin Hindindeki ucuz işçilik şartlarıdır. Diğer bir deyişle, üreten insanların ezilmesi, bizim daha ucuz makine almamızı sağlıyor.

Diğer taraftan evlerde kullanılan bu makineler, çamaşır, bulaşık ve temizlik işlerinde maliyetleri düşürmüyor. Kullanana zaman tasarrufu yaptırıyor. Kullananların çoğunluğu da, artan bu zamanı televizyon izleyerek değerlendirdiği için, hareketsiz kalıyor. Hareketsizlik çeşitli rahatsızlıklara sebep oluyor. Sonuçta kişinin cebinden çıkan para artıyor.

Konunun diğer bir ilginç tarafı, her yeni üretimin eskisine göre daha dayanıksız oluşudur. Ayrıca arıza durumunda, tamir masrafının çok daha fazla olmasıdır. Hattâ tamir masrafının yenisini almaktan daha pahalıya malolmasıdır.

Yukarıda bahsettiğimiz aynı durum, otomobil gibi halkın kullandığı diğer önemli makineler için de aynen geçerlidir. Ailelerin evlerinde kullandığı mobilya için de benzer şey geçerlidir. Mobilya üretiminde makineleşme arttıkça fiyatlar düşmemiştir. Düşen şey, kalitedir. Artık eski sağlam mobilyaları almak için enflasyonun kat kat üzerinde bedel ödememiz gerekiyor. Üretim tekniklerindeki gelişme, ahşap mobilyaları ucuzlatmadı. Üretim hattındaki makinelerde çalışan işçilerin ücretlerini de artırmadı.

Makineleşmeye rağmen fiyatlardaki artışlar, insanları sıkıntıya sokmaya başladı. Bu fiyat artışlarına paralel olarak ailelerin de küçülmesi, yeni aile kuran insanların üzerindeki yükü iki kat artırıyor. Her yeni evlenen insan, ayrı bir ev açıyor. Açtığı bu eve ayrı bir kira ödüyor. Evde ihtiyaç olan ve yukarıda saydığımız çamaşır, bulaşık makineleri gibi cihazları, ayrı açtığı eve almak zorunda kalıyor.

Evine bu makineleri almak zorunda kalan işçi, belki de böyle bir üretim yerinde çalışıyor. Çalıştığı fabrika, maliyetleri düşürmek için üretimde robotlar kullanmaya başlamışsa, bizim işçi işini kaybetmemek için, daha çok çalışıyor. Sonuçta her taraftan kuşatılan bu işçi, verimliliğini artırmak zorunda olduğundan zihnen ve bedenen yoruluyor. Ama rakibi robotlar, yani makineler olduğu için, aldığı ücret yine düşük kalıyor. Robotların devreye girmesi, üretimde çalışan bu işçinin ücretini artırmıyor. Diğer taraftan bu üretimleri evine alan insanlara da bir indirim sağlamıyor.

Dolayısıyla makinelerle yarışta iki taraflı olarak kayba uğranılıyor. Bu iki taraflı kayıp, kişide gerginlik oluşturuyor. Yaşadığı bu stres sağlık sorunlarına yol açıyor. Sağlık masrafları artıyor. Sağlık alanındaki makineleşme, hastalıkları belirleme açısından faydalı oluyor. Ama sağlık harcamalarımızın artmasına sebep oluyor. Şahıslar, bu masrafların bir kısmını ödedikleri için, maliyet artışını tam olarak göremiyorlar. Fakat sağlık alanındaki makineleşme, devletlere büyük yükler getiriyor. Diğer yandan, yeni teknoloji ürünü bu makineler, sağlık personelinin ücretlerinin artmasına vesile olmuyor. Sağlık personelinin daha az yorulmasına ve daha az çalışmasını da sağlamıyor.

Tarım dâhil birçok alanda benzer sonuçlara ulaşıyoruz. Makinelerde çalışanların ücretini artırmıyor. Bazen, düz işçi ile benzer parayı aldığı oluyor. Makine ile yapılan işin maliyeti de pek düşmüyor. Çünkü makineler çok pahalılar ve dolayısıyla yaptıkları işlerin paraları, makinenin satın alma tutarına oranla hesaplanıyor.

Demek ki makineleşme ve makinelerle yarışımız, masrafları azaltmıyor, aksine artırıyor. Çok kısıtlı olan bazı alanlar hariç ücretlerimizi artırmıyor, çalışma saatlerimizi azaltmıyor.

Peki, o zaman neden makineleşiyoruz?

YAŞAM kategorisine gönderildi | MAKİNEYLE YARIŞIMIZIN MALİYETLERE ETKİSİ   için yorumlar kapalı

BİR MÜMİNİ KASTEN ÖLDÜRMEK

BİR MÜMİNİ KASTEN ÖLDÜRMEK

 

Önce mümin kimlere denilir konusunda hemfikir olmak gerekir. Bu sitede yayınladığımız bir yazımızda, Müslüman ile Mümin arasındaki farkı Kur’an ayetlerine dayanarak açıklamaya çalışmıştık. Bu makalemizden kısa bir bölümü aşağıya aktardıktan sonra yazımızın konusuna döneceğiz.

“Allah, Kur’an’ında Müslüman ile mümini ayırır. Hucurat Suresi 14: “Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”

Ayet “lâilaheillaallah” diyenleri “İslâm olmuş” kabul ediyor. Dolayısıyla bu ayetten de kesin olarak anlaşıldığına göre, bir insan Müslüman olmasına rağmen, iman kalbine yerleşmemiş olabiliyor. Bu durum bilhassa, Müslüman bir ortamda dünyaya gelen insanlar veya zor karşısında inananlar için daha çok geçerlidir. Başka bir inanıştan İslâm’a, zor karşısında değil de kendi özgür iradeleriyle geçenler, zaten, iman ettikleri için geçmişlerdir. Dolayısıyla onlar bu ayetin muhatabı değillerdir.

Kur’an’da Müslüman ve mümin ayrı ayrı ifade edilir. Mümin, Allah’ın emir ve yasaklarına uyan kimsedir. Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarına uyanlar, “salih amel” işlemeye en yatkın olan kişilerdir.”

