BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK

BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK

 

Tarik, yol demektir. Tarikatların amacı, üyelerine İslâm’a giden yolu göstermektir. İnsanları bu konuda irşat etmek maksadıyla kurulanları vardır. Fakat bilhassa günümüzde, tarikatların çoğu, bir kişinin veya bir gurubun kalesi olmuş. Kendilerine küçük çaplı kaleler kuran yöneticiler, kaleye istediklerini almakta, istemediklerini almamaktalar.

Yaptıkları bu uygulamanın Kur’an anlayışı ile hiçbir bağlantısı yok. “Ne olursan ol, yine gel” diyen Hz. Mevlana’nın düşüncesine ters. Fakat tarikat yöneticilerinin çoğu, bu kadarla da kalmıyorlar. Kendileri haricindeki herkesi dışlıyorlar. Müslüman dininde olmayan her insanı, Allah’a şirk koşan anlamında müşrik olarak niteleyip, onları putperest gibi görüyorlar.

Çoğu tarikat yöneticisi, bu yaftalama ile de yetinmiyorlar, kendi tarikatlarının mensubu olmayan her insanı kâfir olarak suçluyorlar. Bu suçlamayı da maalesef, Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi âlemlere rahmet için gönderilen bir peygamberi alet ederek yapıyorlar. Böylesine insancıl bir peygamber, onlara göre güya şöyle söylemiş: “Benden sonra ümmetim 73 fırkaya (bazılarına göre 72 guruba) ayrılacak. Bunların sadece biri cennetlik olacak, diğerleri cehennemlik olacak.”

Bu uydurma ve Hz. Muhammed gibi bir peygambere iftiranın da öteside olan hadisi, her tarikat yöneticisi kendi mensuplarının yüzüne söylüyor. Tabii, tarikatın şeyhi böyle söyleyince, onun tarikatının üyelerinin cennetlik, diğerlerinin cehennemlik oldukları hemen anlaşılıyor. Bu anlayıştaki her tarikatın üyesine, diğer tarikatlara ve onların mensuplarına kâfir gözüyle bakmaktan başka yol kalmıyor.

Dolayısıyla kendileri dışındakilerin hepsini, cehennemlik olarak suçluyorlar. Her bir tarikata göre, Müslüman olmayanlar zaten kâfir olduğundan, kendi tarikatları mensubu olanların dışındaki bütün insanlık kâfir olmuş oluyor. Böylece tek kurtuluş yolu olarak, onların tarikatına girmek kalıyor. Onların dediklerini doğru zanneden bir şahıs, bu tarikatın şeyhine intisap etmek istese bile, kabul edilmeyebiliyor. Tarikat yöneticilerinin onayı olmadan alınmıyor. Alınanların bile, mutlaka cennete gidecek diye bir garantileri yok. Tarikat içerisinde “emir erliği” ölçüsüne göre kademelendirmeler var.

Gelelim Hıristiyanlıktaki anlayışa. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonraki ilk dönemlerde, Hıristiyanlar (Nasranîler), Yahudiler ile iyi bağlantı içerisinde idiler. Hattâ kendilerini Yahudiliğin devamı olarak görenler çoğunlukta idi. Nitekim İncillerin adı, Yeni Ahit idi. Tevrat ise, Eski Ahit olarak değerlendirilmeye başlandı. Bu fikri savunanlara göre, Hz. İsa, bir Yahudi idi. Onlara peygamber olarak gönderilmişti. Ama bilhassa Romalıların M.S. 70 yılında Yahudileri dağıtması, Süleyman mabedini yıkması hadisesi bazı bakışları değiştirdi. Hz. İsa’yı Romalı vali Pontus Pilatus’a Yahudilerin teslim ettikleri inancı yayıldı. İşte onların işledikleri bu büyük günahtan dolayı, Tanrı onları Romalılar eliyle cezalandırmıştı. Böyle düşünenlere rağmen, Hıristiyanlar da Yahudilerin Şabat gününü kutlamaya devam ettiler. Hıristiyan Paskalya bayramı ve Yahudi Fısıh bayramı aynı günlerde kutlanıyordu.

Fakat Hıristiyanlık Batıya doğru ilerledikçe yorumlar değişmeye başladı. Kilisenin kuruluşundan sonra çeşitli Kilise yetkilileri değişik fikirler serdetmeye başladı. Bunların içerisinden en etkili olanı Aziz Kipriyanus (ö.258) oldu. Kipriyanus, 1Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışını geliştirdi. Bundan sonra anlayışlardaki değişim hızlandı. İznik Konsili’nde (325), Şabat günü yerine, Pazar günü kutsal kabul edildi. Paskalya bayramının tarihi değiştirildi. Yahudiler tamamen dışlandı.

Hıristiyanlık, Romanın resmi dini olduktan sonra Vatikan’daki Papalar, Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve onun da bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kilise’ye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”

Yukarıdaki satırlar ile günümüzdeki bazı İslâm tarikatlarının anlatımları nasıl da birbirine benziyor. Yayınlanan kararnamedeki Katolik Kilisesi yerine, falan tarikat kelimesini koyarak okursak, tıpatıp aynı olduklarını göreceğiz.

İşin ilginç tarafı, Katolik Kilisesi uzun yıllar sonra da olsa hatasının bir kısmını anladı. 1962-65 yıllarında toplanan II: Vatikan Konsili’nin aldığı kararlar, diyalog yönündedir. (Bunlar, hayat diyaloğu, birlikte yaşama diyaloğu, teolojik diyalog, dini tecrübe diyaloğudur.) Hem diğer Hıristiyan mezhepler, hem de diğer dinler ve bilhassa Müslümanlık ile iyi ilişkiler kurulması tartışılmıştır. Böylece tek kurtuluş yolunun Katolik Kilisesi olmadığı kabul edilmiştir. Başak anlayışların ve dinlerin de insanları kurtuluşa götüreceği düşünülmüştür.

Katolik Kilisesi hatalarından kurtulmaya uğraşırken, bazı İslâm tarikatlarının, tek kurtuluş yolunun kendileri olduğu hususunda ısrar etmelerini nasıl yorumlamak gerekir?

Cemaat, Dini kategorisine gönderildi | BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK için yorumlar kapalı

DİNDE TEBLİĞ VE MİSYONERLİK ANLAYIŞI

DİNDE TEBLİĞ VE MİSYONERLİK ANLAYIŞI

 

Tebliğde amaç, kendisini kurtaran dini anlayışla ilgili bildiklerini başka insanların da daha huzurlu olmaları için onlara anlatmaktır. Fakat tebliğ sadece “anlatma” değildir. Anlatan kişi, anlattıklarını kendi yaşamıyorsa, yapacağı tebliğin hiçbir faydası olmaz. Nitekim peygamberler anlattıkları hayatı kendileri yaşamasalardı, tebliğlerinin bir anlamı kalır mıydı?

Tebliğ, sadece anlatmaktır. Kendisine yeni fikirler tebliğ edilen kişinin, öğrendiklerine paralel olarak değişmesi veya gelişmesi, o şahsın kendi bileceği iştir. Kabul ettirmek için zora başvurmak yanlıştır.

Eski Türk Dini anlayışında başkalarına tebliğ inancı yoktur. Günümüzdeki kabile dinlerinde de tebliğ anlayışı yoktur. Budizm ve Hinduizm de tebliğ anlayışı vardır.

