AVUKAT SAYISI İLE EŞİTSİZLİK VE KALKINMA BAĞI

AVUKAT SAYISI İLE EŞİTSİZLİK VE KALKINMA ARASINDAKİ BAĞ

 

Demokrasi ile idare edilen ülkelerin meclislerinin üyelerinin yapısına bakıldığında, en çok hukukçuların olduğunu görürüz. Elbette üyeler sürekli değiştiği için, hukukçuların oranları da değişmektedir. Fakat ABD dâhil, ülkelerin çoğunluğunda bu oran %35-45 arasında değişmektedir. ABD’nin 45 başkanından 26sı hukukçudur.

Kanunları meclislerin yaptığı düşünülünce, bu durum gayet normal karşılanabilir. Ama yapılan kanunların çoğunun kolay anlaşılmayan muğlak ifadelerle ele alındığı görülmektedir. Kanunların dili, çoğunlukla, halk arasında kullanılmayan eski kelimelerden oluşmaktadır. Bu sebeple, aynı kanunu yorumlayan hukukçular arasında algılama farkı oluşmaktadır. Ayrıca, eğitim görmüş insanların bile anlamakta zorluk çektiği kanunlar vardır.

Çıkarılan kanunların muğlak ve anlaşılması zor ifadelerden oluşması, insanların, davalarında avukat tutmalarını zorunlu hale getirmektedir. Bu durumda avukatlık kurumundan beklenen, ülkedeki adaletin tesisine yardımcı olmasıdır. Zaten çoğu ülkede çıkarılan yasalar, siyasetçilerin halka şirin görünme isteklerinin etkisiyle, fakirleri ve orta hallileri korumaya yöneliktir. Dolayısıyla avukatların, kurulmuş olan bu yasal sisteme yardımcı olmaları beklenir. Fakat maalesef, uygulamalara bakıldığında, gerçeklerin böyle olmadığı kanaati oluşmaktadır. Aksine, beklenilenin tam tersine bir ortamın oluşmasına sebep oldukları kanaati yaygındır.

Avukatların çalışma ortamlarını incelediğimizde, halkta oluşmuş olan bu kanaati destekleyen bulgulara ulaşmaktayız. Avukatlar, ya bir kurumun ve firmanın personeli olarak çalışmaktadırlar veya kendi kurdukları şahsi firmalarının hesabına çalışmaktadırlar. Firma sahibi olanların büyük çoğunluğu, tamamen kendi menfaatleri için çalışmaktadır. Kurumun elemanı olarak çalışan avukatlar, mahkemelerde, kendi kurumlarının menfaatlerini kollamakla yükümlüdürler. Aksini yaptıkları veya yeterince koruyamadıkları zaman işlerini kaybederler, yerlerine yenileri gelir. Bu sebeple avukatlar, fakirleri, orta hallileri ve hakkı değil, kendi çıkarlarını korumak zorundadırlar.

Durum böyle olunca, ülkedeki adalet uygulaması aksamaktadır. Bu aksaklığın en önemli müsebbibinin de, avukatlar olduğu anlaşılmaktadır. Avukatların sebep olduğu bu adaletsizlik, sadece zenginlerin korunması, fakir ve orta hallilerin ezilmesi hususunda olmamaktadır. İnsanlar arasındaki herhangi bir sosyal anlaşmazlıkta, yaralama ve cinayet gibi konularda da avukatlar, kendi menfaatlerine göre savunma yapmaktadırlar. Hâlbuki onlardan beklenen hakkı savunmalarıdır. Avukatlar, haklıyı değil de, kendilerine daha çok kazanç sağlayanı savundukları sürece, ülkedeki adaletsizliğin artacağı bir gerçektir.

Avukatlık sisteminde görülen bir başka hata daha var. Avukatların kurduğu yasal sistem, zarar ortaya çıkmadan önce davranışları engellemeye çalışmamaktadır. İş işten geçtikten sonra devreye girerler. Zarar verenleri yargılamaya yönelirler. Fakat bu yargılamayı da, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kendi menfaatleri doğrultusunda yaptıkları için, adaleti tesis etmeye bir faydası yoktur.

Zarar ortaya çıktıktan sonra yargılama yöntemi, bütün ülkelere çok pahalıya mal olmaktadır. Dolayısıyla insanlığa maliyeti çok yüksektir. Çünkü bilindiği gibi, zaten büyük şirketler ve zenginler sürekli olarak avukat bulundururlar. Hattâ bazılarının avukatlar ordusu vardır. Bu ordunun görevi, hakkı tesis etmek ve adaleti sağlamak değildir. Büyük şirketleri ve zenginleri kollamaktır. Onların yargılanmalarını önlemektir. Bunu başaramadıkları takdirde ceza almadan kurtulmalarını sağlamaktır. Avukatlar böyle yaparak, sadece zenginlerin değil, kendi cüzdanlarını da kabartmaktadırlar.

Avukatları aracılığıyla, sürekli olarak adaletin pençesinden kurtulanların, kendiliklerinden insafa gelip, insanları ezmekten vazgeçmelerini beklemek saflık olur. Aksine kazançlarını daha çok artırmak için, daha fazla gaddarlaşmaları ihtimali kuvvetlidir. Çoğu zaman gaddarlaşmalarına bile gerek yoktur. Çalıştırdıkları zeki avukatları, onlara daha kolay yollar önereceklerdir.

Aslında, her insan kendi hayatında, bu durumu müşahede edeceği olaylar yaşamaktadır. Toplum içerisindeki sayıları çok az olan güçlüler, avukatları vasıtasıyla güçlerine güç katmayı sürdürmektedirler. Büyük çoğunluğu teşkil eden fakir ve orta halliler ise, giderek zayıflamaktadırlar. Her okuyucunun kendi yaşadıklarına bakarak vereceği, onlarca örnek vardır. Bu nedenle, biz örnek vermeyeceğiz.

Avukatlık sisteminin bu uygulamalarının, ülkedeki eşitsizliğin artmasına nasıl etki yaptığına bakalım. Durumu anlamak için, rakamlara kısaca göz atalım. ABD’deki avukat sayısının nüfusa oranı, Japonya’dakinin 17 katıdır. Bilindiği gibi ABD, gelişmiş ülkeler içerisinde, eşitsizliğin en fazla olduğu ülkedir. En zengin %10 ile en fakir %10 arasındaki gelir farkı 18 kat civarındadır.

Türkiye’deki avukatların sayısı da, her yıl hızla artmaktadır. Nüfusa oranlanınca, Türkiye’deki avukat sayısı, ABD’ninkilerden 3 kat fazladır. Türkiye, en zengin ve en fakir %10 arasındaki fark açısından, OECD ülkeleri içerisinde en kötü ilk üç ülke arasında yer almaktadır. Gençlerdeki yoksulluk oranı açısından ise, daha kötü durumdadır. OECD ülkelerinin en yoksul gençleri Türkiye’de yaşamaktadır. Türkiye’de, OECD ortalamasının iki katından fazla yoksul genç vardır.

Rakamların dili gösteriyor ki, dünyada avukatların sayısı artarken eşitsizliğin oranları da artıyor. Tarih içerisinde, avukatlık mesleğinin olmadığı, insanların kendi savunmalarını kendilerinin yaptığı dönemlerdeki eşitsizlik hakkında elimizde veri yok. Ama günümüzden sadece 50 yıl öncesine baktığımızda bile, eşitsizliğin günümüzden daha az olduğunu görmekteyiz. En azından insanların aldıkları ücretler arasındaki eşitsizlik, günümüzdekinin çok azı durumunda. Nitekim ABD’de 1965 yılında en üst yöneticinin elde ettiği gelir, tipik bir işçinin 24 katı iken, bu rakam 2010 senesinde tam 243 katına çıkmış.

Avukatların sayılarındaki artışla birlikte, avukat başına düşen kazançlarda da, diğer mesleklere göre, artış yaşanmaktadır. Bu durum, zeki insanların, mühendislik ve temel bilimler gibi alanları seçmek yerine, hem eğitimi hem de ifa edilmesi daha kolay olan avukatlığa doğru meyletmelerine sebep olmaktadır. Ülkenin zeki insanlarının, mühendislik ve temel bilimlerden uzaklaşmaları, o ülkenin kalkınma mücadelesini olumsuz yönde etkilemektedir.

Zaten bir ülkedeki eşitsizlik, o devletin halkının kalkınmasını olumsuz etkilemektedir. Çalışanları gayrete getirecek isteklendirmenin sağlanması, zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, eşitsizliğin arttığı ülkelerdeki kalkınma, ya azalmakta ya da halka yansımamaktadır.

Eşitsizliğin daha az olduğu ülkelerin politikacıları, karar alırlarken, eşitsizliğin çok olduğu ülke idarecilerine göre daha rahatlar. Aldıkları kararların uygulanması ihtimali de, daha yüksek. Bu durumun sebeplerinden birisi de, eşitsizliğin az olduğu ülkelerdeki avukat sayısının azlığı ve avukatlarının içerisinde hukukun üstünlüğü prensibine uyanların oranlarının fazlalığıdır.