Yüce Yaradan, Kendisinin emir ve yasaklarına mümkün olduğunca uyan ve salih amel işleyen insanları, Cennetine alacağını vaat etmekle yetinmiyor. Bu dünyada da onları koruyacak şekilde kararlar aldığını ayetleriyle gösteriyor.

4 Nisa Suresi 92 : “Bir mümin bir mümini yanlışlık dışında öldüremez…” Ayetin devamında, bir mümini yanlışlıkla öldüren kişinin ödemesi gerekli diyetleri açıklıyor.

Demek ki, yanlışlıkla da olsa bir mümin, bir mümini öldüremez. Bir kargaşa ortamında, başkasına hamle yaparken yanlışlıkla öldürürse de, bu dünyada mutlaka diyetini ödemek zorundadır.

4 Nisa Suresi 93: “ Her kim de bir mümini kasten öldürürse, artık onun cezası, cehennemde ebedi kalmaktır. Allah, ona gazap etmiş, lânet etmiş, büyük bir azap hazırlamıştır.”

Ayet gayet net. Bir mümini kasten öldüren kimse, kendisi de bir mümin kişi olsa, cezası cehennemde ebedi kalmaktır. Çünkü artık Yüce Yaradan, ona gazap etmiş, lânet etmiştir.

Kasten kelimesinin anlamı isteyerek, zihninde planlayarak ve bile bile demektir. Bu sebeple, kişinin bir mümini öldürmeyi istemesi ve o müminin öldürülmesi yeterlidir. Yani, o kişinin mümini bizzat öldürmesi şart değildir. Mümin kişinin öleceği ortamı planlaması yeterlidir. Mümin kişiyi başkalarının öldürmesi, ortamı hazırlayan kişiyi cezadan kurtarmaz.

Bir benzetme ile konuyu daha anlaşılır hale getirelim. Bir çoban, sürüsünden ayrılan bir koyun olursa, onu bulup sürüye katmakla sorumludur. Eğer, ayrılanı aramaz, bulup sürüye katmak için çaba sarfetmezse o koyunun başına geleceklerden sorumludur. Çünkü sürüyü otlattığı alanlar, geceleyin yalnız başına kalan bir koyun için çok tehlikelidir. Koyunun yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülmesi ihtimali çok kuvvetlidir. Eğer o koyun öldürülürse, büyün suç çobanın olur. Eğer koyunun bulunduğu çevrede vahşi hayvanlar yoksa koyun açlıktan ölürse, suç yine çobanın dır.

Koyunların ölümünde çobanın sorumluluğunu azaltan bir husus vardır. Sürüyü otlatırken farkına varmadan evlerinden çok uzaklaşmışlarsa, bulundukları bölge vahşi hayvanların pek görülmediği yer ise, geceyi orada geçirmek kararını alabilir. Çünkü gece dönmek daha tehlikeli olabilir. Fakat geceleyin umulmadık bir vahşi hayvan sürüsünün saldırısına uğrarlar, çaban cansiparane mücadele eder ama bazı koyunlar ölürse, suç tamamen çobanın olmaz. Çobanın suçu, sadece otlatırken vakti hesaplamadığı için tedbirsiz davranmak olur. Yani suçu mutlaka vardır, fakat tamamen suçlu değildir.

Bu örnekten hareketle tekrar düşünelim. Bir insanın sorumluluğu altındaki mümin bir kişi ile arasının bozulduğunu düşünelim. Sorumluluk sahibi kişinin, mümin insana kızdığı için, onu yalnız bıraktığını varsayalım. Yalnız bırakılan bu mümin kişi, aynı sürüden ayrılan koyun gibi, vahşi hayvan niteliğindeki insanların arasına atılmış demektir. Bu mümin kişi, aynı sürüden ayrılan koyun gibi, korumasız ve yapayalnız kaldığını dahi bilmemektedir.

Bu mümin şahsı böyle bir ortama bırakan insan, aynı çoban gibi, tamamen suçludur. Hiçbir şeyden haberi olmayan koyunu vahşi hayvanların ar asında yalnız bırakıp, arkasını dönüp gelen çobandan daha çok suçludur. Çünkü çobanın, ölmesine göz yumduğu neticede bir koyundur. Ama sorumluluk sahibi bir insanın, ölümüne göz yumduğu kişi ise bir insandır. Hem de mümin bir insandır.

Dolayısıyla, Yüce Yaradan, böyle bir ortama sebebiyet verdiği için o kişiye lânet edecektir. Çünkü ayet, mümini kasten öldürenleri ayırt etmiyor. “Her kim” diye ifade ediyor.

Bilindiği gibi Yüce Yaradan Kur’an’ında bizlere her zaman yol göstermektedir. Her zaman sabırla hareket etmemizi istemektedir. Sorumluluklarımızı yerine getirmemizi salık vermektedir. İnsanların güvenlerini kazanmamızı ve onlara karşı adaletli olmamızı tavsiye etmektedir. En çok kızdıklarımıza karşı bile “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin” buyurarak adaletli davranmamızı istemektedir. Kin besleyecek kadar kızdıklarımıza karşı bile bizden adaletli olmamızı isteyen Yüce Yaradan, diğer durumlarda neler ister bir düşünelim.

Allah’ım, Kur’an hükümlerine aykırı davranmaktan, hak ve adaletten ayrılmaktan Sana sığınırım.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel kategorisine gönderildi | BİR MÜMİNİ KASTEN ÖLDÜRMEK için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, HÜKUMET VE MERKEZ BANKALARI POLİTİKALARI

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, HÜKUMET VE MERKEZ BANKALARI POLİTİKALARI

 

Aslında amacımız sadece merkez bankalarının politikalarını ele almaktı. Çünkü Merkez Bankaları bağımsız veya özerk yapıda idiler. Fakat ülkelerin çoğunluğunda bu durum, yalnızca kâğıt üzerinde geçerlidir. Hükumetler, işlerine geldiğinde Merkez Bankasına baskı yaparak istedikleri kararları aldırıyorlar. Kendilerinin istediği kararları alan merkez bankalarını da övüyorlar. İşlerine gelmeyince, yani halkın hoşuna gitmeyecek bir karar alınması gerektiğinde, sorumluluğu bankaya yüklüyorlar. Biz de bu ortamda, hükumetlerin ve merkez bankalarının ekonomiye etkilerini birlikte irdeledik.