Semavi dinlerden olan Yahudilikte tebliğ, sadece soy olarak kendi halkından olanlara tebliğ ile yükümlü olduklarını düşünmektedirler. Çünkü kendilerini          kutsal halk olarak görmektedirler. Onların anlatımlarına göre bu husus Hz. Âdem’e kadar dayanmaktadır. Eğer Hz. Âdem günah işlemeseydi, bütün insanlar İsrail (Yahudi) olacaktı. Âdem’in günahı yüzünden, insanlığın çok büyük bir kısmı, Yahudi olma            onurunu kaybetti. Dolayısıyla Yahudi olma onuru sadece küçük bir gurupla sınırlı kaldı.            Onlara göre, zaten Tanrı isteseydi, diğer insanları da Yahudi yapardı, Tanrının uğraşmadığı bir iş için onların uğraşmaları mantıksız idi.

Reformist Yahudilerin de bu konudaki bakış açıları benzer anlayıştadır. Reformist Yahudiliğin öncülerinden Moses Mendelssohn’a göre Tevrat (Torat) sadece Yahudi halkının Tevrat’ıdır. Yahudi olmayan diğer halklar, kendi dinleri veya gelenekleri ile kurtuluşa erebilirler. Yani kurtuluş, bir dinle sınırlı değildir. Bu sebeple, Yahudiliğin dışarıdan insanları kendi dinlerine kazanmaya çalışmalarına gerek yoktur.

Diğer büyük dinler olan Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budizm ve hattâ Hinduizmde tebliğ vardır. Hıristiyanlıktaki tebliğ anlayışı, sonradan değişmiş ve günümüzdeki misyonerlik anlayışına dönüşmüştür. Bu anlayışın dayanağı Matta İncilidir. Matta 28inci bölüm 19-20 de şöyle denilmektedir: “İmdi gidin bütün milletleri Hıristiyan (Nasrani) yapın. Onları Baba (Tanrı), Oğul (İsa) ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz edin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin.”

Aslında bu cümleler, tebliğ ruhuyla da yorumlanabilir. Nitekim bir süre böyle yorumlanmıştır. Ancak sonradan yorumlar değişmiştir. Başka insanları kendi inançları olan Hıristiyanlığa kazanmak için her yol mubah görülmüş ve böylece misyonerlik anlayışına geçilmiştir. Misyonerler, tebliğin yanında, sahip oldukları dini düşünceyi, anlayışı ve ideolojiyi de, kendilerini görevli saydıkları inanç ve kurumlar uğrunda benimsetme misyonuna sahip insanlar haline gelmişlerdir.

Müslümanlıkta ise tebliğ ile birlikte irşat anlayışı vardır. İrşat, zaten Müslüman olanların bilgilerini ve görgülerini artırmak amacıyla yapılır. Bakara Suresi 119: “Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin.”

Bu görev anlayışı sadece peygambere yönelik değildir. Nitekim Ali İmran Suresi 104üncü ayette, sonradan gelecek nesillere de hitap edilmektedir: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.”

Ayette net olarak açıklanmasına rağmen cihat anlayışını kendilerine göre algılayanlar, zaman zaman tebliğin ötesine geçmişler ve insanları Müslüman olmaya zorlamışlardır.

Budizm’in kurucusu Buda, öğrencilerine, öğrendikleri hakikati başkalarına öğretmelerini tavsiye etmiştir. Benzer anlayışın Manicilik’te de olduğunu, Hindistan’a ve Çin’e bu amaçla düzenledikleri seyahatlerden anlıyoruz. Hinduizm’in ilk dönemleri hakkında net bir bilgi olmamasına karşın, modern yorumlarda dini öğretilerin bütün insanlara ilan edilmesine önem verildiği görülmektedir.

Bilindiği gibi Marksizm, dini afyon olarak nitelemiştir. Ama kendisini takip eden önderler, kendi ideolojilerini bir din gibi algılamışlar ve bütün insanlara tebliğ etme gereğini duymuşlardır. Sadece tebliği yeterli görmeyerek insanları zorlamışlardır.

Günümüzdeki küreselleşmiş dünyamızda, tebliğ dışında bir davranışa yer yoktur. Tebliğdeki başarı, örneklikle sağlanabilir. Çünkü hem Yüce Yaradan, hem de Buda, bizden sadece tebliğ etmemizi istemektedir.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | DİNDE TEBLİĞ VE MİSYONERLİK ANLAYIŞI için yorumlar kapalı

KÜRESELLEŞTİKÇE, DİNLERİN BİRBİRLERİNE BAKIŞLARI YUMUŞUYOR

KÜRESELLEŞTİKÇE, DİNLERİN BİRBİRLERİNE BAKIŞLARI YUMUŞUYOR

 

Tarih boyunca, dünyadaki insanların hemen hepsi, dini inanışlarına sonradan değil, doğuştan sahip olmuşlardır. Bir insan, kendi özgür iradesiyle seçmediği bir dinin diğerlerinden üstün olduğunu, ancak diğer dinlerin mensuplarını tanımadan ve kendi gibi düşünenlerin arasında yaşarken savunabilir.

İşte bu sebeple, küreselleşmenin başlamasından önceki dönemlerde, her dinin mensupları diğerlerini dışlamışlar, en doğru dinin kendi inanışları olduğunu iddia etmişlerdir. Bir başka dinin mensubunu “öteki” olarak nitelemişlerdir. Aslında dinlerin başlangıcında, ötekileştirme görülmez. Fakat sonradan, günümüzün taraftarı en çok olan dinlerinin hepsinde, bu dışlama oluşmuştur.

Aslında günümüzde de, dini inanışların %99’u doğuştan geliyor. Bu sebeple “öteki” şeklindeki nitelemeler halen çoğunlukta. Fakat küreselleşmenin sonuçlarından dolayı, giderek çok sayıdaki insan diğer dinlerin mensuplarını dışlamıyor. Çünkü ülkeler arası seyahatler giderek artıyor. Değişik fikirlerdeki kitapların ve farklı araştırmacıların yazdıkları diğer dillere çevriliyor. Dinlerin kutsal kitaplarının, günümüze ulaşabildiği şekliyle, kaynaklarına ulaşım arttı. Bu kaynaklar da, diğer dillere çevriliyor. Günümüzde daha fakir olan Doğudan, daha zengin olan Batıya çalışmak ve öğrenmek için göç edenlerin sayıları hızla artıyor. Gazete ve televizyonların yayınlarına, internet ortamındaki bilgiler eklendi. Dolayısıyla herhangi bir ülkedeki internet kullanan bir insan istediği anda farklı bilgilere ulaşabiliyor.

Böylece geçmiş yüz yıllardaki gibi kapalı bir kutu şeklinde yaşayan her insanın ötekileştirdiği inançlar ve yaşam tarzları ile günümüz insanı, iç içe yaşıyor. Atalarının ötekileştirdiği insanların yaşamları ve inançları hakkındaki bilgiye görsel olarak hemen ulaşabiliyor ve internet üzerinden irtibat kurabiliyor. Bunun sonucunda atalarının, başka dünyalardan gelmişler gibi değerlendirdikleri ”ötekilerin”, kendisi gibi bir insan olduklarını yaşayarak görüyor. Hattâ bazen kendi inancındaki insanların çoğuna göre daha dost canlısı ve yardımsever olduğunu, bizzat müşahede ediyor. Diğer dinin mensuplarıyla okulda, iş yerinde, vakıfta, sokakta birlikte olduğundan, teologların anlattıklarını değil, kendi gözlemlerini dikkate alıyor.

Bu nedenle teologların artık çok daha dikkatli olmaları gerekiyor. “Öteki” diye bir şey olmadığını, farklı yaratıcıların olmasının mantıken mümkün olmadığını, dolayısıyla her insanın aynı Yaratıcının bir kulu olduğunu anlatmalıdırlar. Bazı insanlar, yaşantıların bir döneminde ateist veya natüralist düşünceye sahip olsalar bile, onların içerisinde, din adamlarına kızgınlıkla hareket edenlerin dışındaki sorgulayanlar da, aynı sonuca varmaktadırlar. Bu konudaki düşüncelerimizi “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı yazımızda, eski bir ateist olan Antony Flwe’un “Yanılmışım Tanrı Varmış” adlı eserinden örnekler vererek belirtmiştik.