Yukarıdaki aktarılanlardan anlaşıldığı gibi, ülkeler kalkınmak ve eşitsizliği azaltmak istiyorlarsa, eğitim sistemlerini gözden geçirmekle işe başlamalıdırlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | AVUKAT SAYISI İLE EŞİTSİZLİK VE KALKINMA BAĞI için yorumlar kapalı

KÖTÜLÜĞÜ AFFEDELİM, AMA

KÖTÜLÜĞÜ AFFEDİP ISLAH ETMENİN MÜKÂFATI ALLAH’ADIR

 

(Not: Bu yazı Ekim 2014’te yayınlanmıştı, silindiğinden aynen yayınlıyoruz)

Şura Suresi 40: “Kötülüğün cezası da misliyle kötülüktür. Fakat her kim affedip ıslah ederse, onunda mükâfatı Allah’adır. Şüphesiz O, zalimleri sevmez.”

43: “Her kim de sabreder, suç örterse işte o üstün davranışlardandır.”

Nahl Suresi 128: “Zira muhakkak ki Allah, iyi korunanlar ve hep güzellik yapanlarla beraberdir.”

 Fussilet Suresi 34: “Hem iyilik ile kötülük bir olmaz, sen kötülüğü en güzel olan iyilikle sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur.”

Tolstoy, “Her şeye Rağmen Sevgi” adlı eserinde bir kahramanını anlatırken şöyle der: “Kalp temizliğinin kendin için çalışmaktan vazgeçince gerçekleştiğini, ondan sonra başkalarının kalplerini temizlemenin mümkün olduğunu anlamış.”

Aynı kahramanı için olayların sonunda “Kendi kalbinin iyice yandığı zaman başka kalbi ateşlediğini anlamış” der.

Yine aynı kahramanı için şöyle bir tanım yapar: “Ölüm korkusunu bırakıp hayatı Allah’a bağışlayınca taş gibi yüreğin yumuşadığını, uysallaştığını ve boyun eğdiğini anlamış.”

Bu anlayışlara ulaşmak, Allah’ın verdiği hidayeti, kabul etme ile olur. İnsanların arasında, Tolstoy’un kahramanı gibi, gerçek huzurlu hayatın işleyişini anlayanlar çok sayıda vardır. Ama bunlar mütevazı yapılarından dolayı fark edilmeyebilirler.

Böyleleri için Yusuf has Hacib “Kutadgu Bilig” adlı eserinde şöyle der: Beyit numarası 3920- “Bak, Tanrı sevdiği kulunu gizler, halk bu kullar arasında onları tanıyamaz.”

Beyit 5201- “Bütün bulanıklıkları arıtayım dersen, kendi ruhunu arıt; halk ister istemez sonunda durulur.” Hükümdara tavsiyelerinde şöyle der: Beyit 5209- “Tabiatın doğru ve davranışların temiz olsun; yol arkadaşın akıl, danışmanın bilgi olsun.”

Demek ki arınmaya önce kendimizden başlamak gerekir. Büyük cihat, insanın kendi nefsiyle yaptığıdır. Küçük cihat, Allah’a şirk koşanlara ve zalimlere karşı yapılandır.

Arınmayı sağladıktan sonra kararlarımızı alırken, yol arkadaşımızın akıl olmasını tavsiye eder. Danışmanımızın bilgi olması durumunda daha az hata yapılacağını vurgular.

Ancak, affedip ıslah etmeye çalışmanın da bir sınırı vardır. Allah Kur’an’ın da çeşitli ayetlerde bu sınırı Kendisi çiziyor.

A’raf Suresi 30: “Bir kısmına hidayet buyurdu, bir kısmına da sapıklık hak oldu; çünkü bunlar Allah’ı bırakıp şeytanı dost edindiler. Bir de kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler.”

Nisa Suresi 88: “O halde siz niye münafıklar hakkında iki grup oluyorsunuz? Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü halde, Allah’ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah her kimi saptırırsa artık sen ona yol bulamazsın.”

Secde Suresi 22: “Rabbinin ayetleriyle nasihat edilip de, sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim de kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan intikam alırız.”

O halde gösterilen hoşgörü sınırını aşanları, yapılan nasihatleri dinlemeyenleri, verdikleri sözlerden cayanları, yalanı rehber edinenleri ve böylece şeytanı dost edinerek zalimleşenleri cezalandırmak, Allah’ın uygulamaları arasındadır.

Allah’ım, Sen merhametlilerin en hayırlısısın.

Allah’ım; insanların hidayete erebilmeleri için onlara irade gücü ver, Senin gönderdiğin ayetleri anlayabilmeleri için onlara anlayış ihsan eyle. Bizleri insanların diriltilecekleri gün utandırma Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KÖTÜLÜĞÜ AFFEDELİM, AMA için yorumlar kapalı

SÜREKLİ BAŞKALARINI SUÇLAYAN TOPLUMLAR

YAŞADIKLARI OLUMSUZLUKLARIN SEBEBİNİ BAŞKALARINA YÜKLEYENLER, SIKINTIDAN KURTULAMAZLAR

 

Başlıktaki durum sadece fertler için değil, aileler, toplumlar, ülkeler, ümmetler ve sonunda bütün insanlık için geçerlidir. Bu sitede daha önce yayınladığımız “Önce Kendimizi Sorgulama” başlıklı makalemizde, konuyu bireyler açısından ele almıştık. Bu sebeple bu yazımızda, guruplarla ilgili yönlerini ele alarak irdelemeye çalışacağız. Bu incelememizi yaparken, bahsedeceklerimizin, sadece “kitabi” nitelikte olmaması ve hayattan kesitlerle desteklenmesi için konuyu, kendi yaşadığım olaylardan istifade ederek açıklamaya çalışacağım.

Benim gençliğim, demokrasi ile idare edilen bütün ülkelerdeki gençlerin, en hareketli olduğu bir döneme rastlar. Ülkelerindeki olumsuzlukları gören gençler, bu durumu düzeltmek için kolları sıvamışlardı. Yalnızca kendi ülkelerini değil, bütün insanlığı düzelmek için yola çıkmışlardı.

Gençlerin hedefleri çok güzeldi. Ama dikkat etmedikleri ufak bir husus vardı. Düzeltmeye kendilerinden başlamayı unutmuşlardı. Kendi bireysel hatalarını görememişlerdi. Yaşadıkları olumsuzlukların sebeplerini tamamen kendileri dışındakilere yükleyerek, dünyayı güzelleştireceklerini zannetmişlerdi.

Kendi yaşadığım dönemdeki anlayışlardan bazı kısa örnekler vererek, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışalım. O sıralarda gençler arasında üç gurup vardı. Birincisi, benim de içinde olduğum milliyetçiler idi. İkincisi dini guruplardı. Üçüncüsü, Marksist anlayışı savunan sosyalistler veya komünistlerdi. Aslında bu üç gurup, sadece Türkiye’de değil, gençlik olaylarının olduğu bütün ülkelerde mevcut idi.

Bu üç guruba mensup insanları, yazımızın başlığıyla ilgili olarak incelediğimizde, üçünün birbirine benzeyen yönlerinin olduğunu görmekteyiz. Elbette bu guruplara mensup her fert, aynı yapıda değildi. Ama biz, guruptakilerin çoğunluğunun sahip olduğu anlayış açısından değerlendireceğiz.

Milliyetçiler, Türk tarihinin şanlı sayfalarından çıkıp günümüze gelemiyorlardı. Dini guruplardakiler, “asrısaadet” denilen ve kısa süren bir dönemin dışına çıkamadıkları için zaten günümüze gelemiyorlardı. Marksist düşüncede olanlar ise, geçmişte yaşamıyorlardı. Kendi zihinlerinde oluşturdukları ve hayal ürünü olan gelecekte yaşıyorlar, günümüze gelemiyorlardı. Yani üç gurubun mensupları da, günümüzü yaşamıyorlardı.

Bu üç gurubun mensupları da, hatayı geçmişte yaşanan olaylara yüklüyorlar, suçu başkalarına atıyorlardı. Milliyetçilere göre, suç devşirme sadrazamlarda ve medreselerden fen bilimlerinin kaldırılmasında idi. Dindar olduklarını söyleyenlere göre, Emevi sülalesinin yöneticilerinin, Ehli Beyte karşı gaddar davranışları İslâm’ı rayından çıkarmıştı, ama asıl suçlu, Cumhuriyet ve “Kemalistler” idi. Marksistlere göre ise, tek suçlu sermaye sahipleri idi.