Hükumetlerin savurganlıklarının ekonomik buhranların tetikleyici rolleri hakkında önceki yazılarımızda fikirlerimizi belirtmiştik. Bu yazımızda hükumetlerin merkez bankaları ile ortaklaşa yaptıkları politikaları ele alacağız.

Normal dönemlerde merkez bankalarına yüklenen iki önemli görev var. Birisi, para arzını yönetmektir. Diğeri ise, faiz oranlarını belirlemektir. Aslında merkez bankalarının bu iki görevi bir arada yürütmeleri teknik olarak mümkün değildir. Zaten uygulamada böyle olmamaktadır.

Faiz oranlarının ekonomik buhranları tetikleyişini irdelediğimiz yazımızda, uygulama ile ilgili kısmi bilgi vermiştik. Merkez bankaları faiz oranlarını sıfıra yaklaştırınca, bankaların topladıkları ucuz maliyetli para ile insanlara kredi vermek yerine, merkez bankalarının garantili ve daha çok gelir getiren tahvillerini satın aldıklarını aktarmıştık. Birçok bankanın bununla da yetinmeyerek, paralarını çok daha riskli olmasına rağmen geliri daha yüksek olan türev piyasasında değerlendirdiklerini görmüştük.

Bankaların bu kâr hırsları sonucunda paranın önemli bir bölümü piyasada dolaşıma girmemişti. Bu gelişmelerden de net olarak anlaşılıyor ki, merkez bankaları, faiz oranlarını kullanarak piyasadaki para arzını istediği gibi yönlendiremiyor. Yönlendirmeleri de mümkün değildir. Çünkü ellerinde bu yönlendirmeleri yapacak mekanizmalar yok. Bu mekanizmalar, bankaların ellerinde var.

Paraları oluşturanlar da bankalardır, merkez bankaları değildir. Merkez bankaları para basımını denetleyebilirler. Ama bastıkları paraları, hükumetler aracılığıyla, maaş, yardım ve hizmet ödemeleri şeklinde doğrudan kendileri yapmazlarsa, bankaları aracı yaparlarsa, para arzını yine denetleyemezler.

Zaten siyasi hükumetler, ekonomideki aksaklıkları kökten bir çözüm getirerek çözmeye çalışmazlar. Acı reçetelerden sürekli kaçınırlar. İtibari para sistemi, onlara halkın hoşuna gidecek kolaycı çözümleri mümkün kılar. Ciddi çözümler yerine para basmayı yeğlerler. Bu uygulamaları merkez bankaları aracılığıyla yaparlar.

Hükumetler, normal zamanlarda, finans kuruluşlarının halkı ve tüketicileri istismar etmelerini görmezden gelirler. Gerekli tedbirleri almakta isteksiz davranırlar. Şeffaflığı sağlayacak kuralları koyarak uygulanmasını takip etmezler. Çünkü zaten kendileri de şeffaflık konusunda güvenilir değillerdir. Var olan kuralları işletirken de denetimlerini yeterli bir şekilde yapmazlar. Konulan kuralların denetimlerinin bir bölümünü yapacak olan kurumlar, merkez bankalarıdır.

Hükumetler, bankalara ve finans kuruluşlarına sorumluluk yüklemedikçe, ekonomiyi yönetmeleri mümkün değildir. Normal dönemlerde bu kurumlara sorumluluk yüklemeyen hükumetler, ekonomik kriz başlayınca, ikinci büyük hatayı yapıyorlar.

Ekonomik kriz başlayınca, hükumetler, hemen bankaları ve finans kuruluşlarını korumacı önlemlere başvuruyorlar. Hâlbuki böyle anlarda hükumetlerin korumaları gerekenler bankalar, finans kuruluşları ve zenginler olmamalıdır. Burada zenginler ifadesini bilerek yazdık. Çünkü hepimizin bildiği gibi, bir ekonomik buhranda büyük bankalar ve finans kuruluşları kurtarılmaya çalışılırken, küçüklerin batışına göz yumulmaktadır. Bir ekonomik buhran anında korunması gerekenler, vatandaşlardır. Çünkü onların çoğunluğu, bankalar ve finans kuruluşlarının yanlış yönlendirmelerinin kurbanı olmuşlardır.

Amerikan Merkez Bankası olarak görülen FED, 2008 ekonomik buhranında yukarıda bahsedilenlerden de farklı, sıra dışı bir şey yaptı. Kendi ülkesindeki büyük bankaları kurtarmakla yetinmedi. Avrupa Merkez Bankasına (ECB) da yardım etti. Bununla da yetinmedi. İngiltere, İsviçre, Japonya merkez bankalarına da yardım etti. Bu yardımların miktarı ise çok ilginçtir. Toplam yardım tutarı, ABD’nin GSYİH’sının iki katına yakın büyüklüktedir. (Bu yüksek miktar yardım, ayrı bir yazı konusudur.)

Bütün merkez bankaları, ekonomik krizden çıkış için, kendi görev alanlarının dışına çıktılar. Üstlerine vazife olmayan işleri yaptılar. Bankaları kurtarırken, onların ellerindeki riskli kâğıtları aldılar. İpotekli konut kredisi destekli tahviller aldılar. Konut kredilerini devralmakla bankaların borçlarını üstlenmiş oldular. Yetmedi, hazine bonosu aldılar. Böylece her tarafın borçlarını üstlerine almış oldular. Yani durup dururken kendileri borçlandılar.

Bu hataları yetmedi. Yukarıda bahsedildiği gibi, piyasaları açmak için, piyasaya para sürmeye çalıştılar. Bütün bunlar yetmedi. Önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi, faiz oranlarını düşürdüler.