Teologların önemi, diğer mesleklerdeki insanlara göre çok fazla olduğundan, bunların yetiştirilme yöntemleri de çok mühimdir. Din adamlarını yetiştiren her kademedeki kurumlarda öğrencilere, diğer dinlerin ilk kaynaklarına dayanılarak bilgiler verilmelidir. Bu bilgilere sahip oldukları halde, diğer dinleri yanlış duyumlara dayanarak kötüleyen, aşağılayan ve onları düşman gibi gösteren insanlar, fikir hürriyeti kapsamından çıkarılarak yargılanmalıdırlar. Böyle insanlar, toplumdaki etkilerine göre, gerekirse, Uluslararası Mahkemelerde bile yargılanabilmelidir.

Dini inanışlardaki farklılıklar, Yüce Yaradan’ın isteği doğrultusunda vardır. Bilindiği gibi, Kur’an dışındaki bütün kutsal kitapların ilk halleri değişmiştir. Kur’an’da Yüce Yaradan bu hususta şu ifadeyi kullanmaktadır: “Biz isteseydik, hepinizi tek bir ümmet yapardık”.

Düşünün, bütün insanlık tek bir ümmet olsaydı, “Engizisyon Mahkemelerinin” baskıları biter miydi? Bu baskılar sonucunda, insanlar ayrı fırkalara ayrılmazlar mıydı? Demek ki, farklı ümmetler halinde olmamızda, bizim tam olarak idrak edemeyeceğimiz hikmetler var. Ancak Kur’an’daki bu ifade, var olan bütün dinlerin ve inanışların hepsinin doğru olduğunu göstermez. Ama farklılıkları teyit eder. Yüce Yaradan’ın rahmetinin genişliğini anlatır.

Dünyadaki küreselleşme, aslında, en çok teologların dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, teoloğun söylediklerinin kendi taraftarlarınca kabul görmesi, anlattıklarının hayat şartlarına ve fertlerin gözlemlerine aykırı olması durumunda, mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla teoloğun etkisi giderek azalacak ve sonunda anlatmaya çalıştığı dini inanca zarar verecektir. Dünya küreselleştikçe onun anlattığı dini inançtan kaçışlar artacaktır. Avrupa tarihinde bu durumun çok fazla örnekleri vardır. Aydınlanma çağındaki ateistler, Kilisenin mantıksız anlatımları sonrasında nema bulmuştur.

Din adamlarının küresel mutluluk konusundaki sorumlulukları diğerlerine göre daha fazladır. Benzer şekilde, ekolojik mutluluk üzerindeki yükümlülükleri de daha fazladır. Eğer bu sorumlulukları çok bulan olursa, din adamlığı unvanını bırakmaları daha uygundur. Din adamları sorumluluklarını yerine getirebilmek için, diğer dinlerin din adamlarıyla daha çok diyalog içerisinde olmalıdırlar. Onlarla, mümkün olduğunca ortak hareket etmelidirler.

Daha önceki yazılarımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları birbirleriyle savaştırmak için farklı dinler göndermeyeceğini, Hz. Âdem’den itibaren bütün vahiylerin ve mesajların aynı olduğunu, bunun da Allah’a teslim olunarak (diğer bir anlamıyla, İslâm olunarak) huzuru bulmak olduğunu vurgulamıştık. Budizm ve Hinduizm’den de örnekler vererek, onların da temelinde Tanrıya itaat olduğunu belirtmiştik. Zaten kabul edileceği gibi, Allah hiç peygamber göndermese bile, insanlara verdiği akıl, vicdan ve irade sayesinde kişiler, hem tek olan Yaratıcıyı bulacak, hem de iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı belirleyebilecek kabiliyettedir.

Bütün insanların Kendisini bilmesini ve Kendisine kulluk etmesini arzu eden Yüce Yaradan’ın, Kendisini merhametli olarak ilan ederken, diğer taraftan Kendisini sadece belli bir toplumla ve belli bir zamanla sınırlaması düşünülemez.

Bu durum dünya küreselleştikçe daha açık olarak anlaşılmaktadır. Küreselleşmiş bir ortamda hiçbir dinin mensubu, karşılaştığı diğer inanıştaki bir insana, kendi inancını savunamaz. Çünkü bütün dinlerin tarihlerinde hem iyi hem de kötü olarak nitelenebilecek gelişmeler ve özellikler vardır. Dolayısıyla geçmiş olaylar açısından, kimse tamamen haklı değil.

En eski öğretilerden Hinduizm, kast sistemini günümüzde kimseye anlatamaz. Yahudiler, Tanrı’nın sadece kendilerine ait olduğunu izah edemezler. Müslümanlar, Budistler, Hindular, fakirliklerinin sosyal sebeplerini açıklayamazlar. Avrupalılar, sınıf ayrımcılığı konusunda kimseyi ikna edemezler. Hıristiyanlar, hem tanrı inançlarındaki teslisi, hem de yeni keşfettikleri toprakların yer altı ve yer üstü varlıklarını sömürmelerini, dinin hiçbir yerine koyamazlar. Müslümanlar, günümüzde içine düştükleri yalan, sahtekârlık gibi duyguların bataklığını dinleri ile bağdaştırıp anlatamazlar. Budistler, insanların bireysel haklarını hiçe sayacak kadar ihmal etmelerini açıklayamazlar. Bütün dinler ve inanışlar, kendi evliyalarından medet ummalarını, onları koruyucu olarak görmelerini, hayatla bağlantılı maddi isteklerini onlardan talep etmelerini anlatamazlar.

Bilhassa, günümüzde, insanlığın içine düştüğü uyuşturucu ve aile parçalanması bataklığını, kimse kimseye yükleyemez. Bekli ilk önce Batıda başlayan bunlar, din ayrımı yapmadan, bütün dünyaya yayılma eğilimindedir.

Sonuç olarak, farklı dinlerin mensuplarının, birbirlerine, tarihteki geçmiş olayları ve kendi hayatlarını örnek vererek üstünlük sağlamaları mümkün değildir. Hattâ bir insanın, ayna karşısında kendi gözlerinin içerisine bakarak ve yaşadığı hayatı kendi kendine anlatarak, inancı konusunda kendisini bile ikna etmesi çok çok zordur.

Dolayısıyla “öteki” kavramı, artık bitmelidir. Çünkü “öteki”, aslında, kendi içimizdedir.

Cemaat, Sosyal kategorisine gönderildi | KÜRESELLEŞTİKÇE, DİNLERİN BİRBİRLERİNE BAKIŞLARI YUMUŞUYOR için yorumlar kapalı

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE

 

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE

 

1492 de resmen başlayan keşifler sonucu Avrupalılar, hızla kalkındılar. Çünkü kendilerinde barut varken, yeni ulaştıkları toprakların yerlilerinde barut yoktu. Hattâ kılıç bile yoktu. Büyük çoğunluğunda ok dâhi yoktu. Dolayısıyla, Batı Avrupa topraklarının 20 katı civarında olan bâkir toprakların, yer altı ve yer üstü zenginliklerini ülkelerine götürmeleri çok kolay oldu. Keşiflere kadar bir tek Osmanlı Türkleri ile bile baş edemeyen Avrupa, bütün dünyada etkili konuma geldi. Çok zenginledi. Bunun sonucu olarak Batı anlayışı, dünyanın genelinde kabul gördü. 19uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulaşılması gereken hedef olarak algılanmaya başlandı.