Milliyetçi insanlar, “Ey Türk, titre ve kendine dön” sözünü, birey olarak kendileri uygulamıyorlardı. Bu sözü, kendi arkadaşları dâhil, karşılarındakilere söylüyorlardı. Kendilerini, zaten titremiş ve kendine dönmüş olanlardan addediyorlardı. Bu durumda bütün suç, kendileri dışındakilerdeydi.

Dini gurup mensupları, Hz. Ömer’e atfedilen “bugün Allah için ne yaptın” sorusunu, kendilerine sormuyorlardı. Onlar da bu soruyu kendi arkadaşları dâhil karşılarındakilere soruyorlardı. Kendilerinin, zaten Allah’ın sevdiği kullardan olduklarını zannediyorlardı. Bu durumda bütün suç, kendileri dışındakilerdeydi. Hattâ suçladıkları bu insanlardan bazıları “biz de Müslümanız” deseler bile, dini guruplar, kendileriyle aynı anlayışta Müslüman olmadıklarını düşündükleri insanları da suçluyorlardı.

Marksistler, “tek yol devrim” inancının peşinde giderken, devrim yapmak için nasıl bir donanıma sahip olmaları gerektiğini sorgulamadılar. Marksistler, halkın bilinçsiz olduğunu varsaydıklarından, devrime ancak silahla ulaşılabileceğini düşündüler. Dolayısıyla, kendileri dışındaki bütün insanları suçladılar. Böylece devrim yapabilmek için şart olan sorgulama, araştırma çok çalışma ve insanları ikna etme gibi zorluklarla uğraşmadılar.

Dolayısıyla bu üç gurup da, yaşadıkları sıkıntıların kendileri dışındakilerden kaynaklandığına, hem dış güçlerin hem de onların yerli işbirlikçilerinin, kendilerine kumpas kurduklarına inanıyorlardı. Bu üç gurubun düşüncelerinin ne kadar işe yaradığını, günümüzdeki konumlarına bakarak anlayabiliriz.

Günümüzdeki milliyetçiler, ülkenin en çok sıkıntıda olan gurubu durumundalar. Geçmişteki ölümüne mücadelelerine hayıflananların sayısı giderek artıyor. Hâlbuki milliyetçiler, tarihlerini iyi inceleselerdi, atalarının anlayışlarını yeterince algılasalardı, bu duruma düşmezlerdi.

Bilindiği gibi, Türkler Anadolu’ya son gelişleri olan Malazgirt Savaşı’ndan çeyrek yüzyıl gibi kısa bir süre sonra, Haçlı Seferlerine muhatap oldular. 600.000 kişilik bir Haçlı ordusu Anadolu’ya girdi. O dönemde, Türkler Anadolu’da azınlık idiler ve nüfusları net bilinmiyor, ama 1,5 milyondan az olması ihtimali kuvvetli. İşte Türkler, böylesine büyük bir badireyi atlattıktan sonra tekrar toparlanıdılar. O zamanların vakayı nüvislerinin anlatımına göre, Anadolu’yu kısa sürede bayındır hale getirdiler. Bu defa doğudan gelen Moğol seferlerine muhatap oldular. Onu da atlattıktan sonra tekrar büyük bir devlet ve büyük bir medeniyet kurdular. Bu sırada Batı, deniz yollarını kullanarak, Türklerle karşılaşmadan, dünyanın kalan kısmını sömürmeye başladı ve maddeten hiç tahmin edilemeyecek kadar güçlendi. Bu gelişmelerin sonunda, Türklerin devleti Avrupalılara göre çok zayıf duruma düştü. Ama Türkler, durumlarını toparlayarak yeni bir devlet kurdular ve devletlerini tekrar güçlendirdiler.

Çok kısa olarak özetini verdiğimiz bu atılımları yapan Türklerin, sahip oldukları düşünce yapısı, günümüz milliyetçilerinden çok farklı idi. Günümüzdekilerin ataları, başlarına sıkıntı geldiğinde kabahati başkalarına yüklememişlerdi. Kim bize komplo kurdu dememişlerdi. Hatayı öncelikle kendilerinde aramışlar ve bu durumdan nasıl kurtulacakları üzerine kafa yormuşlardı. Dolayısıyla da, her defasında da başarılı olmuşlar, sıkıntıları atlatmışlardı.

Dini guruplardakilerin anlayışları da, milliyetçilerinkine benziyor. Dini guruplar, geçmiş dönemlerdeki gelişmeleri anlatırken, en çok, Müslüman bilim adamlarıyla övünürler. Onların çalışmalarını, icatlarını övgüyle ve bazen abartarak anlatırlar. Üniversiteyi, ilk defa Müslümanların kurmuş olduklarını, gururla bahsederler. Ama o güzel insanların anlayışlarını yakından irdelemedikleri için, bu güzelliklere ulaşan şahısların her birinin öncelikle kendilerini sorguladıklarını ve çok çalıştıklarını göremediler. Bu sebeple günümüzün dini gurupları, kendilerinin yolsuzluğa ve soysuzluğa battıklarını örtmek ve tembelliklerini gizlemek için, hep karşı tarafı suçladılar. Övündükleri Müslüman insanların maddeten güçlü olduklarını düşündüklerinden herhalde, sadece maddi güce sahip olmayı hedeflediler. Bu duruma ulaşmak için, her yol mubah anlayışıyla davrandıklarından, zenginlediler. Fakat gururla övündükleri Müslümanların sorgulayıcı ve araştırıcı yapılarıyla hiçbir bağlantıları kalmadığı, günümüzdeki durumlarından anlaşılıyor. Dini gurup mensuplarının konumları, övündükleri insanlarla karşılaştırıldığında, cennet ile cehennem arasındaki fark gibi birbirine zıttır. Bu anlayış farkından dolayı da, karşılaştıkları sıkıntıların suçlarını, komplo teorileri üreterek başkalarına yüklemeye devam ediyorlar. Bu anlayışları sürdüğü müddetçe, toparlanma ihtimalleri çok zayıf.

Marksistlerin durumu için, diğer guruplarla ilgili olarak aktardığımız şekliyle, komünizmin uygulanış tarihinden gösterilebilecek güzel örnekler yok. Marksistler için söylenebilecek bir şey, Marks’ın yaşantısıyla pek bir ilgilerinin olmadığıdır. Karl Marks, ömrü boyunca maddi sıkıntı içerisinde yaşamıştır. Ailesini geçindirmekte zorlanmıştır. Ama karşı çıktığı sermayedarlarla birlik olarak zenginlememiştir. Günümüz Marksistlerinin önemli bir bölümü ise, zengin olma hedefindedir.

Tarihten verdiğimiz örnekler de gösteriyor ki, kendilerini sorgulamayarak suçu başkalarına yükleyen toplumlar, sıkıntıdan kurtulamıyorlar.

Gençlik, Sosyal kategorisine gönderildi | SÜREKLİ BAŞKALARINI SUÇLAYAN TOPLUMLAR için yorumlar kapalı

KANAATKÂR OLAN İNSAN VE TOPLUM BAĞIMSIZDIR

KANAATKÂR OLAN İNSAN VE TOPLUM BAĞIMSIZDIR

 

Kanaat etmek, dünyadan elini-eteğini çekip, “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla ahiret için yaşamak değildir. Çalışmadan gelen yardımlarla geçinmek de değildir. Yaşamaktan amaç, bulduğunla yetinmek olmamalıdır. Gerçek ihtiyacı, insanlık onuruna uygun olarak asgari bir şekilde sağlamaya çalışmak olmalıdır. Kanaatkârlık, kendi gerçek ihtiyacından fazlası için de çalışmayı gerektirir. Ama ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak amacıyla ve hırsıyla çalışmak kanaatkârlık değil, tamahkârlıktır.

Mal varlığı az olan kişi, fakir insan demek değildir. Fakir insan, sahip olduklarıyla yetinmeyerek, hırs içerisinde daha çoğunun peşine düşen kişidir. Yoksulluk konusuna bu açıdan baktığımızda, fakir ülke tanımının da farklılaştığını görürüz. Kişi başına düşen milli gelirin az olması, o ülkenin fakir olduğunu tam anlamıyla göstermez. Sadece gelirlerinin düşüklüğünü gösterir. Böyle bir ülke, gerçekten yoksul olabileceği gibi, olmayabilir de.

Eğer bir toplum, maddi açıdan daha çoğunun peşinde koşan bir hırs içerisinde ise, o ülkenin milli gelirinin bir önemi yoktur. O toplum, fakir demektir. Çünkü hep daha çoğuna tamah ettikleri için, ihtiyaçlarının sonu gelmez. Dolayısıyla, her dem ihtiyaçlarını karşılayamamış durumdadırlar.

Eğer bir toplum, kendiişlerini kendileri yapıyor, gerçek ihtiyaçları kadarıyla yetiniyorsa, o ülke zengin sayılır. Böyle bir ülkenin insanları, aynı zamanda kendilerini mutlu hissederler. Bu ortam, zengin ama mutsuz insanların ülkesi olmaktan daha iyidir.