Merkez bankalarının ve hükumetlerin bu davranışları, yeni bir anlayışın gelişmesine vesile oldu. Asalaklık. Artık kurtarılan bütün kurumlar, yeniden kurtarılmayı bekleyerek, istedikleri gibi riskli hareketleri yapmakta beis görmediler. Merkez bankalarının asalağı konumuna düştüler. Eğer bunlar kendilerinin asalak gibi görülmesini istemiyorlarsa, merkez bankalarının, oluşacak bir ekonomik buhranda, eskisi gibi davranmaz ve onları kurtarmamaları, batışlarına izin vermesi halinde, itiraz etmemelidirler. Ama böyle bir davranışı sergilemelerini ve batmayı kabul etmelerini bekleyen insan sayısı, muhtemelen yoktur.

Eğer ülkede uygulanan ekonomik sistem, liberal ekonomi ise, zaten korumacılık yapmak kökten yanlıştır. Korumacılık yapılacaksa, krizin oluşmasında hemen hiçbir dahli olmayan vatandaş korunmalıdır.

Hükumetler ve merkez bankalarının ortaklaşa yaptıkları bir başka yanlış, sistemi oluştururken yapılmaktadır. Ticari bankaların, yatırım bankalarını satın almalarına göz yumulmaktadır. Bir başka hata, bankaların sigorta şirketleri kurmalarına izin verilmesidir. Hâlbuki bunların hepsi birbirinden farklı alanlardır. Bunları bir kuruluşun alt birimleri olarak değerlendirmek yanlıştır. Bu yanlışlar, ekonomik krizlerin tetikleyicisidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, HÜKUMET VE MERKEZ BANKALARI POLİTİKALARI için yorumlar kapalı

ŞEYTAN, HAYATI ANLAMLANDIRAN OLGUDUR

ŞEYTAN, HAYATI ANLAMLANDIRAN OLGUDUR

 

Bu sitede yayınladığımız “İslâm’da Şeytan Konusu” adlı makalemizde konuyu Kur’an ayetlerinin ışığı altında irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda hayatın anlamı açısından yaklaşacağız.

Bir an, şeytanın olmadığını düşleyelim. Bizleri kötülüklere yönlendiren şey yoksa aslında hayatımızda kötülük de olmayacaktır. Her bir insan için aynı durum söz konusu olunca, bütün dünya üzerinde kötülük olmayacaktır. Hattâ kötülük fikri bile olmayacaktır. Her insan güzel şeyler düşünecek ve dolayısıyla güzel şeyler yapacaktır.

Peki, insanlar, bu yaptıklarının güzel olduğunu nasıl bilecekler? Tabii ki karşılaştırılacak bir referans noktası olmayınca bilinemeyecektir. Nasıl hızla giden uzun bir trenin içerisinde trenin gittiği istikametin ters yönünde yürüyen bir insanın yaptığını tanımlamak için referans noktası gerekiyorsa, iyilik yahut kötülüğün tanımı için referans noktası gerekmektedir.

Nasıl trenin içerisindeki herkes, trenin gittiği yönün tersine doğru yürürse, konu daha karmaşık hale gelirse, dünyadaki bütün insanların aynı şekilde davranmaları da, bizlerin hayatını anlamsız hale getirir. Tren içerisinde ters yönde yürüyen insanların en başlarında olmanın nasıl bir anlamı yoksa aynı yönde davranan insanlar içerisinde en önlerde olmanın da bir anlamı olmaz.

Hayatın anlamı üzerine daha önceki yazılarımızda bazı düşünürlerin kendilerine sordukları soruları dile getirmiştik. Bunlardan birisi “ben daha meşhur olacağım da ne olacak” sorusu idi. Bu soruyu, “ben trende ters istikamette yürüyenlerin içerisinde önlerde olacağım da ne olacak” şekline çevirebiliriz.

Bir diğer soru, “ben daha üst makamda olacağım da ne olacak” şeklinde idi. Bunu da tren içerisinde ters yönde yürüyenlerin başında makinistin olduğunu düşleyerek soralım.

Düşünürlerin sorduğu diğer bir soru, “çok zengin olacağım da ne olacak” sorusuydu. Her insanın sadece iyilik düşündüğü bir ortamda, bu soru anlamsızlaşır. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, çok zengin olmak için sadece çalışmak yetmez. Başkalarına kötülük yapmak veya hak etmeden kazanmaya çalışmak gerekir. Normal şartlarda kimseyi ezmeden, rüşvete bulaşmadan, başkalarını kandırmadan, üretim konumuzda tekel olmadan, rakiplerimizi elemek için hileye başvurmadan çalışılırsa, çok zengin olunmaz. Zaten de, sadece iyilik düşünen bir insan, zengin olmayı hedeflemeyebilir.

Kötülüğün olmadığı bir ortamda, iyi-daha iyi konusunu ayırt etmek de çok zor. Bu hususta daha önce yayınladığımız “İslâm’da Salah-Aslah, Yani İyi-Daha İyi” başlıklı yazımızda bazı irdelemeler yapmıştık. Bazı felsefecilerin ve âlimlerin “kâinatın yaratılışında mevcuttan daha iyi olunabilir miydi” diyerek yaptıkları sorgulamalardan bahsetmiştik. Yüce Yaradan’ın yaratış sistemi hakkında, insanlar böylesine sorgulama yaparken, insanların yaptıkları iyi davranışlar konusunda anlaşma sağlanması ihtimali zayıftır.

Aslında Yüce Yaradan, kâinattaki her şeyi zıddıyla yaratmıştır. Karanlık olmasa, aydınlığı tanımlayamayız. Soğuk olmasa, sıcaklığı bilemeyiz. Melekler olmasa, şeytanın yaptıklarını sorgulayamayız. Demek ki her şey, karşılığı ile yaratılmış ki, her birinin konumunu ayrı ayrı anlayabilelim. Bu durum bize, ilmi çalışmalarımızda da yol gösterir. Bir artı kutup olduğunu bulmuşsak, bunun karşılığında bir eksi kutup olacağını düşünerek araştırmalarımızı yönlendirmeliyiz. Uzayda enerji yayan bir kaynak tespit etmişsek, bunun karşılığında mutlaka enerjileri yutan bir kara delik olacağını düşünmeliyiz.