Ancak arka arkaya gelen iki dünya savaşı, bu algıyı sarstı. Çünkü savaşı, Batılıların hırsları çıkarmıştı. Sadece kendi aralarında savaşmakla kalmayarak, başka halkları da harbin içerisine çekmişlerdi. Her iki harbin sonucu, o güne kadar görülmeyen bir yıkım olmuştu. Dolayısıyla dünyanın geneline mutsuzluk hâkim olmuştu. Bu sonuçlar, o güne kadar Batı Medeniyetinin, insanlığın ulaştığı en gelişmiş hayat şekli ve anlayışı olduğuna olan inancı geriletti. “Demek ki her şey, görüntüde imiş” algısı oluştuğundan, yeni arayışlara gidildi.

Dünyanın tahrip olduğu ve mutsuzluğun etkin olduğu o dönemde bazı kesimler, çareyi komünizmde aradılar. Fakat başarılı olamadılar. Çünkü iki sistemin de temeli, aynı idi. İkisi de, üretim gücünü sınırsız artırmayı hedefliyordu. Kapitalizm, bunun piyasa mekanizmaları ile gerçekleşeceğini iddia ederken, sosyalizm, bunun işçi sınıfının yönetimi sayesinde başarılacağını savunuyordu.

Sovyetler Birliği yani SSCB sistemi çöküp dağılınca, insanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Çünkü kapitalizmin ayakta kalabilmek için, kendisine bir düşman bulması gerekiyordu ve komünizmi kolay yenilecek bir düşman olarak görmüştü. Komünizm anlayışı çökünce, kapitalizmin ayakta kalması için kendisine yeni bir düşman oluşturması ihtiyacı belirdi. Batı Medeniyetinin düşünürleri, bu düşmanı oluşturmakta gecikmediler.

Kendilerine alternatif olabilecek anlayışlardan İslâmiyet’i rakip olarak seçtiler. Çünkü İslâm, Avrupa’nın karanlık bir çağında ortaya çıkmış ve güzel eserler vermişti. Önce bedevi olarak nitelenen Araplar, sonrasında Müslüman olan Türkler insanlığa çok faydalı olan medeniyet anlayışları ve eserleri oluşturmuşlardı. Nitekim fikren ve maddeten çok güçlenen Türklere karşı, birlikte hareket etmelerine rağmen Avrupalılar, başarısız olmuşlardı.

Düşman olarak İslâm’ın seçilmesi ile birlikte, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin hedef yapıldı. Sonrasında gelişen olaylar sayesinde, İslâmiyet’in Batı Medeniyetini çökertmek isteyen anlayışta olduğu inancı yaygınlaştı. Müslümanlık, terörizm ile bağdaştırılmaya başlandı.

Fakat bu durumun bazı sakıncalarının olduğu anlaşıldı. Müslümanlar olmadan terörizm ile başetmenin mümkün olmadığı kanaatine varıldı. Bu sebeple Medeniyetler İttifakı kavramı ortaya atıldı. Bu anlayış ilk önce Yahudi ve Hıristiyanlık arasındaki düşmanlığı gidermek için dile getirildi. 1962-65 yıllarında toplanan II: Vatikan Konsili, Yahudiler ile Hıristiyanlar arasındaki gerginlikleri yumuşatacak bir dizi kararlar aldı. Ancak bu çalışmaların aslı yine Medeniyetler Çatışmasını körükleyecek nitelikte oldu.

Bu defa, Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerinin oluşturdukları medeniyetin, Antik Helen kültürünün üzerine oturduğunu iddia ettiler. Onlara göre İslâm Medeniyeti anlayışı Antik Helen’den, hukuk ve devlet yönetimi ise Roma ve Bizans’tan etkilenmişti. Fakat tek başına bir medeniyet kabul edilemezdi. Dolayısıyla kurulan Yahudi-Hıristiyan ittifakı, İslâm Medeniyetine karşı bir birlikteliği simgeliyordu. Yani temelde, Medeniyetler Çatışması anlayışı vardı.

Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki bu birliktelik, onları kibirli davranmaya sevk etti. Kibirli davranmalarını destekleyen şey, 1960lardan itibaren, Batıda görülen ilim ve teknik konusundaki inanılmaz gelişmelerdi. Bu kibri, Bernard Lewis’in 1990 yılındaki şu sözlerinde görebiliriz: “Şimdi açıkça görülmektedir ki, biz olayların, politikaların ve onları takip etmekle mükellef olan hükümetlerin çerçevesini çok aşan bir ruh hali ve bir hareketle karşı karşıyayız. Bu düpedüz bir medeniyetler çatışmasıdır. Yani kadim bir rakibin, bizim Yahudi-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya ölçeğinde yayılmasına gösterdiği belki akıl dışı fakat kesinlikle tarihi nitelikte olan bir tepkiyle karşı karşıyayız.”

Bernard Lewis, Samuel Huntington gibi yazarlar, Yahudi-Hıristiyan birlikteliğinin karşıtlığına İslâm’ı koyuyorlardı. Nitekim bu anlayış, giderek Batıda İslâmofobi denilen İslâm korkusu şekline dönüşmeye başladı. Ancak bu düşünürlerin yanıldıkları ve karşı karşıya oldukları tepkinin sadece İslâm kesiminden gelmediği, basit bir olay sonucu anlaşıldı.

Türkiye’nin bir futbol takımı olan Galatasaray 2000 yılında UEFA Kupasını kazandı. Eğer, Batı Medeniyetinin karşısına İslâm’ı koyan düşünürler haklı olsalar idi, bu başarıya sadece Türkler ve kısmen Müslümanların sevinmeleri gerekiyordu. Fakat öyle olmadı. Güney Koreli bir gençten, turistlere ufak tefek şeyler satarak geçimini sağlayan Nepalli bir nineden, Çinli bir futbolseverden, Afrika’daki kimi Hıristiyan olan gençlere kadar çok geniş kesimler sevindiler. Bu sevinenlerin ortak yönleri, Yahudi-Hıristiyan birlikteliğinin kibri karşısında ezilmeleriydi. Bu egemen ve kibirli gurubun dışındaki bir takımın, onların hepsini yenerek kupayı alması, sanki hepsinin intikamını almış gibi bir his oluşturmuş olabilir.

Demek ki, asıl olan çatışma veya kısmi ittifak değil. Bir gurubun, diğerlerine karşı kibirle davranarak, tahakküm etmeye çalışması değil. Eğer böyle düşünürsek, kendi yaptığımız kültür ve medeniyet tanımlarıyla çelişiriz. Bilindiği gibi, kültür ve medeniyet kavramlarıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar vardır. Nitekim biz de, bu konulardaki düşüncelerimizi bu sitedeki “Kültür ve Medeniyet” yazılarımızda belirttik.  Ancak bu iki kavramla ilgili olarak, ortak bir görüş vardır. Bu ortak anlayışa göre, kültür millidir, medeniyet ise milletlerarasıdır.

Dolayısıyla milletlerarası olan bir konuda kısmi ittifaklar oluşturmak, çatışmaların ancak şiddetini artırır. Her ittifak, “bizim sahtekârımız, onların iyisinden daha iyidir” gibi anlayışları bünyesinde barındırır. Bu sahtekârlar, hep kendi ittifakları dışındakileri aldatmazlar, kendileriyle birlikte olanları da aldatırlar. Böyle anlayışlar da, insanlığın temeline konulan dinamit görevi görür.