Maddi gücü fazla olan devlet ile daha güçsüz devlet arasındaki en önemli fark, sahip oldukları silahlar açısındandır. Ancak, maddi gücü daha zayıf ama insanları paraya tamah etmeyen devletlerin, nice güçlü devletleri yendiğine tarih şahittir.

Yöneticiler, vatandaşlardan tasarruf etmelerini isterler. Böylece, ekonominin çarklarının daha iyi işleyeceğini düşünürler. Toplumu ve yöneticileri bu söylemlerle ikna etmeye çalışanlar, ekonomik büyüme hedefinden başka bir şey düşünemeyen ekonomistlerdir. Onların bütün bildikleri, döviz-faiz tahterevallisidir. Toplumu ve yöneticileri döviz-faiz kıskacı arasına sıkıştırırlar.

Hâlbuki tasarruf, erdemin bir alt unsurudur. Asıl olan tasarruf değildir. Asıl olan erdemdir. Erdemsiz tasarruf, insanların daha çok çile çekmelerine sebep olur. Aslında ihtiyaçları olmayan bir şeyi almak için tasarruf yapmaya çalışmak, işkence gibidir. Kendi asgari ihtiyaçlarını giderdikten sonra, başkalarının da ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olabilmek için tasarruf yapmak, erdemli bir tasarruftur. Erdemli bir tasarruf, arkadaşlığı ve dostluğu pekiştirir. Bu amaçla tasarruf yapan kişi mücadelesi sırasında gergin olmaz. Kendisi için değil, dostları için de gayret ettiğinden çevresinde sevilen bu insan, aksine neşeli bir kişi haline gelir. Bu ortam, onun daha nüktedan bir kişi olmasına vesile olur.

Ekonomistler, hayatı, üretim ve tüketim ikilisinden ibaretmiş gibi algılamaktadırlar. Hâlbuki mutfak ile tuvalet arasında geçen bir hayatın hiçbir anlamı yoktur. Bu şekilde 1000 yıl yaşayan bir insan, insanlığa katkıları açısından bakılınca, yaşamamış gibi kabul edilebilir.

Dolayısıyla ekonomistler, konuya farklı açılardan da yaklaşarak, sadece büyümeyi değil, hem büyümeyi hem de insanların huzurunu hedeflemelidirler. Hedef, yalnızca kalkınma değil de, huzurlu ve anlamlı bir hayat olunca, ekonomiyi yönetme anlayışı da değişmelidir. Ekonomi, artık, sadece ekonomik kurallarla yönetilmemelidir. Bu anlayış değişikliği hepimiz için geçerli olmalıdır. Hayata bakışımızı değiştiren bu anlayış, hem bireysel olarak bizim tavırlarımızı, hem de ülke ekonomisinin idaresindeki uygulamaları etkilemelidir.

Yalnızca ekonomik kurallarla yönetilen ve bu anlayışla büyüyen ekonomilerin, insanları mutlu ettiği söylenemez. Bir ülkenin sadece ekonomik kurallarla yönetilmesi, ülke insanlarının bireyselleşmesine vesile olmaktadır. İnsanlar bireyselleştikçe, kişilerin birbirinden farklı yapılarda olacağı zannedilir. Ama aksine, insanlar tek tip olmaya doğru yönelirler. Fertlerin hedefleri birbirine benzediği için, düşünceleri de benzeşir. Düşüncelerin benzeşmesi, davranışlarını da aynılaştırır. Dolayısıyla fertler arasındaki tek fark, her bireyin kendi menfaatini düşünmesinden ibaret hale gelir.

Eğer insanlık, yalnızca ekonomi çerçevesinden bakılarak ilerlemesini sürdürürse, insanlar, dünyanın tamamını ticari bir nesne olarak görmeye başlar. Alıcısını bulduğu her şeyi, hattâ mümkün olsa dünyayı bile satmak ister. Belki bizim bu düşüncemizi fazlasıyla hayalperest bulanlar olabilir. Bu şekilde düşünenlerin, günümüzde, cennetten parsel satanların çokluğunu görerek, konuyu bir daha irdelemelerini tavsiye ederim.

İnsanlık bu yönde ilerledikçe, aslı olmayan ihtiyaçlar yaratılıyor. Görsel basını çok iyi kullanan reklamcılar, bu hususta çok başarılılar. Bilindiği gibi, insanların yaşamak için gerekli olan ihtiyaçlarının sınırları vardır. Fakat reklamcıların ve ekonomik kurallarla yönetenlerin yarattığı ihtiyaçların sınırları yoktur. Sınırları olmadığı için sürekli değişen her ihtiyaca ulaşmak, kimsenin başaramayacağı bir mücadele gibidir. Bu hususlarla bağlantılı olarak, bu sitede yayınladığımız birçok yazımızda, çok sayıda örnekler verdik. Dolayısıyla burada vermeyeceğiz.

Burada vurgulamak istediğimiz şey, yaratılan her ihtiyaca ulaşmanın mümkün olmamasından dolayı, insanların kendilerini yoksul gibi hissettikleridir. Amerika’daki yaygın anlayışla, %1 şeklinde ifadesini bulan çok zenginler bile, oturup kendi durumlarını bu açıdan incelediklerinde, istedikleri her şeye ulaşamadıklarını göreceklerdir. Onlar da mutlu olmadıklarını, mutluluğu başka şeylerde aradıklarını itiraf edeceklerdir.

Konuya bu açıdan bakılınca, ister maddeten çok zengin olsunlar, isterse çok fakir olsunlar, hırslarının peşinde koşan bütün insanların bağımlı oldukları görülür. Hepsi, daha çok şeye sahip olabilmek için, başkalarına muhtaçtırlar.

Başkalarına muhtaç olanlar, hiçbir zaman bağımsız olamazlar. Sadece, sahip olduklarıyla yetinenler, kendi kazançlarını kendileri sağlamaya çalışanlar, yani kanaatkâr insanlar ve ülkeler bağımsız olabilirler.

Kanaatkâr toplumlarda, imtiyazlar bir işe yaramaz. Kanaatkâr toplumlarda, eşitsizlik daha azdır. Eşitsizliğin azaldığı toplumlarda, huzur artar.

Kanaatkâr toplumlara dışarıdan müdahale ederek, onları boyunduruk altına alacak sistemleri uygulatmak çok zordur.

Kanaatkârlık, bir hırka bir lokma anlayışı olmadığından, ilerlemeye engel değildir. Ama anlamsız ve insanları mutsuz eden ilerlemeye engeldir.

Allah’ım, bizlere, sadece Senin kulun olup, insanlara karşı bağımsız kalan kullarından olmamız için mücadele azmi ver.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | KANAATKÂR OLAN İNSAN VE TOPLUM BAĞIMSIZDIR için yorumlar kapalı

İSRAF KONUSU ÜZERİNE

İSRAF KONUSU ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız “Allah İsraf Edenleri Sevmez” başlıklı makalemizde, Kur’an’da anlatıldığı şekliyle israf konusunu incelemeye çalıştık. Ayetlere dayanarak vardığımız sonuçları kısaca şöyle özetleyebiliriz. Bütün evrenin sahibi olan Yüce Yaradan, dünyadaki bütün mülklerin de sahibidir. Mülkü paylaştırmayı, Allah yapmaktadır. Bu paylaştırmada mülk, her insana eşit şekilde dağıtılmamaktadır. Bizlerin toplumsal yönetim sistemini oluşturabilmemiz için, her insana farklı özellikler vermiştir. Bazılarımıza daha fazla rızık vermiştir. Ancak çok rızık verdiklerinden, az rızık verdikleriyle paylaşmalarını istemiştir. Bu kesin emre rağmen, paylaştıracağız diyerek israf etmememiz istenmiştir. Yani ne saçıp savuracağız, ne de cimrilik edeceğiz, ikisi arasında denge kuracağız.

Bu yazımızda ise konuya başka açıdan yaklaşmaya çalışacağız. Nelerin israf olarak kabul edilebileceğini tartışacağız.

İsraf, genel anlamıyla, gerçek bir ihtiyacı gidermek için gerekli olandan daha çok imkânın kullanılması halidir. Bu tanım açısından bakılınca israf, sadece bir insanın kullandığı ve gereğinden fazla olan imkânlar değildir. Bütün insanlığın kullandığı gereksiz imkânlar da, israf kapsamındadır. Yani israf, hem insan olarak hem de insanlık olarak yapılabilir.

Biz aşağıda, herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutmadan, çoğumuzun israf olarak düşünmediğimiz, ama aslında israf olan konuları aktaracağız. Yorumlar tamamen sizlere aittir.

Gezegenimizde yüz milyonlarca yılda oluşmuş tabii kaynaklar var. Bu kaynakları birkaç nesilde tüketmek, en büyük israftır.