İşte, insanı yaratan Yüce Yaradan, bu ikilemi aynı insanın içerisine yerleştirmiş. İnsanı güzelliklere, iyiliklere yönlendirmek için akıl ve vicdan vermiş. Fakat aynı insanın içerisine, kötülükleri telkin eden bir de nefis vermiş. İnsanın içerisindeki bu zıtlıkların çatışmasında iyiliklerin galip gelebilmesi için de insana irade vermiş.

Allah, insana, sadece irade vermekle kalmamış. İnsanı, gönderdiği elçilerle desteklemiş. Kutsal kitaplara baktığımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları şeytana uymamaları için uyardığını görürüz. Bu ikazlar, ilk peygamber Hz. Âdem’den itibaren her peygambere yapılmıştır. Allah, şeytana uyanları cezalandıracağını, ona uymayanları mükâfatlandıracağını ifade etmiştir.

Diğer bir bakış açısından konuyu irdeleyelim. Eğer şeytan olmasaydı, insanlar, melek gibi olurlardı. Bu durumda, hem insanın hem de kâinatın yaratılmasındaki anlam çok değişirdi. Hattâ Yüce Yaradan’ın Kur’an’da bahsedilen isim ve sıfatlarının bazısı anlamsızlaşırdı. Dolayısıyla Allah’ın mutlak kemali ve güzelliği tam olarak tecelli etmemiş olurdu ve bu durum Yüce Yaradan’ın hikmetine uygun düşmezdi.

Demek ki, insanın tamamen masum olması, yaratılış maksadına da uymuyor. Hattâ şeytanın olmaması, ahiret hayatının da varlığının anlamını düşürüyor. Cennet ve cehennemin anlamı kalmıyor.

Sonuç olarak şeytanın olmaması, hem bu dünya hayatını hem de ahiret hayatını anlamsızlaştırabilir. Hayatın ve ahiretin anlamı, Yüce Yaradan’ın bizlere verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanmamızla oluşur. O halde, geç kaldık demeden, hayatımızı anlamlandırmaya çalışalım. Allah’ın bize verdiği akıl, vicdan ve iradeyi Onun gösterdiği yolda kullanarak, yanlışımızdan dönelim. İçimizdeki şeytan olan nefsimize karşı mücadele edelim. Kendi başımıza bu mücadeleyi kazanamayacağımızı düşünürsek, önce Yüce Yaradan’dan, sonra çevremizde bu işi başarmış insanlardan yardım isteyelim.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ŞEYTAN, HAYATI ANLAMLANDIRAN OLGUDUR için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI  

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI

 

Ülkelerin ekonomik krize girmelerinde, faizlerin çok yüksek olmalarının ciddi etkisi olur. Bu sebeple, hükumetler ellerinden geldiğince faizleri düşürmeye çalışırlar. Fakat 2008 ekonomik buhranından önceki ve sonraki faiz oranlarının çok düşük olması, beklenenin aksine, yeni krizin beklentisinin sebeplerinden biri oldu.

Japonya’da faizler bir dönem sıfıra yakın ve sıfır olarak seyretti. Bu dönemde ülkedeki gayrimenkul fiyatları, çok hızlı arttı. Tabiri caizse, katlayarak arttı. 1985 yılındaki ticari arsa fiyatlarını 100 kabul edersek, 1991 yılında 303 oldu. Bankadan sıfıra yakın faizle aldığı borçla gayrimenkul satın alan bir kişi, faizlere ödediğini düşersek, parasını üçe katlamış oluyor.

Gayrimenkul fiyatlarındaki bu çılgınlık, Japonya’nın GSYİH’sının çok şişmesine sebep oldu. Ülkedeki gayrimenkullerin değeri ABD’nin toplam gayrimenkullerinin değerini geçti. Bu ortam insanların borçlanma isteklerini ve dolayısıyla borçlanmaları artırdı. Bankalar ise, insanlara borç verebilmek için yurt dışından borçlar aldılar. Önceleri bu borçlanmalar fazla önemsenmedi. Çünkü nasılsa GSYİH da artıyordu.

Borçlanmanın yanlış ilerlediğini anlayan Japon Merkez Bankası (BOJ), faizleri artırdı. Fakat geç kalınmıştı. Gayrimenkul fiyatlarındaki hızlı düşüşü engelleyemedi. Gayrimenkul fiyatları hızla düşünce, GSYİH da hızla düştü. Ama borçlar aynı kalmıştı. Sonuçta Japonya, borç/GSYİH karşılaştırmasında, barış döneminde ve ordusu olmadan en yüksek orana sahip ülke konumuna geldi.

Bankalardan aldıkları borçlarla gayrimenkul alanların küçük bir kısmı, yine de dolaylı olarak üretime katkıda bulunuyorlardı. Arsa değil de, bina satın alanlar içerisinden yeni yapıları alanlar, hiç olmazsa bina inşaatı için gerekli malzemelerin üretimine destek vermiş oluyorlardı.

Bu arada elbette, doğrudan üretim için borç alan ve aldığı borcu işine yatıranlar da vardı. Ama bunlar da çok azınlıktaydı. Bankalardan sıfıra yakın faizle borç alanların önemli bir bölümü-ki bunlar ister şahıs, isterse ticari şirket olsunlar farketmiyordu- bu paraları borsalarda değerlendirme yolunu seçmişlerdi. Genellikle de gelişmekte olan ülkelerin borsaları daha çok kazandırdığı için, riskli olmalarına rağmen tercih ediliyordu. Bu yapıdaki borsalarda oynayanlar bir süre ciddi paralar kazandılar. 1987’de Japon Yen’inin dolar karşısında %100 oranında değer kazanması da, yabancı borsalardaki kazancı artıran bir etken oldu. Kazandıkları bu paraları nasıl değerlendirdiklerini net olarak bilemiyoruz. Muhtemelen üretime katkısı az olmuştur. Çünkü insanların yapısı gereği, kazandıklarını da, daha çok kazanabilmek için yine borsaya yatırmaları ihtimali kuvvetlidir.