Bu hususta yapılabilecekler ile ilgili fikirlerimizi, “Küresel Uygarlık” hakkında yazdığımız bir dizi yazıda ifade ettiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

Amaç, farklılıkları hoşgörü ile karşılarken, hak ve adaletten taviz vermeden, insanlığın hem genel huzuru ve mutluluğu için, hem de güzel geleceği için gayret göstermektir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

GELECEĞİN EĞİTİM ANLAYIŞI ÜZERİNE

GELECEĞİN EĞİTİM ANLAYIŞI ÜZERİNE

 

Eğitim konusundaki düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız çeşitli yazılarımızda paylaştık. Bu makalemizde, konuya biraz daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Günümüzde gerek aileler ve gerekse eğitim kurumlarının çoğu, çocuklarını yetiştirirken konuya ticari bir işlem yapıyorlarmış gibi bakıyorlar. Ailelerin bir kısmı, çocuklarının büyüdüklerinde kendilerini suçlamasından korkuyorlar. Bu nedenle onlara eğitim aldırırken, maddi güçlerinin üzerinde harcama yapmaya çabalıyorlar. Onların bu çabalarına rağmen çocukların çoğu, ailelerinin istediği ticari başarıyı sağlayamıyorlar.

Ailelerin amacı, çocuklarının bir diploma sahibi olması ve bu sayede iş bulabilmesidir. Ancak okumaya zorlanan çocukların çoğu, ya bir diploma sahibi olamıyorlar ya da aldıkları diploma onların iş bulmalarına yetmiyor. Çünkü o güne kadar aldıkları eğitim, onlara faydalı olacak durumda değil. Bazı aileler çocuklarını okutmak için harcadıkları paraları biriktirip, çocuk büyüyünce onlara sermaye olarak verseler, belki evlatlarına daha faydalı olacaklar.

Ailelerin bu duruma düşmelerinin önemli bir sebebi, çocuklarını daha çok para kazanacakları bir eğitim almaya zorlamalarıdır. Aldığı eğitimden amacı para kazanmak olan çocuk, okullarını bitirme hususunda önü tıkanınca veya okulunu bitirince, hayat mektebine sudan çıkmış balık gibi bir giriş yapıyor.

Çocuğun bu duruma düşmesinin bir nedeni, aldığı bilgilerin gerçek hayattaki alanlarda işe yaramamasıdır. Bir diğer sebebi ise, onu hayat mücadelesi için yetiştirirken, hayat hakkındaki bilgimizin hatalı olmasıdır. Çocuğu yetiştiren bizler, eğitmenler ve aileler olarak, hayatı, mutfak ile tuvalet arasında geçen bir ömür şeklinde algılıyoruz.

Zeki çocuklara sahip olan ve hayata ticari açıdan bakan aileler, diğerlerine göre biraz daha şanslılar. Onların çocukları eğitimlerini başarıyla tamamlıyorlar. İyi paralar kazandıracak meslekler ediniyorlar. Fakat maalesef böyle kapasiteli çocukların çoğu, başkalarını sömüren bir canavara dönüşme istidadındalar.

Diğer taraftan, bazı uzmanlar, gerek eğitim kurumları aracılığıyla gerekse basın vasıtasıyla ailelere yol göstermektedirler. “Geleceğin meslekleri şunlar olacak” diyerek çocukları ve aileleri yönlendirmektedirler. Eğitime ticari açıdan bakılınca, bu yol göstermeler aileler için faydalı imiş gibi görünüyor. Gerçekten de, üretim sistemlerindeki değişiklikler ve teknolojideki gelişmeler mesleklerin geleceği üzerinde çok etkili olmaktadır.

Günümüzde geçerli olan bir meslek dalı, gelecekte değersizleşebilmektedir. Veya bugün için var olmayan yeni bir meslek dalı ihtiyacı ortaya çıkabilmektedir. Nitekim son yüz yıl içerisinde böyle durumlar bütün dünyada yaşandı. Fakat bizim dikkat etmediğimiz bir husus var. Teknoloji hızla değiştiği için, bazı meslekler kısa süre sonra gözden düşebiliyor. Böyle bir gözden düşme durumunda, çocuğumuzun durumu çok daha zor olacaktır. Belli bir yaşa ulaştığı için, yeni bir meslek edinme ihtimali de zayıflayacağından, muhtemelen, sudan çıkmış balık gibi olacaktır.

Eğitim hususunda Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Atatürk’ün gençlere tavsiye niteliğindeki konuşması, bizlere yol gösterici niteliktedir. “Gençler, siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.”

Atatürk’ün sözlerindeki terimlerin anlamlarını tek tek düşündüğümüzde, günümüzdeki yanlışımızı daha iyi kavrayabiliriz. Terbiye ile eğitim arasındaki farka, irfan ile ilim arasındaki farka dikkat kesilirsek, fikir hürriyetinin önemini kavrarsak, gelecekle ilgili yapılması gerekenleri daha iyi anlarız. Bu hasletlerle yetişen gençte Vatan ve insanlık sevgisinin oluşması daha net olur. Bu gençler sonunda, medeniyetin gerçek temsilcisi olurlar.

Bizler, zeki çocuklarımızı para hırsıyla yetiştirmeyi bırakarak, onları, vatanın ve insanlığın sorunlarının çözümüne odaklarsak, işte o zaman, hem çocuklarımız huzur bulurlar, hem de insanlık huzura kavuşur. Çocuklarımıza; helâl rızkın, ailenin, dostların, sanatın, hayırseverliğin, gönül almanın önemini kavratabilirsek, onları ve insanlığı mutlu ederiz.

Çocuklarımızı yetiştirirken, uygulayabileceğimiz bir başka yöntem daha var. Onlara ne öğretmemiz gerektiğini bulabilmek için, belli bir yaşa gelmiş insanlara, en çok pişman oldukları şeyleri sormamız kâfidir. Eğer, bilhassa parasal açıdan belli bir güce ulaşmış yaşlıların pişmanlıklarını iyi tahlil edebilirsek, çocuklarımızı, aynı pişmanlığı yaşamamaları için farklı eğitebiliriz. Birçok açıdan pişmanlık yaşayan bizler, böyle bir değişimi başarmak zorundayız.

Gençlik kategorisine gönderildi | GELECEĞİN EĞİTİM ANLAYIŞI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BÜTÜN DOSTLARIN VE İNSANLIĞIN BAYRAMINI KUTLARIM

Allah’ım bayram günleri vesilesiyle, bizlere hırslarımızı yenmenin yollarını öğret

Bize birbirimizi sevmemiz için yol göster.

Dostluğu öğret bize.

Allah’ım; ailemize, çevremize, milletimize ve insanlığa hizmet etmenin hazzına eriştir bizi.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

KIZILDERİLİLERİ YOK EDEN ANLAYIŞ ŞİMDİ İNSANLIĞI YOK ETME YOLUNDA

KIZILDERİLİLERİ YOK EDEN ANLAYIŞ ŞİMDİ İNSANLIĞI YOK ETME YOLUNDA

 

Binlerce mil uzaktan gelen Beyaz Adam’ın hayata bakışındaki farklılıktan dolayı, Kızılderililer, atalarından devraldıkları hayatlarını, imkânlarını ve topraklarını torunlarına devredememişlerdi.

Beyaz Adam’ı başlangıçta anlayamayan ve onların, kendileri gibi güzel insanlık anlayışına sahip olduklarını zanneden Kızılderililer, sonunda kavradıkları gerçeği şöyle ifade etmişler:

“Beyaz Adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir meta gözüyle bakıyor. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.

Sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama fakirlerin bozamayacağı kurallar koymuşlar. Beyaz Adam, baharda yatağından taşarak yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor.

Beyaz Adam’ın da sonu gelecektir. Gece ve gündüz bir arada olmaz.”