Gerçek bir ihtiyaca cevap vermeyen şeyleri üretirken, az bulunan kaynaklar kullanılmışsa, israf katmerlenmiş olur. Bu şekilde üretilen şeyden azami fayda sağlanmamışsa, ilave israf yapılmış demektir.

Dayanıksız eşya üretmek de bir bakıma israftır. Tamir edilemeyen veya tamiri yenisinden daha pahalıya malolan eşya üretmek da israftır. Eşyaları daha dayanıklı hale getirmek ve tamir etmek israfı azaltır.

Sanayi atıklarını ve ev atıklarını, dikkatsizce çöp atık haline getirmek israftır. Bu atıkların içerisinden, ufak bir elden geçirme ile kullanılabilecek olanları da atmak, israftır. Atıkları yeniden kazanmaya uğraşmamak israftır.

Daha çok tarım alanında, bazen de sanayi ürünlerinde yapılan garip bir uygulama vardır. Üretim çok olduğu zaman, fiyatları düşürmek için, bir kısmı imha edilir. Bu uygulamalar da israftır.

Biyolojik bir sorunu olmadan şişman bir kişi olmak da, israftır. Sağlığını olumsuz etkileyeceğini bildiği halde tedbirsiz davranarak hasta olmak da israftır. Hem hasta iken kendisinin zamanını kullanamadığı için, hem de kullandığı ilaçlar ve gördüğü tedaviler açısından israf yapılmıştır.

Her insanın, birbirinden bazı farkları olsa bile, girişimcilik, yaratıcılık (geliştirmecilik), sorumluluk gibi özellikleri vardır. İnsanların bu özelliklerini kullanmayarak, sadece kemik-kas ve sinirden oluşan kas gücünü kullanması, israftır.

Ülkelerin saldırı silahlarına yaptıkları yatırım, israftır. Caydırıcılık özelliği var denilerek, nükleer silahlara yatırım yapma da israftır.

Zamanımızın çoğunu mal, bilgi veya hizmetten birisini üretmeden boşa geçirmek de israf olarak kabul edilebilir.

Toplantılarda gereksiz ve uzun konuşmalar yaparak, başkalarının vakitlerini gasp etmek de israftır.

Bu sitedeki “Enerji İhtiyacının İlginç Sebepleri” başlıklı bir başka yazımızda, enerji israfı hakkındaki fikrimizi ifade etmiştik. Yazımızda bahsettiğimiz israflardan ufak bir örnek vererek, israfın boyutunu daha iyi gösterebiliriz. Hayvan yetiştiriciliği için imkânları uygun olan İngiltere, kuzu etini 20.000 km uzağındaki Yeni Zelanda’dan temin etmektedir. Marul ihtiyacının bir bölümünü ABD’nin Kaliforniya eyaletinden sağlamaktadır. Bizim verdiğimiz bu örnekler, başta Türkiye olmak üzere, ülkelerin çoğu için de geçerlidir.

Yukarıda bahsettiğimiz örneklerin çok daha fazlasını okuyucular verebilirler. Verdiğimiz bu örneklerin bazısını israf olarak görmeyenlerimiz olacaktır. Her insan aynı hassasiyeti, aynı yönde gösteremez. Bizim yukarıda sıraladığımız bazı hususları israf olarak nitelememizin bir sebebi de, israf kavramının önemini vurgulamaktır. İsraf konusunu, daha geniş bir bakışla ele alarak daha titiz davranmaya başlamamız bile, insanlığın geleceği için büyük bir kazanç olacaktır.

Genel kategorisine gönderildi | İSRAF KONUSU ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ

KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ

 

Bilindiği gibi, Hıristiyanlığın geniş alana yayılması, Hz. İsa döneminde gerçekleşmedi. Hz. Peygamberin, Allah’ın huzuruna çıkmasından sonra ona inanan 12 Havari (dostu) aracılığıyla, Şam bölgesinin dışına yayılmaya başlandı. Bir taraftan Anadolu’ya diğer yandan Mısır’a kadar dolaşan Havariler, Hz. İsa’nın söylediklerini şifahi olarak anlattılar.

Ancak Hıristiyanlığın yaygınlaşması, Kilise çatısı altında kurumlaşmasıyla başladı. Çeşitli bölgelerde kurulan Kiliseler, Havarilerden sonraki nesillerden duyduklarını, halka iletme görevini üstlendiler. Fakat Kiliselerden bağımsız olarak çalışan Hıristiyan guruplar ve insanlar da vardı. Hıristiyanlık Batıya doğru yayıldıkça, farklı yorumlar oluşmaya başladı. Bu durum Kiliselere de yansıdı. Kiliseler arasında fikir ayrılıkları baş gösterdi. Biz, yazımızın konusunun dışında olduğu için, bu farklılıkları irdelemeyeceğiz.

Kilise dışındaki Hıristiyan gurupları engellemek isteyen Aziz Kipriyanus (ö. 258), “Kilise dışında kurtuluş yoktur” fikrini geliştirdi. Sonraki yüzyılda, Hıristiyanlık Romanın resmi dini haline geldi. Bu durum, Hıristiyan Kiliselerinin etkinlik merkezinin, İskenderiye’den Vatikan’a taşınmasına vesile oldu.

Vatikan’daki Kilise yetkilileri, Aziz Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve o İncil’in de bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kiliseye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”

Kilisenin bu baskısı, uzun yıllar devam etti. Fikrini ve tipini beğenmediklerini Engizisyon Mahkemelerinde yargıladılar. Aforoz etme, öldürme dâhil, her türlü cezaları verdiler. Öldürülmesine karar verdikleri kişinin, kendi Kiliselerinin bir üyesi olması bile sonucu değiştirmedi. Nitekim papaz Bruno, “güneş dünyanın etrafında dönmüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği ve iddiasından geri adım atmadığı için yıllarca hapis yatırıldıktan sonra 1600 yılında ölüme mahkûm edildi.

Fakat 15inci asrın sonunda Avrupa’da, hiç beklenmeyen bazı gelişmeler oldu. 1492 yılında başlayan keşifler, Avrupa’nın kaderinde bir mucize oluşturdu. Baruta sahip olan Batı Avrupa, kılıcı bile olmayan halkları ve topraklarını ele geçirdi. Onları köle gibi kullanarak yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmeye başladı. Batı Avrupa’nın toprak büyüklüğünün 20 katından çok fazla olan Amerika, Afrika, Hindistan ve Çin’in güney kısımlarından elde ettikleri ve maliyeti çok olan düşük ganimetlerle zenginlemeye başladılar. Zenginledikçe, en azından kendi çocuklarının eğitimine önem verdiler. Böylece, Kiliseden bağımsız guruplar oluştu. Zengin tüccar sınıfı türedi. Aristokratlar oluştu. Okumuş elitler ortaya çıktı.

İşte bütün bu gibi guruplar, Kilisenin yukarıda yazdığımız ve 1442 yılında yayınlanan Cantane Domino Kararname’sine itiraz ettiler. İtiraz edenler güçlendikçe, Kilisenin anlatımlarına inananlar azaldı. Avrupalılar, bu döneme “Aydınlanma Çağı” demektedir. Demek ki, Avrupalılar, Kilisenin etkili olduğu dönemi çok karanlık olarak görmüşlerdir.

Avrupalılar için mucize niteliğinde sonuçlar oluşturan bu keşiflerde Kilise, en az görev yapan kurum olmuştur. Yapılan soykırımları ya desteklemişler ya da seyretmişlerdir. Diğer taraftan Hıristiyanlığı insanlara anlatamamışlardır. Avrupalı yöneticilerle askerlerin soykırım yaptıkları ve Avrupa’dan giden halkların yerleştirildiği Amerika Kıtası ile köle konumundaki Afrika Kıtasının bir bölümünün haricinde, insanları Hıristiyanlığa kazanamamışlardır. Onlara göre ateist olan Hindistan ve Çin’de hiç etkili olamamışlardır. Hâlbuki Kilise, o dönemde mal varlığı olarak çoğu devletten zengin idi. Dolayısıyla, Hıristiyanlığı anlatmak için imkânları genişti. Zaten devlet yöneticileri de onların istediklerini veriyorlardı. Ama başarı sağlanamadı. Bu sonuçlar bile, tek başına, Kilisenin o dönemlerdeki anlayışının ve uygulamalarının yanlış olduğunun göstergesidir.

Zenginleyen Avrupalılar, Kilisenin bağnazlığına karşı mücadele ettiler. Onların bağnazlıklarını yok etmek için çok ciddi mücadele verdiler. Ama sonunda bir baktılar ki, hakikatleri de yok etmişler. Kilisenin uygulamalarını eleştirirken, Tanrı inancını aşırı zedelediler. Tek Yaratıcıya inancın olmadığı insanların ihtiraslarına gem vurulamadı. İnsanlık anlayışı ölüme doğru gitmeye başladı. Duyarlık ve duygular devre dışı bırakılırken, maddeciliğin hükümranlığı başladı.