Aslında, bankalardan çok ucuz borç alanların, gelişmekte olan ülkelerin çok daha riskli olan borsalarında oynamalarına bile gerek yoktu. Çünkü Japon Borsasındaki Nikkei 225 endeksi, 1984’ten 1989’a kadar yüzde 400 artmıştı.

Sonuçta, ülkedeki tüketimi ve üretimi artırmak maksadıyla düşürülen faizler, bu görevi yerine getiremediler. Aksine ülkenin borçlarının GSYİH’ya göre çok daha fazla artmasına vesile oldular.

1970’lerin sonundaki gelişmeler, Japon Mucizesi olarak nitelenmişti. Ama 1980’lerin ortalarından sonraki faiz ve diğer uygulamalar, Japonya için kayıp yıllar oldu. Bu dönemin kayıp yıllar olarak nitelenmesinin önemli bir sebebi, düşüş başladığında uygulanan yanlış politikalardır. Aynı 2008 dünya ekonomik buhranındaki yanlışlar burada da yapıldı. Bazı büyük bankalar ve büyük şirketler devlet tarafından kurtarıldı. Kurtarılanların çoğu, yönetim hatalarını devam ettirdiler. Böylece bunlar “yaşayan ceset” konumuna düştüler. Bunların bir kısmı sonraki yıllarda iflas ettiler ve gerçekten ceset haline geldiler. Bankaların ve şirketlerin bu durumu Japon ekonomisinin uzun süren bir durgunluğa girmesinin önemli sebepleri arasında yer aldı. Japonya halen o günlerini arıyor.

Bana göre, bu olayların Japonların anlayışlarında yaptığı tahribat çok daha önemlidir. Japon halkındaki “Samurai” ruhu tahrip oldu, üretmek için fedakârca çalışan insanlar, artık değişmeye başladı. Onlar da, yorulmadan kazanmalarının sonucu olarak, rahat bir hayat sürme peşine düştüler. Hattâ bazı kadınlar, yüzlerinin Batılılar gibi olması için uğraştılar. Eskiden tatil yapmayanlar, bedava para kazandıkları için, yabancı ülkelere geziye gittiler. Gittikleri yerlerden etkilendiler.

Japonya için anlattıklarımız, hem Avrupa hem de ABD için de geçerlidir. Çünkü bu bölgelerin merkez bankaları birbirini takip eden politikalar uyguladılar. Faizler hepsinde de sıfıra yakın idi.

Bilindiği gibi, 2008 buhranında, mortgage denilen konut kredilerinin faizlerinin düşüklüğü etkili olmuştur. Diğer bölgelerde de çok düşük faizle alınan kredilerin çok küçük bir kısmı üretime gitti.

1990 lı yıllarda, kendi ülkelerinden düşük faizle kredi alanların bir bölümü Güney Doğu Asya ülkelerine yatırım peşine düştüler. Japonlar bölgeye yakın olduklarından, onlardan yatırım yapanların miktarı daha çok oldu. Gerek Güney Kore gerekse Güneydoğu Asya ülkeleri, dış yatırımcıları ülkelerine çekebilmek için, yüksek faiz politikası uyguladılar. Çoğunluğu sabit kur politikası da uyguladılar. Bu iki teşvik birleşince, bölgedeki ülkelerin kalkınma hızları %8’leri aştı. %12’lere ulaşan ülkeler oldu.

Bu ülkelerdeki kalkınma hızları arttıkça borsaları da yükseldi. Dolayısıyla borsaları da ayrı bir yatırım alanı oldu. IMF ve Dünya Bankası yetkilileri bu ülkeleri “kaplanlar” olarak niteledi. Bu ortamı “Asya Ekonomik Mucizesi” diye niteleyerek, bütün dünyaya örnek gösterdi.

Anlaşılan o ki, IMF ve Dünya Bankası yetkilileri ile sıradan bir vatandaş arasında hiçbir fark yokmuş. Yetkililer de, yüksek faiz ve sabit döviz uygulamasının ekonominin gerçeklerine ters olduğunu düşünememiş. Uygulanan bu yanlış politikalar sonucunda, ülkelerin borçlarının GSYİH’ya oranlarının altı yıl gibi kısa süre içerisinde ortalama %100 iken %180’e çıkması da, yetkilileri uyandırmaya yetmemiş.

1997 yılında Tayland, sabit kur uygulamasını bırakmaya karar verince çok kısa sürede parası Baht, yarı yarıya değer kaybetti. Borsası daha fazla düştü. Değerini %75 oranında yitirdi. Bu durum hem Tayland’a zarar verdi, hem de IMF ve Dünya Bankasının övgülerine inanarak bu bölgeye yatırım yapan insanları çökertti. Bu insanlardan bazısı, getirdikleri paranın, dolar bazında, belki de 1/8’ini ancak kurtarabildiler.

İster bölgesel isterse dünya çapında olsunlar bütün ekonomik krizlerde gördüğümüz ortak şey, yetkililerin geleceği göremedikleri veya gördükleri halde kendi menfaatleri için görmezden geldikleridir.

Kolay kredi verilince, denetimler de mecburen gevşek oluyor. Gevşek denetim, sonunda başıboş bir ortama doğru gidiyor. Başıboş davranışlar da, herhangi bir disipline tabi olmadığından, bir gün çatırdayarak çöküşe neden oluyor.

Bilhassa 2008 ekonomik buhranından sonra kolay kredi vermeler yeni alanlara kaydı. Eğitim alanında verilen öğrenci okul bedeli kredileri, düğün-nişan gibi krediler, hattâ otomobil kredileri, karşılığında kısa vadede bir kazanç olmayan alanlardır. Aksine yeni masraf kapılarının açılmasına vesile olurlar.

 Eğer bütün dünya birlikte davranarak, ortak bir faiz politikası ve rakamı uygulamazlarsa, bölgesel uygulamalardan sonuç alınmadığı net bir şekilde görüldü. Aksine iyi bir netice almayı beklerken tam tersi sonuçlara varıldığı anlaşıldı.