Beyaz Adam’ın sahip olma hırsının yanlışlığını gören Kızılderili şefi Seattle, 1854’te ABD Başkanı Pierce’e yazdığı mektupta şu tavsiyeyi yapar: “Bizim bu toprakların bir parçası olduğumuz gibi, sen de bu toprakların bir parçasısın. Bu dünya bizim için çok değerli, senin için de değerli olmalı.”

Ancak maalesef Beyaz Adam, hırsına yenilmeye devam etti. Beyaz Adam sahip olma hırsıyla, ateşli silahlarıyla, ateş suyuyla (o gün için viski idi, günümüzde buna uyuşturucu da eklendi) ve her türlü dalaveresiyle bir halkı yok etti. Günümüzde de değişen fazla bir şey yok.

Kızılderili anlayışında, şahsi servet biriktirme yok idi. Dolayısıyla şahıslarına ait toprakları olmazdı. Binlerce yıl bir arada yaşamalarına rağmen, uçsuz bucaksız toprakları paylaşmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, Beyaz Adam’ı kendileri gibi zannettiler ve yenildiler.

Beyaz Adam’ın içerisinde insancıl duygulara sahip bazı insanlar vardı. Bunların en meşhurları George Washington idi. Fakat onlar bile, yerlilerin, ehlileştirilmesi gereken yaratıklar olduklarını düşünüyorlardı. Hıristiyan olmayan, kendisine düzgün bir Hıristiyan ismi almayan, beyazlar gibi giyinip İngilizce konuşmayan yerliler, ne vatandaş ne de insan olarak kabul ediliyorlardı.

İşin ilginç yanı, Beyaz Adamlar günümüzde de, dünyanın kendilerinden olmayan bölgeleri için benzer zihniyeti taşıyorlar. Onları, kendileri gibi medenileştirmeye çalışıyorlar. Amerika’nın yerlilerine hangi gözle baktılarsa, dışlarındaki dünyaya aynı gözle bakıyorlar.

Bilindiği gibi, ABD yerlilerinin tamamı 1924 yılından itibaren ABD vatandaşı kapsamına alınmıştır. Fakat ilginç bir temsil konumları vardır. Amerikan Yerlileri Ulusal Kongresi (NCAI), Washington’da büyükelçilik olarak temsil edilmektedir. Hayali bir devlet durumundadırlar.

Eski SSCB’de neredeyse her kabile ayrı bir ulus imiş gibi değerlendirilir ve ayrı tutulurdu. Özellikle birbirleriyle kaynaştırılmaları önlenmeye çalışılırdı. Amerikan Yerlileri Ulusal Kongresinde de, 550 civarında ve kendilerini ulus olarak niteleyen kabileler var. ABD ve yerliler arasındaki bu bağlantının benzeri, Batı anlayışı ile dünyanın diğer kısımları arasında görülmektedir.

Tarih; dünü anlatır, bugünü açıklar, yarını aydınlatır. O halde bizler de, tarihten dersler çıkarmakla yükümlüyüz. Aksi takdirde bazı halkları yok eden tarih, bizleri de yok edebilir. Geleceğimizi görmek açısından aşağıdaki anlayışı çok dikkatli tetkik etmeliyiz.

Beyaz Adam’ın Kızılderililere yaptığı katliamlardan, 1675 yılında Kral Philip olarak adlandırılan savaşları anlatan İngiliz yazarların öne sürdükleri sebepler, bizi uyandırmaya yeterlidir. Douglas Edward Leach’a göre, “Bu öldürme ve kıyımlar şüphesiz Tanrı’nın iradesiydi”. Bir başka yazar ise o dönemde olayları şöyle açıklamaktadır, “Efendimiz İsa, onları önünde diz çöktürüp kahretti.”

Kendi hırslarını perdelemek adına, Yüce Yaradan’ın bizzat Kendisini ve Onun en merhametli peygamberlerinden olan Hz. İsa’yı, böylesine bir katliamı isteyerek yapan vahşi olarak göstermeye çalışacak kadar nefsine yenilen bu anlayış durdurulamazsa, Allah’ın, hepimizi diz çöktüreceği günler gelebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | KIZILDERİLİLERİ YOK EDEN ANLAYIŞ ŞİMDİ İNSANLIĞI YOK ETME YOLUNDA için yorumlar kapalı

EKONOMİNİN MOTORU, BORÇ

EKONOMİNİN MOTORU, BORÇ

 

Daha anlaşılır olması için, konuyu, ekonomiyi bisiklete benzeterek anlatmaya çalışalım. Ekonomi, bisiklet ise, ekonomideki gelişmeler bisikletin ileriye doğru gitmesiyle sağlanır. Bisikletin ileri gitmesi için, pedala sürekli basmak gerekir. Pedala basılmadığı an, bisiklet durur ve insan düşer.

İşte, ekonominin pedalı da borçtur. Eğer yeni borçlar alınmazsa, yani pedala basılmazsa, bisiklet yani ekonomi durur. Pedala basmanın az veya çok olması, ilerlemenin hızını belirler.

1960’larda, belirli ülkelerin ekonomileri gelişiyordu. Fakat 1980’den itibaren, ekonomik olarak ilerleyen ülke sayısı hızla arttı. Kalkınma mücadelesi veren ülkelere baktığımızda, hepsinin de bunu borç alarak başardığını görüyoruz. Yine net olarak görülen bir husus daha var, o da, her ülkenin borçlu olduğudur.

Diğer taraftan kalkınan hemen hiçbir ülkenin borcu, azalmamış. Hiçbir ülke, borçlarının GSYİH’sına oranını, 1980 yılındaki durumuna geriletememiş. Demek ki, her devlet, ekonomik olarak ayakta kalabilmek için, yani bisiklet üzerinde durabilmek için sürekli olarak borçlanmış.

Bu sonuçlar net olarak gösteriyor ki, ekonomideki gelişmeyi tehdit edecek en etkili unsur, yeni borçlanma yapılamaması veya borç ödemelerinde yapılandırma isteklerinin kabul edilmemesidir.

Temeli borçlanma üzerine kurulan ekonomik sistemde, net olarak görülen bir başka sonuç daha var. O da, bu sistemde zenginlerin daha zenginleştikleri, fakirlerin daha fakir hale geldikleridir. Bu aradaki fark, her geçen yıl çok daha hızlı açılmaktadır. Bazı ülkelerin en zenginleri ile en fakirlerini karşılaştırdığımızda, inanılması güç rakamlara ulaşılmaktadır. En zenginlerin gelirlerindeki artış, fakirlerinkinden 50-100 kat arası fazla olabilmektedir.

Aradaki farkın açılması, ekonomileri zora sokmaktadır. Çünkü fakirlerin, artık borçlanacak halde olanlarının sayısı her geçen gün hızla azalmaktadır. Zenginler, fakirlere mal satamazlarsa, ekonominin dişlileri dönmez. Büyük çarkları birbirine bağlayan aradaki küçük dişliler olmazsa, çarklar durur. Motordan alınan hareket, belli bir alanda hapsolur.

Bu gerçeği çok iyi bilen uzmanlar, fakirleri de borçlandırabilmek için, değişik yöntemler bulmuşlar. 2008 ekonomik buhranının oluşmasında çok etkili bir sebep olan eşik altı ipotekli ürünler, bulunan yöntemlerden sadece birisidir. Bilindiği gibi, 2007 yılında ABD’deki konut kredilerinin %40 gibi yüksek bir kısmı, eşik altı ipotekli krediler idi.

Bu sitede yayınladığımız “Borsalar, Dünyanın En Büyük Kumarhaneleri Olma Yolunda” başlıklı makalemizde bahsettiğimiz türev ürünlerin de bir kısmı, fakirleri borçlandırmaya yöneliktir.