Schopenhauer, Nietzche, Michel Henry gibi filozoflar, aynı soruyu sormak durumunda kaldılar: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Aydınlanma Çağının sonucunda gelinen halimizi anlatan Batılı düşünürlerin bütün eserleri, insanın ve insanlar arası ilişkilerin yok oluşuna bir ağıt, bir çığlıktır.

Demek ki, Kilisenin yanlışlarının aynısını, ona karşı çıkan ve Aydınlanma Çağını oluşturan bilimciler de yapmışlar. Bilim değil, bilimcilik yapan bu insanlar, hem Tanrı inancını sarstılar, hem de insanlık anlayışını ve duyarlığı zedelediler. Sonuçta Hıristiyan Dünyası, her iki tarafın yaptıklarıyla kötü örnek oldu. Dünya üzerinde kurdukları ve tarihte görülmemiş muazzam egemenliklerine rağmen, günümüzde Hindu ve Budizm inancına sahip insanların sayıları Hıristiyanlardan çok fazladır.

Dünya küreselleştikçe, Kiliselerin ve diğer dinlerin benzer kurumlarının hataları ve onların yanlışlarına aynı hatayla cevap veren gurupların yaptıkları, hepimizi olumsuz yönde etkilemektedir.

Eğer, küreselleşen dünyamızda, bütün guruplar ve ferden insanlar olarak, yaşananlardan ders almaz, silkinip kendimize gelmezsek, insanlığın kendi kendini yok etmeye doğru, hem de geri dönülemez adımlarla gitmesi hızlanmıştır. Böyle bir durumda, yaşayan nesiller olarak bizler de, medeniyetlerin mezarcısı konumuna düşeceğiz. Mezarcı haline gelmemizin sorumluluğu, hepimizin olacaktır. Sorumluluk paylarımız, toplumdaki konumumuza ve etki alanımıza göre değişecektir.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ için yorumlar kapalı

YOKSULA DEĞİL, YOKSULLUĞA KARŞI SAVAŞ

YOKSULA DEĞİL, YOKSULLUĞA KARŞI SAVAŞ

 

Günümüzde uygulanan ekonomik sistem kapitalizmdir. Kapitalizmin temel anlayışı, “çalışmayana ekmek yok” şeklindedir. Bu anlayış, yoksulluğa değil, yoksula karşı savaş açmak anlamına gelir. Şimdilerde terk edilen komünizm ise, bir kişinin işini, birkaç kişiye yaptırarak işsizliği yok etmeye çalışmıştır. Bu uygulamanın amacı, işsiz kalan kişilerin yoksullaşmasını önlemektir. Fakat gerçekte, herkesin yoksullaşmasına vesile olmuştur.

Kapitalizm, kişilerin toplum içerisindeki yerlerini, onların kabiliyetlerine bağlar. Dolayısıyla, zengin olan bir kişi, bu başarının sebebi olarak kendi becerisini görür. Bu anlayışa göre, üstün kabiliyetli olanlar ve işini yürütebilenler, yoksulluktan azade olmayı hak ederler. Kapitalistlere göre, kabiliyetsiz olanlar veya işini yürütemeyenler, yoksul olmayı hak etmişlerdir.

Benzer anlayış, komünizmde de vardır. Orada da kabiliyetli olanlar ve işlerini yürütenler, yönetici olmayı hak etmişlerdir. Diğerleri, yönetilmeye ve güdülmeye layık insanlardır. Yöneticiler, daha ihtişamlı bir yaşamı hak ederken, diğerleri yani yönetilenler, yoksulluğu paylaşmak durumundadırlar.

Dolayısıyla hem kapitalizmin hem de komünizmin bakışında, yoksulluktan azade olmak, her insanın hakkı değildir. Kabiliyeti olan ve işini yürütenlerin hakkıdır.

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti, ne kapitalist ne de komünist bir sistemi uygulamamıştır. Osmanlıda “Kerim Devlet” anlayışı vardır. Kerim Devlet, zenginin veya gemisini yürütenin değil, yoksulun yanındadır. Güçsüzlerin sığınağıdır. Hem de, insanları hiç yargılamadan böyle yapar. Onları, kabiliyetlerine ve iş bitiriciliklerine göre değerlendirmez.

Diğer taraftan Kur’an’a baktığımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları eşit özelliklerde yaratmadığını ifade ettiğini görürüz. Kur’an, bunun sebebini, bizlerin toplumsal düzeni oluşturabilmemiz ve birbirimize iş gördürebilmemiz olarak açıklar. Fakat insanların, Allah nezdinde eşit muameleye tabi olacaklarını, çok sık olarak, anlatır. Yüce Yaradan nezdinde, bey ile er, zengin ile fakir, amir ile memur hepsi aynıdır.

Yüce Yaradan, bizlerden de, insanlara eşit muamele etmemizi ister. Ayrıca başka şeyler de ister. Mülkün sahibinin Allah olduğunu vurgulayarak, kendilerine daha fazla rızık verilenlerin, yani zenginlerin, daha az verdiği insanlarla yani yoksullarla varlıklarını paylaşmalarını emreder. Kur’an’daki infak emri tamamen insanlar arsındaki maddi güç farkını azaltmak içindir. İnfak konusunun ideal hedefi, insanlar arasındaki maddi eşitliktir.

Kur’an’da emredilen zekât ise, doğrudan fakirleri korumak içindir. Kur’an’ın tavsiye ettiği sadaka verme işlemi de, yoksullara ve gariplere yöneliktir. Kur’an, kimlere sadaka ve mal verileceğini Bakara 177 gibi birçok ayetinde açıklar. Verdiğimiz malların da, sevdiğimiz bir eşya olmasını ister. Kendimizin beğenmediği bir şeyi vermemizin sadaka olmayacağını belirtir.

Yüce Yaradan, verilecek sadakaların, ihtiyacı olan kimseyi incitmeden yapılmasını ister. Mümkün olduğu kadar başkaları bilmeden verilmesini tavsiye eder. Hattâ, yardım edilen kişinin, sadaka veren şahsı bile bilmemesi istenir. Yardımları bu şekilde yapanlar daha üstün olarak görülür.

Nitekim halkı Müslüman olan bazı şehirlerde eskiden sadaka taşları var imiş. İnsanlara yardım etmek isteyenler, bu taşın içine vermek istedikleri miktarda sadakayı koyarlarmış. Yoksul insanlar ihtiyaçları olduğunda gelip, bu taşın içerisinden o anki sıkıntılarını giderecek kadarını alırlar, gerisini, başka bir fakir faydalansın bırakırlarmış. Günümüzde pek kullanılmamakla birlikte bu taşlardan halen Üsküp gibi bazı şehirlerde örnekleri vardır.

Yoksulların tek ihtiyaçları maddi değildir. Her insan da olduğu gibi, onların da manevi sıkıntıları vardır. Hattâ manevi sıkıntı bazı fakirlerde daha fazladır. Yoksulluğu aşamama, başkalarına muhtaç olma haline, zenginlerin kayıtsız kaldıklarını gören bir insanın sinirleri daha çabuk bozulur. Bu durum onları bazen daha saldırgan yapar.

İşte bu sebeple, sadakalar sadece maddeten verilen şeyler değildir. İnsanlara güler yüzlü davranmak, yaşlılara hürmet etmek, küçüklerin başlarını okşayarak sevgi göstermek, elindeki bir yükü taşımakta zorlanan birine yardımcı olmak gibi davranışlar da sadakadan sayılırlar. Böylesine yardımlara muhatap olan garipler, hayata daha sıkı bağlanırlar. Toplum içerisinde daha uyumlu olurlar. Onlar da başkalarına aynı güzellikle davranırlar.

Bu hususlarda çok fazla örnekler verilebilir. Her okuyucu bu konuda ayrı bir bilgiye sahiptir. Bizim burada anlatmak istediğimiz, Kur’an’daki ibarelerin uygulanması halinde, yoksula karşı değil, fakirliğe karşı savaşılmış olacağıdır. Böyle toplumlarda huzur olur. İnsanların gözü başkalarının mallarında olmaz. İnsanlar arasındaki düşmanlık ve kin gütme, en azından, böyle bir nedenden dolayı olmaz.

Hâlbuki kapitalist sistemlerde, fakirler ve zenginler arasında düşmanlık bitmez. Komünist yönetimlerde de seçkin yöneticiler ile yönetilenler arasındaki mücadele bitmez. Sonuçta toplumda huzur olmaz. Çünkü bu sistemler, yoksulluğa karşı değil, fakirlere ve gariplere karşı mücadele vermektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | YOKSULA DEĞİL, YOKSULLUĞA KARŞI SAVAŞ için yorumlar kapalı

ÜLKELERİN HELÂK SEBEPLERİ ÜZERİNE

ÜLKELERİN HELÂK SEBEPLERİ ÜZERİNE

 

Yüce Yaradan, Kur’an’ında bizlere, bazı ülkeleri helâk ettiğini hatırlatır. Peygamberlerinin karşılaştığı olaylarla ilgili olarak aktardığı kıssalarda, bölgeleri neden helâk ettiğini açıklar. Bu yazımızda, bizim ele alacağımız helâk sebebi, İsra Suresinin 16ıncı ayetinde anlatılandır.