Eğer düşük faiz politikası, doğrudan üretime yansıyacak yerlere verilmek gibi diğer tedbirlerle desteklenmezse, uygulama dünya çapında da yapılsa, sonuç istenileni vermez. Yüksek faiz politikası, zaten ekonomik sıkıntıların tetikleyicisidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI   için yorumlar kapalı

İTİBARİ PARAYA GEÇİŞ SERÜVENİ

İTİBARİ PARAYA GEÇİŞ SERÜVENİ

 

Bu makalede, genel anlamda, ekonomik buhranlara çözüm arayan ve “İslâmi Finans” kitabını yazan Tarık El Rıfai’nin anlatımlarından anladığımı, bazen kendi yorumlarımla aktaracağım.

Bilindiği gibi, banknot denilen kâğıt para kullanımına geçilmeden önce ülkeler, altın, gümüş ve bakır sikkeler şeklinde metal paralar kullanıyordu. Bu nedenle, devletlerarasındaki ticarette para biriminde anlaşmak zor olmuyordu. Enflasyon dediğimiz olayın genel anlamda iki tetikleyicisi vardı. Biri, savaşlar idi. Savaşlarda getirisinden çok para harcanmışsa, hükümetler mecburen ayarı düşürülmüş sikkeler basıyordu. İkinci sebep, bir ülkede yeni altın, gümüş, bakır yataklarının bulunarak işletilmesi idi. Bu defa da dolaşımdaki para bollaştığından enflasyon artıyordu.

1600 lü yılların başlarında seksen yıl savaşlarının etkisiyle Hollanda’nın düşüşe geçmişti. Eş zamanlı olarak bir deniz ülkesi olan İngiltere yükselişe geçmeye başladı. Bu sebeple Avrupalı tüccarlar, altınlarını güvenilir yer olarak İngiltere kraliyet depolarına vermeye başladılar. Fakat iç savaş çatışmaları başlayınca İngiltere ekonomisi de sıkıntıya girmeye başladı. 1640 yılında Kral I. Charles, Avrupalı tüccarların emanet ettikleri altınlara el koydu. Bunları zaman içerisinde ödeyeceğini duyurdu.

Tüccarlar altınlarını yani paralarını emanet edecekleri emniyetli yeni yerler aradılar. Sarraflara teslim etmeye başladılar. Emanet ettikleri altınların karşılığında makbuz ve senetler aldılar. Emre muharrer olarak verilen bu senetler, günümüzdeki çek gibi, ciro edilerek, elden ele dolaşmaya başladı. Bu durum senetlerin dolaşımında bankalara ihtiyaç oluşturdu. Bu senetler bankalarda kâğıt para yerine geçmeye başladı. Bankalar çoğaldıkça, her banka her banka kendi bastırdığı kâğıt para yani banknot çıkardı. Piyasa her bankanın farklı olan banknotlarıyla doldu. Ancak bunlar altın veya gümüş karşılığında veriliyordu. Yani, banknotlar, temsili para anlamındaydı.

Bu uygulamadan faydalanan ilk ülke İngiltere oldu. 1694 yılında Merkez Bankası kurarak, banknot basma hakkını tekelleştirdi. ABD ise, 1913’e kadar binlerce bankanın farklı banknotu ile ticaretini sürdürdü. O yıl Federal Rezerv Sistemini kurarak, yetkiyi tek elde topladı. Hükümetler yetkiyi kendi ellerine topladıkça, banknotlar, altın veya gümüş karşılığı olmamaya başladı. Banknotlar, hükümetlerin itibarlarına göre şekillendi. Hükümetler, masraflarını karşılayabilmek için banknot bastıkça, bu paralar, temsili para olmaktan çıkarak, itibari para konumuna dönmeye başladı.

Aslında bu geçişin başlamasının önemli bir sebebi, Napolyon Savaşlarıdır. İngiltere dâhil bütün Avrupa’yı etkileyen bu savaşlar sırasında hükümetler, altın ve gümüş sıkıntısı çektiler. Bu sıkıntılar, banknot sistemine olan güveni sarsmaya başladı. Bunun üzerine ilk tedbir alan ülke, yine İngiltere oldu.

İngilizler, 1821 yılında pound ile altın arasında bir standart oluşturdular. Bir ons altına 4,24 pound değer biçtiler. Sistemi güvenli hale getirmek için atılan bu adım, ilk itibari değerlendirmeyi başlatmış oldular. İnsanlar, ellerindeki poundları getirdiklerinde, her 4,24 pound karşılığında İngiltere Merkez Bankasından bir ons altın alabilecekti. Kararın alındığı bu dönem 1815 Büyük Avrupa Barışının yapıldığı yıllardan sonra olduğundan, Avrupa, genel olarak zenginleşmeye başlamıştı. Bilhassa İngilizler, “denizde balina” haline gelmişler, karada ise rakipleri olacak “fil”, Napolyon sayesinde, kalmamıştı. Dolayısıyla İngilizlere güvenildi. İtibari sistem çalışmaya başladı. Bu güven, dünya ticaretini artırdı. Dünya ticareti hızla arttıkça, bu yeni sisteme katılan ülke sayısı da arttı. Sisteme giren ülke sayısı arttıkça, dünya ticareti daha hızlı arttı. Dünya küreselleşmeye başladı.

Taa ki, Almanlar, bu küreselleşmeye itiraz edene kadar. 1879 yılında Alman Şansölye Bismarck, ithalata gümrük vergileri koydu. Onları, Fransa ve ABD izledi. Fakat dünya ticaretinde ciddi bir daralma görülmedi. Muhtemelen gümrüklerdeki rüşvetleri artırdı. Ayrıca ülkeler arasında başlayan çok büyük sayıdaki göçmen geçişleri, ticaretin gerilemesini azalttı.

Ancak, I. Dünya Savaşı, bütün düzenin bozulmasına sebep oldu. Savaşlar, hükümetlerin altın ticaretine kısıtlama getirmesine sebep oldu. Ayrıca, yenilen ülkelerdeki yüksek enflasyonlar, itibari paranın değerinin düşmesine vesile oldu. ABD, ülkeleri altın standardına dönmeye ikna etmeye çalıştı. Ama yeterli sonuç alamadı. Aksine savaş sonrası durgun ortamda korumacı ticari politika uygulayan ülke sayısı arttı.