İşin ilginç yanı, hükümetlerin çoğu borçları ödemek üzere almıyorlar. Günü kurtarmak için alıyorlar. Aldıkları borçlarla ekonomiyi canlandırmayı umuyorlar. Böylece siyaseten kendilerini kurtarmayı hedefliyorlar. Borçlar giderek artıp da yeni borç alamadıkları ortam doğunca, yapılandırma istiyorlar. Zaten yapılandırmayı istemek zorunda kalanlar, genel olarak, borcu alanlar değil, başkaları oluyor.

Dünyada her ülke borçlu olduğundan, yeni alınan borçların şartları daha ağır oluyor. Ayrıca ekonomide yapısal reformlar, acı reçeteler uygulanmadığından, alınan yeni borçlar, artık eskisi kadar ekonomiyi canlandırmıyor. Dolayısıyla ekonomiyi tekrar canlandırmak için, eskisine oranla daha fazla borç almak gerekiyor. Her alına daha fazla borç, bir süre sonra işe yaramaz hale geliyor. Bu defa öncekinden daha fazla borçlanma mecburiyeti doğuyor. Böylece, kısır bir döngü oluşuyor.

Bu kısır döngü, ülkenin ekonomisini içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bir ülke, yeni borç bulamadığı zaman ekonomik krize doğru sürükleniyor. Yani, sadece borç bulamama bile ekonominin tekerini durduruyor. Bisiklet duruyor.

Ülkeler için geçerli olan bu durum, herhangi bir vatandaş için de aynen geçerlidir. Vatandaşlar da, bisikletin pedalına basmazlarsa, yani borçlanmazlarsa, mikro açıdan ekonomik krize doğru gitmeye başlıyorlar.

Tam bu noktada okuyucularıma, düşünmeleri için bir soru soracağım.

Hepimiz biliyoruz ki, dünyadaki bütün ülkeler borçlu. 18 yaşını geçmiş insanların da, büyük çoğunluğu borçlu. Dünyadaki devletlerin borçları ve şahısların borçlarını toplarsak, Dünya GSYİH’sından fazladır.

Soru şu, bu borçların alacaklıları kimler?

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİNİN MOTORU, BORÇ için yorumlar kapalı

ENERJİ İHTİYACIMIZIN İLGİNÇ SEBEPLERİ

ENERJİ İHTİYACIMIZIN İLGİNÇ SEBEPLERİ

 

Eski SSCB’nin uyguladığı bir üretim hattı yöntemi vardı. Bir bölgesinde yetişen pamuğu bir başka uzak bölgeye nakleder, oradaki fabrikalarında iplik haline getirirdi. Bu iplikleri de bir başka bölgesine nakleder, orada giyim eşyası üretirdi. Sovyetler Birliği yöneticilerinin uzun dolaşımlı üretim yöntemi kullanmalarının kendilerince mantıklı bir açıklaması vardı. Çünkü ülkelerinde 125 lehçe ve dilin konuşulduğu söylenirdi. Dolayısıyla birbirinden faklı milletleri boyundurukları altına almışlardı. Bunları birleştirmemek için, üretimlerini hammaddenin kaynağında yapmamaları gerekiyordu. Her eyaleti, ekonomik olarak birbirlerine ve en çok da Moskova’ya bağlı hale getirmeliydiler.

Günümüzde buna benzer uygulamaları büyük şirketler yapıyorlar. Yediğimiz bir kavanoz fındık ezmesinin soframıza geliş hikâyesine bir bakalım. Marka sahibi olan, firmanın merkezi İtalya’da. Fındığı Türkiye’den alıyor. Şekeri Brezilya’dan getiriliyor. Vanilyalar Çin’den, kakaoları Nijerya’dan alınıyor. Malezya’dan palmiye yağı geliyor. Dünyanın her köşesinden getirilen hammaddeler, yine dünyanın başka köşelerindeki fabrikalarda işleniyor. Fabrikalar; Avusturalya, Rusya, Avrupa ve Amerika’da bulunuyor. Dünyanın farklı köşelerinden hammaddeleri toplanıp, neredeyse beş kıtadaki fabrikalarda işlenen bir kavanoz fındık ezmesinin satış ofisleri, yine dünyanın farklı köşelerinde bulunuyor. Meksika, Güney Afrika, Hindistan, Çin ve Japonya’daki bürolardan pazarlanıyor.

Üretim hattını izlerken bile insanın başı dönüyor. Bir kavanoz fındıktan aldığımız enerjinin belki 200 katı enerjiyi harcıyoruz. Harcadığımız enerjilerin büyük çoğunluğu, nakliyeler içindir. Nakliyeler için kullandığımız enerjinin kaynakları, gezegenimizin milyonlarca yılda oluşturduğu petrol ve türevleridir.

Bu garip durum, çoğu üretim metaı için de geçerlidir. Kullandığımız bir cep telefonunu ele alalım. Parçaları Japonya, Tayvan, İtalya ve ABD’de üretiliyor. Buralarda üretilen parçalar Çin’e gönderiliyor ve burada birleştiriliyor. Buradan da dünyanın dört bir yanındaki satış ofisleri aracılığıyla yine dünyanın dört bir yanına ulaştırılıyor.

Verdiğimiz iki örnek, şirketlerin uyguladıkları üretim politikalarının sonuçlarını gösteriyor. Bu durumun sebebini şirketlere sorsak, kendilerince bir cevap verebilirler. Dünyamızın milyonlarca yılda oluşturduğu kaynakları heba ettiklerini hiç akıllarına getirmeden, bizim üretim politikamız diyebilirler. İnsanlara istihdam oluşturuyoruz diye savunabilirler.

Gezegenimizin kaynaklarını nasıl heba ettiğimizi gösteren daha ilginç örnekler var. İngiltere, Hollanda’dan tavuk eti ithal ediyor. İthal edenler çeşitli İngiliz şirketleri. Diğer taraftan İngiltere’deki başka tavuk üreticisi şirketler de, aynı dönemlerde Hollanda’ya tavuk eti ihraç ediyorlar. Birbirinden farklı şirketlerin değiş tokuş niteliğindeki ticaretleri sırasında dünyamızın enerji kaynakları boşa heba ediliyor.

İngiltere kendi ülkesinde marul üretebilirken, ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Salinas Vadisinden getiriyor. Böylece bir maruldan alacağımız enerjinin 100 katından fazlasının nakliye sırasında harcanmasına sebep oluyor. Bu boşa harcanan enerji, yerine koyamayacağımız bir enerji türüdür. Aynı durum İngiltere’nin Yeni Zelanda’dan getirttiği donmuş kuzu eti konusu için de geçerlidir. Hâlbuki İngiltere, hayvancılık için en uygun bölgelerdendir.

Yukarıdaki örneğimizden daha uzak bölgelerde gerçekleşen garip ticaretler de var. Ülkelerinde bol ormanları olan ABD’deki şirketler kibrit ihtiyacını Japon şirketlerden alıyorlar. Japon şirketleri bu kibritleri, Endonezya’daki ormanlardan elde ediyorlar. Buna karşılık Japonlar da, yemek yerken kullandıkları tahta çubukları ABD’deki şirketlerden alıyorlar. Bir kibrit veya bir tahta çubuğa ulaşmak için harcanan enerjiye baktığımızda, gezegenimizin bu aymazlığa fazla dayanamayacağını söylemek gerçekçi olur.