17 İsra Suresi 16: “Biz bir ülkeyi (hak ettikleri için) yok etmek istediğimiz zaman, onların devletlilerine (itaati) emrederiz, onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helake müstahak olur, biz de onu yerle bir ederiz.”

Ayetten anlaşıldığına göre, Allah, ülkelere şanslar veriyor. Onları doğru yola iletmek için, uyarıcılar vasıtasıyla emirlerini gönderiyor. Burada, emir sözünden ne anlayacağımızı, Kur’an’ın genel olarak anlatmak istediğinden çıkarabiliriz. Yüce Yaradan, uyarıcılarının söylediklerine uyulmasını, gösterdiği yolda yürünmesini, emir ve yasaklarına riayet edilmesini istiyor.

Allah, bu isteklerini fert olarak kişilere hitaben yaptığında, sonuçlarından sadece o şahıs sorumlu oluyor. Herhangi bir büyüklükteki yerleşim yerindeki halka ve ileri gelenlerine hitaben yaptığında, o bölgede yaşayanlar sorumlu oluyor. Bu uyarıyı bir ülkenin ileri gelen zenginlerine ve yöneticilerine yaptığı zaman, sonuçlarından bütün ülke sorumlu oluyor.

İlk bakışta bu uygulamada bir haksızlık varmış gibi görünüyor. Bu sebeple konuyu biraz daha ayrıntılı irdelemek gerekiyor. Eğer, yöneticiler Yüce Yaradan’ın emirlerini uygularlarsa, o ülke abat oluyor. Dolayısıyla halk da huzurlu ve mutlu yaşıyor. Eğer, idareciler, emirlerin aksine hareket eder ve kötü işler yaparlarsa, o ülke helâk oluyor,  halk da, perişan oluyor.

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Amirin Emirlerinde Memurun Sorumluluğu” başlıklı makalemizde, bu yazımızın konusuyla da bağlantılı olan iki örnek vermiştik. Birincisi, ilk halife olan Hz. Ebubekir’in, seçildikten sonra söylediği,  “Doğru yolda ve Hak üzere olduğum sürece bana uyunuz, Haktan ayrılırsam, beni dinlemeniz gerekmez” sözü idi.

İkincisi, sonraki halife yani Hz. Peygamberin temsilcisi olan Hz. Ömer ile ilgiliydi. Hz. Ömer de, ilk hutbesinde şöyle sorar: “Ben Allah’ın yolundan çıkarsam ne yaparsınız?” Bu soru üzerine cemaatten bir sahabe, elini kılıcının kabzasına atar ve “seni bu kılıcımla doğrulturum” der. Hz. Ömer bu cevaba sevinir ve böyle sahabeler olduğu için ağlamaklı bir şekilde Allah’a şükreder.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, halk, amirlerinin davranışlarını denetlemek ve tavrını ona göre belirlemekle yükümlüdür. Halkın, “bilmiyorduk” deme hakkı da yoktur. İsra Suresi 36ıncı ayet, insanlara bu konuda, “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar “ diyerek sorumluluk yüklemektedir. Dolayısıyla halk, yöneticilerin peşinden körü körüne giderse, sorumluluğu paylaşmaktadırlar. Yöneticilerin yanlışlarını bildikleri halde desteklerlerse, aynı suçu işlemiş olurlar. Bu anlayış zaten, bütün gelişmiş hukuk sistemlerinde aynen vardır.

Yazımızın konusu olan İsra Suresi 16ıncı ayete dönersek, yöneticilerin hatalarından halkın da sorumlu olmasının, adalete aykırı olmadığını anlamış oluyoruz. Ancak bazen halk, yöneticileri tarafından büyük bir baskı altında olabilir. Dolayısıyla idarecilere karşı çıkmaları ve sonuç almaları çok zor olabilir. Böyle ortamlarda, halka düşen görev, yöneticilerin kötülüklerine alet olmamaya çalışmak ve onları tasdik etmemektir. Eğer insanlar, yöneticilerine uymazlar ve kendileri Yüce Yaradan’ın emirlerine uyarlarsa, Allah o ülkeyi perişan etse bile güzel davranış sergileyenlere güzellikler verir. Bu güzellikler bazen sadece ahirette olur, bazen de her iki dünyada da verilir. Bu tamamen Yüce Yaradan’ın kararına bağlıdır.

Halkın içerisinden, yöneticilerin yanlışlarına uymayanların sayılarının artmasındaki sorumluluk, öncelikle uyarıcılara aittir. Bilindiği gibi, Yüce Yaradan, emirlerini uyarıcıları aracılığıyla gönderir. Emir ve yasaklarına uymayanları cezalandırdığı alan da, uyarıcılarının haberlerinin ulaştığı yerlerle sınırlıdır. Allah, uyarıcılarının haberlerinin ulaşamadığı yerlerin halkını sorumlu tutmamaktadır. Böylelerinin sorumlulukları, Yüce Yaradan’ın onlara verdiği akıl, vicdan ve iradeyi nefislerinin emrine vermemektir.

Bu sebeple, uyarıcılar, mümkün olduğu kadar, insanlara haberi ulaştırmakla yükümlüdürler. Bilindiği gibi, çok eski dönemlerde gelen uyarıcılar, daha dar bölgelere gönderilmişler. Helâk edilenler de, sadece o dar bölge halkı olmuştur. Yüce Yaradan, uyarıcı göndermediği hiçbir beldeyi helâk etmediğini bildirmektedir. Nuh Tufanının çok daha geniş bölgede olmasının muhtemel sebebi, Hz. Nuh’un 950 yıl yaşamasıdır. Bu uzun sürede, Hz. Peygamberin getirdiği haberin, onun yaşadığı bölgeden çok daha geniş alanlara yayılması kaçınılmazdır. Küreselleşen dünyamızda, böylesine uzun yıllar beklenilmesi düşünülemez.

Dolayısıyla, halkı uyarma hususunda, günümüzde kitle iletişim ve ulaşım araçlarının imkânlarından yararlanılmalıdır. Ülke yöneticilerinin halkın haber alma kaynaklarına uyguladığı ambargolar aşılmalıdır. Halk mutlaka ve genel anlamda bilgilendirilmelidir. Buna rağmen insanlar yöneticilerinin peşinde gidebilirler. Böyle durumlarda sorumluluk halkındır. Çünkü halk yani insanlar, yaşanan olayları sorgulamakla yükümlüdürler. Zaten, Yüce Yaradan’ın bütün kutsal kitaplarındaki ifadelerinden anlaşılacağı gibi, uyarıcıların verdiği haberlere insanların uyup uymaması, uyarıcıların sorumluluğunda değildir. Bu nedenle, halkın yapılan uyarıları dikkate almaması sonucunda başlarına geleceklerden, uyarıcılar sorumlu olmazlar.

Günümüzün küreselleşmiş dünyasında, uyarıcılık görevi, Yüce Yaradan’a kalpten inanan her bir insana aittir. Küreselleşmenin getirdiği bir başka husus, herhangi bir ülkedeki yöneticilerin yaptığı kötülüklerin, bulaşıcı olduğu ve çevredekileri de etkilediği gerçeğidir. Bu durumda sorumluluk, çevre ülkelere ve hattâ bütün dünyaya da düşmektedir.

Dolayısıyla, küreselleşen dünyamızda, gezegenimizin helâk olmasının sorumluluğu hepimize ait olduğu gibi,  güzelleşmesinden de hepimize bir başarı payesi vardır.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ÜLKELERİN HELÂK SEBEPLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KÂR EDERKEN ÖVÜNENLER, ZARAR EDERKEN DÖVÜNEMEZLER

KÂR EDERKEN ÖVÜNENLER, ZARAR EDERKEN DÖVÜNEMEZLER

 

Bu sitede ekonomik buhranlar üzerine çeşitli makaleler yazdık. Buhranların sebepleri hakkındaki fikirlerimizi okuyucularımızla paylaştık. Ekonomik durgunluk başlayınca, ortamın krize dönüşmesine neden olan tetikleyici uygulamalardan bahsettik.

Ekonomik durgunlukların buhrana dönüşmelerini tetikleyen etkenlerden, önemli iki tanesini kısaca aktardık. Bunlardan biri hükumet politikaları, diğeri bankaların tavırları idi. Her ikisinin ortak yönleri, kâr ederken kendi hanelerine yazmaları, zarar söz konusu olduğunda başkalarını suçlamalarıdır. Bu ikilinin bir başka ortak tarafları, ekonomik durgunluk dönemlerinde, kaderlerinin birbirlerinin tavırlarına bağlı olmalarıdır.