1929 ekonomik buhranı, korumacı politikaları tetikledi. 1930 da ABD, binlerce mala ithalat vergisi uygulama kararı aldı. Diğer ülkeler de buna karşılık verdiler. Bu durum dünya ticaretini çok olumsuz etkiledi. Böylece ekonomik buhran devam etmiş oldu. Buhranın etkisi ve korumacı tedbirler, milliyetçi anlayışları tetikledi. Bilhassa, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya ödettirilen savaş tazminatının çok yüksek olması, Almanların milliyetçilik duygularını ateşledi. (Aslında, tazminatlar için ABD bankalarından borç aldılar.  Sonra bu borçları, II. Dünya Savaşından sonra ödediler.)

1931 yılında Almanlar, altın standardını bıraktıklarını açıkladılar. Almanları İngiltere, Japonya, Kanada, Avusturya gibi ülkeler takip etti. 1934’te ABD, FED’deki altınları hazineye devraldı. Bu arada ABD dolarının altına karşılık olan değerini düşürdü. Ülkelerin borç alma ihtiyacı ve doların değerindeki düşüş, faizleri bütün dünyada artırdı. Almanların tazminatları ödemek için, ABD bankalarından yüksek faizle borç alması, Hitler’in elini güçlendirdi ve II. Dünya Savaşının çıkmasına sebep oldu.

Bütün dünya için büyük bir yıkıma sebep olan savaşın sonlarında 1944 yılında, Birleşmiş Milletlerin müstakbel delegeleri, ABD’deki Bretton Woods otelinde para ve finans konferansı için toplandı. Burada altın karşılığının ABD doları üzerinden olması kabul edildi. Bir ons altın, 35 dolar olarak belirlendi. Ülkelere sadece %1 değer değişikliği hakkı verildi.

Böylece bu antlaşmaya katılan ülkeler, dövizlerini ABD doları üzerinden sabitlediler. Dolayısıyla her ülkenin Merkez Bankaları, kendi paralarıyla döviz alıp satabilmeye başladılar. Bu uygulama sonucunda, dünyanın rezerv para birimi, altın yerine ABD doları oldu.

Ülkeler, altın rezervi bulundurmak yerine, dolar bulundurur oldular. Eğer bir ülke, altın almak isterse, teorik olarak, elindeki dolar ile FED’den altın alabilecekti. Tıpkı, 1821 de İngiltere Merkez Bankasının yaptığı gibi oldu. O dönemde de teorik olarak insanlar poundlarını götürüp Merkez Bankasından altın alabileceklerdi. Ancak Bretton Woods’ta yapılan anlaşmanın farkı, daha başlangıçta uluslararası nitelikte olmasıdır. Bu nedenle ABD dolarının bu konumuna, temsili para demek daha doğrudur.

Ancak iyi niyetli düşüncelerle paranın istikrarsızlığını azaltacak, altına bağlılığın zorluklarını yenecek ve dalgalanmaları azaltacak diyerek kurulan sistem, uzun süre dayanamadı. Hem ABD, hem de diğer ülkeler sıkıntı yaşamaya başladılar. Sistemin başarılı olması için, ABD’nin dolar açığı vermesi gerekiyordu. Açık verilmesi ise, ABD’nin ekonomi politikasını ters yönde etkiliyordu. Sonunda, altının değeri artmaya başladı. Ama bu artış, resmiyete yansıyamadı. Sarraflarda geçerli oldu. Sarraflara bir ons altın götüren 35 dolardan daha fazla almaya başladı.

1968 ABD-Vietnam Savaşı, temsili para anlayışının çökmesine sebep oldu. ABD, savaş masraflarını ve dünya üzerindeki diğer jandarmalık harcamalarını karşılayabilmek için, dolar basmaya başladı. Dünya piyasalarında dolar bollaştı. Bu durum üzerine vurguncular devreye girdiler.

1971 de ABD, doların altına dönüştürülebilirliğini askıya aldı. Doların değeri düşmeye devam etti. Gelişmiş on ülke, dolardaki düşüşü engellemek için bir ons altının değerini 38 dolar olarak kabul etti. Ama düşüş durmadı. 1973 de, AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ve Japonya, paralarını serbest dalgalanmaya bırakma kararı aldılar. Kısa süre içerisinde diğer sanayileşmiş ülkeler de aynı kararı aldılar.

Böylece kesin olarak itibari para sistemi başlamış oldu.

Bu sistem, tamamen hükümetlere güven üzerine yürümektedir. Hükümetlerin para üzerindeki yetkileri artmıştır. Hükümetler, hiçbir altın standardına bağlı kalmadan, para arzını istedikleri gibi daraltabilirler veya genişletebilirler.

Bu yeni anlayış, hemen her hükümetin işine gelmektedir. Bu sebeple değiştirmek istemezler. Çünkü acı reçetelere başvurarak halktan tepki almak yerine, para basarak halkı memnun edebilirler. Para basarak, istediklerine borç verebilirler ve böylece etkileri altına alabilirler.

Bu sistemin değişmesine sebep olabilecek tek şey, şimdilik, ekonomide sarsıcı boyutta oluşacak ve bütün dünyayı etkileyecek bir buhrandır. Ama günümüzdeki siyasetçi anlayışı devam ederse, dünya çapında oluşacak bir ekonomik buhranın sorumluluğunu kimse yüklenmeyebilir. Her ülkenin siyasetçisi, “bir bizde değil, bütün dünyada aynı durum var, bizim suçumuz yok, hattâ biz daha az hasarlıyız, dolayısıyla biz başarılıyız” diyebilir. Dolayısıyla 2008 ekonomik buhranından sonra tedbir alınmadığı gibi, yine gerekli önlemler alınmayabilir.

Umulur ki, bütün insanlık zarar görmeden ortak çözüm aranılır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İTİBARİ PARAYA GEÇİŞ SERÜVENİ için yorumlar kapalı