Bu örneklerden daha ilginç olanları da var. İskoçlar bölgelerindeki denizlerdeki ıstakozları yakalıyorlar. Bunları Tayland’a yolluyorlar. Orada yenilsin diye göndermiyorlar. Oradaki bir Fransız firması, bu ıstakozları kabuklarından arındırıyor. Sonra pişiriliyor ve satılmak üzere geri İskoçya’ya gönderiliyor. Bu örnekte, ıstakozlar İskoçya denizlerinde, işleyen firma Fransız, işlenen yer Tayland.

Tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden birisi olmakla övünen Türkiye, tam 27 ülkeden buğday ithal ediyor. Kendi ormanları var iken, yakınındaki Kafkaslarda bol orman var iken, Şili’den kütük ithal ediyor.

Bütün bu örnekler her ülke için çokça var. Bazı alanlarla sınırlı değil. Hemen her üretim alanı için geçerli. Bunların bazısında mecburiyet olabilir. Ama çoğu, mantıksız. Bu sebeple gezegenimizin enerji kaynaklarını boşa harcamamak için mümkün olduğu kadar bölgesel üretim ve satış yöntemine geçilmelidir.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | ENERJİ İHTİYACIMIZIN İLGİNÇ SEBEPLERİ için yorumlar kapalı

MAKİNEYLE YARIŞIMIZIN MALİYETLERE ETKİSİ  

MAKİNEYLE YARIŞIMIZIN MALİYETLERE ETKİSİ

 

Başlıkla ilgili olarak çoğu insanın vereceği cevap, makineleşmenin maliyetleri düşürdüğü şeklinde olacaktır. Gerçekten de insanoğlunun makineleşmeye çalışmasının asıl nedeni, verimliliği artırmaktır. Verimlilik arttıkça, maliyetler düşecektir.

Fakat günümüzde bilhassa halkın kullandığı makinelerde böyle olmadığını görüyoruz. Evlerde kullanılan bulaşık makineleri, çamaşır makineleri, buzdolapları, elektrik süpürgeleri, televizyonlar gibi ürünlerin fiyatları her geçen yıl daha da artıyor. Aslında eskiden aldığımız makinelerin aynısını satın alsak, onların maliyetleri düşmüş olacak. Çünkü bizim kullandığımız bu makinelerin üretimlerinde kullanılan teknikler geliştiği için, birim üretim maliyetleri düşüyor. Ancak, halka yansıyan fiyatların düşmemesinin sebebi, bu ürünlere eklenen yeni özelliklerdir. Her yeni özellik ayrı bir maliyet getirmektedir.

Eğer Çin Hindi denilen bölgede yapılan üretimler olmasa, halkın kullandığı bu makinelerin maliyetleri çok daha fazla olacak. Hem Batılı makine üreticilerinin Çin Hindinde fabrika kurmaları, hem de doğrudan bu bölge insanının kendi firmalarının yaptığı üretimler, dünya ortalamasına göre çok düşük olan işçi vb ücretlerdeki düşüklük sebebiyle daha uygun fiyata satılabiliyor.

Demek ki, üretimdeki makineleşmeye ve teknikteki gelişmeye rağmen, halkın kullandığı makinelerde fiyatlar düşmüyor. Aksine artıyor. Halka nefes aldıran tek unsur, Çin Hindindeki ucuz işçilik şartlarıdır. Diğer bir deyişle, üreten insanların ezilmesi, bizim daha ucuz makine almamızı sağlıyor.

Diğer taraftan evlerde kullanılan bu makineler, çamaşır, bulaşık ve temizlik işlerinde maliyetleri düşürmüyor. Kullanana zaman tasarrufu yaptırıyor. Kullananların çoğunluğu da, artan bu zamanı televizyon izleyerek değerlendirdiği için, hareketsiz kalıyor. Hareketsizlik çeşitli rahatsızlıklara sebep oluyor. Sonuçta kişinin cebinden çıkan para artıyor.

Konunun diğer bir ilginç tarafı, her yeni üretimin eskisine göre daha dayanıksız oluşudur. Ayrıca arıza durumunda, tamir masrafının çok daha fazla olmasıdır. Hattâ tamir masrafının yenisini almaktan daha pahalıya malolmasıdır.

Yukarıda bahsettiğimiz aynı durum, otomobil gibi halkın kullandığı diğer önemli makineler için de aynen geçerlidir. Ailelerin evlerinde kullandığı mobilya için de benzer şey geçerlidir. Mobilya üretiminde makineleşme arttıkça fiyatlar düşmemiştir. Düşen şey, kalitedir. Artık eski sağlam mobilyaları almak için enflasyonun kat kat üzerinde bedel ödememiz gerekiyor. Üretim tekniklerindeki gelişme, ahşap mobilyaları ucuzlatmadı. Üretim hattındaki makinelerde çalışan işçilerin ücretlerini de artırmadı.

Makineleşmeye rağmen fiyatlardaki artışlar, insanları sıkıntıya sokmaya başladı. Bu fiyat artışlarına paralel olarak ailelerin de küçülmesi, yeni aile kuran insanların üzerindeki yükü iki kat artırıyor. Her yeni evlenen insan, ayrı bir ev açıyor. Açtığı bu eve ayrı bir kira ödüyor. Evde ihtiyaç olan ve yukarıda saydığımız çamaşır, bulaşık makineleri gibi cihazları, ayrı açtığı eve almak zorunda kalıyor.

Evine bu makineleri almak zorunda kalan işçi, belki de böyle bir üretim yerinde çalışıyor. Çalıştığı fabrika, maliyetleri düşürmek için üretimde robotlar kullanmaya başlamışsa, bizim işçi işini kaybetmemek için, daha çok çalışıyor. Sonuçta her taraftan kuşatılan bu işçi, verimliliğini artırmak zorunda olduğundan zihnen ve bedenen yoruluyor. Ama rakibi robotlar, yani makineler olduğu için, aldığı ücret yine düşük kalıyor. Robotların devreye girmesi, üretimde çalışan bu işçinin ücretini artırmıyor. Diğer taraftan bu üretimleri evine alan insanlara da bir indirim sağlamıyor.

Dolayısıyla makinelerle yarışta iki taraflı olarak kayba uğranılıyor. Bu iki taraflı kayıp, kişide gerginlik oluşturuyor. Yaşadığı bu stres sağlık sorunlarına yol açıyor. Sağlık masrafları artıyor. Sağlık alanındaki makineleşme, hastalıkları belirleme açısından faydalı oluyor. Ama sağlık harcamalarımızın artmasına sebep oluyor. Şahıslar, bu masrafların bir kısmını ödedikleri için, maliyet artışını tam olarak göremiyorlar. Fakat sağlık alanındaki makineleşme, devletlere büyük yükler getiriyor. Diğer yandan, yeni teknoloji ürünü bu makineler, sağlık personelinin ücretlerinin artmasına vesile olmuyor. Sağlık personelinin daha az yorulmasına ve daha az çalışmasını da sağlamıyor.

Tarım dâhil birçok alanda benzer sonuçlara ulaşıyoruz. Makinelerde çalışanların ücretini artırmıyor. Bazen, düz işçi ile benzer parayı aldığı oluyor. Makine ile yapılan işin maliyeti de pek düşmüyor. Çünkü makineler çok pahalılar ve dolayısıyla yaptıkları işlerin paraları, makinenin satın alma tutarına oranla hesaplanıyor.

Demek ki makineleşme ve makinelerle yarışımız, masrafları azaltmıyor, aksine artırıyor. Çok kısıtlı olan bazı alanlar hariç ücretlerimizi artırmıyor, çalışma saatlerimizi azaltmıyor.

Peki, o zaman neden makineleşiyoruz?

YAŞAM kategorisine gönderildi | MAKİNEYLE YARIŞIMIZIN MALİYETLERE ETKİSİ   için yorumlar kapalı