Bankalar, ekonominin çarklarının iyi döndüğü günlerde, yüksek kazançları hedeflerler. Kazançlarını azamileştirmek için daha riskli alanlara girerler. Daha çok faiz alabilmek için riskli müşterileri arayıp bulurlar. Verdikleri kredilerin miktarları, kendi öz sermayelerini defalarca katlayacak kadar çoktur. Topladıkları mevduat miktarlarından da fazladır. Bankaların işlemleri şeffaf olmadığından, verdikleri kredinin, topladıkları mevduatlarından ne kadar çok olduğu bilinememektedir. Ancak bu tavırları bile, diğer riskli işlerinin yanında risksiz gibi kalmaktadır.

Bankalar, kurdukları finans kuruluşları ve borsa şirketleri aracılığıyla çok daha riskli alanlara yatırım yapmaktadırlar. Bu finans kuruluşları, kendi öz sermayelerinin 30-40 katı civarında kâğıt riski alsalar bile, önlerine “durun bir dakika” diyecek bir denetim mekanizması çıkmamaktadır. Denetimsizliğin verdiği rahatlıkla, bunlar, daha çok kazandırdığı için çok riskli kâğıtlar olan türev ürünlere yönelmektedirler.

Türev ürünlerin ne olduğunu, “Borsalar Dünyanın En Büyük Kumarhaneleri Olma Yolunda” başlıklı makalemizde anlamaya çalışmıştık, ama yine de tam kavrayamamıştık. İşte, dünya üzerinde en fazla 5-10 uzmanın anlayabildiği söylenen bu türev ürünlere, öylesine yüksek miktarlarda yatırım yapıyorlar ki, inanılmaz! Bir örnek verirsek, 2007 yılında ABD’de Bear Stearns adlı finans kuruluşu, borsadaki kendi hisse değerlerinin toplamının 35 kat fazlası türev ürün riski taşıyordu. Toplam riski 13,4 trilyon dolar idi. Yani, toplamda, ABD’nin GSYİH rakamı kadar büyük riske girmişlerdi.

O dönemde, bu kuruluşa dışarıdan bakanlar, başarılarını gıpta ile izliyordu. Kurumun yöneticileri, gururla övünüyorlardı. Varlıklarının 35 katı oranında ve ABD halkının çalışmasının toplamına eşit miktarda iş yapmışlardı.

Bazı bankalar, büyüklüklerine güvenerek, ekonomik buhran öncesinde kanunsuz işlemler yaptılar. Terör guruplarının ve kanunsuz iş yapan şirketlerin paralarını akladılar. Böylece yüksek kazanç sağladılar. Bu tavırları, terör guruplarının suçlarına ortak olma anlamına gelmekteydi. Fakat bu işlemleri tespit edilen bankalar, eğer batmasına izin verilmeyecek kadar büyük ise, ceza da almadılar. Yargıyı temsil eden hâkimler, kanunları dikkate almadılar. Konuya, sosyal ve siyasi açıdan yaklaştılar. Ceza verdikleri takdirde, bu bankaların kötü tanınacağı ve halkın paralarını çekmek isteyeceğini düşündüler. Halkın tepkisinin, sadece o bankanın batmasına değil, sistemin çökmesine sebep olabilir diye korktular. Dolayısıyla, hukuk açısından değil, ekonomi ve siyaset açısından karar verdiler.

Ceza almayanlar veya çok az ceza ile kurtulanlar, sadece bankalar değildi. Aldıkları kararlarla yalnızca toplumu değil, kendi bankalarını bile zarar ettirirken kendileri kazanmaya devam eden yöneticiler de, birkaç göstermelik uygulama dışında, ceza almadılar.

Daha küçük ölçekli bankalardan bazıları da, aynı yanlış işlere bulaştılar. Fakat bunlar akıllı davranarak, ceza almamak için, diğer bankalarla bağlantılı işlemler yaptılar. Böylece kendileri batarsa, diğerlerinin de batacağı korkusunu oluşturarak kurtulmaya çalıştılar.

Diğer taraftan, üretici şirketlerin zor kazandıkları veya zarar ettikleri dönemlerde, bankalar ve bağlı kuruluşları yüksek kârlar açıklamaya devam ettiler. Bu durumun sebeplerinden biri, yukarıda anlattığımız ortamlardır. Diğer bir sebebi ise, bankaların kendi müşterileri üzerinden, işlem bazında para kazanmalarıdır. Bankalar kredi kartları, pos cihazları, bankamatikler ve internet üzerinden yapılan her işlemde yüksek kârlar elde etmektedirler.

Bankaların, bu yanlış ve halkı sömüren davranışlarına rağmen, ekonomik buhranlar sırasında, bazı bankaların kurtarılmaları, onları daha cesur yapmıştır. Bu husustaki bazı örneklerimizi “Ekonomik Buhrandan Ders Alındı mı” başlıklı yazımızda aktarmıştık.

Eğer, gelmesine kesin gözüyle bakılan, sadece geleceği süre için farklı zaman birimleri söylenen ekonomik krizde, yine aynı hatalara düşer ve sorumsuzca hareket eden bankaları kurtarmaya çalışırsak –ki buna hükumetlerin maddi güçleri, para bassalar dahi yetmeyebilir- bankalar, insanları kandırmaya devam ederler. İnsanlar da, onlarla birlikte ve daha yüksek kâr elde edebilmek için risk almayı sürdürürler. Bankalar batmayıp kurtarılınca, onlarla birlikte hareket eden küçük sermaye sahipleri de kaybetmemiş olurlar. Risk almalarına rağmen hiç kaybetmeden kazanan bu gurup, “açıkgöz” insanlar olarak görülürler ve başkaları tarafından örnek alınırlar. Bu sebeple, risk almayı hedefleyen insan sayısı hızla artar. Oluşacak bir sonraki buhranda, hiçbir hükumet, sayıları artan bu küçük yatırımcı gurubun zararını karşılayamaz.  Sonuçta, bir sonraki krizin altında, bütün dünya insanları olarak hepimiz birlikte kalırız. Bu sonuç, riskli yatırımlara girmeyen insanların da zarar etmelerine vesile olur. Çünkü bankaları kurtarmak için, vatandaşların vergileri harcanır.

Bilindiği gibi, türev ürünler, Warren Buffett’in deyimiyle, finansal kitle imha silahı haline gelmişlerdir. Çünkü finans kurumları mudilerini yanlış bilgilendirmektedir. Bu nedenle masum olarak kabul edebileceğimiz küçük yatırımcıların, bu türev ürünler yüzünden, gelecekte zarar çekmelerine izin verilemez.

O halde yapılması gereken, hep birlikte batmadan önce tedbir alınmasıdır. Eğer önceden alınan bu tedbirlere uymayan bankalar, maliyeciler ve avukatlar birlikte hareket ederek insanları aldatmayı sürdürürlerse, oluşacak bir ekonomik durgunlukta batmayı hak etmiş olurlar.

Finans kurumları “biz batarsak ekonomi batar” düşüncesinde oldukları ve insanları buna inandırdıkları için, rahat hareket ediyorlar. Bunlar, siyasetçilerin büyük çoğunluğunun, halkın ekonomik sorunlarına çözüm üretemediklerini de, sevinerek, görüyorlar. Dolayısıyla politikacıların, kendilerine yani finans kurumlarına mahkûm olduklarını biliyorlar. Bu gerçek, onların daha pervasız davranmalarına sebep oluyor.

Konuya bir başka açıdan bakalım. Eğer toplumun zarara uğramasından hiç kimse sorumlu tutulamıyorsa, kimseye ceza verilemiyorsa, suçun, hem uyguladığımız ekonomik sistemde hem de siyasi sistemde ve yöneticilerde aranması, kaçınılmaz olur.

Bu nedenle, yeni bir ekonomik buhranın olması durumunda, kararlı davranarak, iki guruptan da kurtulmayı başarmak gerekir. Hukuk ve halk, sahtekâr bankacılardan, finans kurumlarından, bunların yöneticilerinden ve hırslı siyasilerden kurtulmayı başaramazsa, belki onlar kurtulurlar ama bütün sistem çöker. Hepimiz çöken sistemin altında kalırız.

Eğer halkın ve hukukun, bunları cezalandırması, suçluların batmasına izin vermesi veya yeni bir sistem kurması gerçekleşmezse, kabahat, tamamen demokrasi ve özgürlük anlayışının üzerinde kalır. Sonuçta, bütün insanlık perişan olur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KÂR EDERKEN ÖVÜNENLER, ZARAR EDERKEN DÖVÜNEMEZLER için yorumlar kapalı

ALLAH’IN DESTEĞİ, KULUN MÜCADELESİNE BAĞLIDIR

ALLAH’IN DESTEĞİ, KULUN MÜCADELESİNE BAĞLIDIR

 

Aslında bu konu ile bağlantılı birçok olayı hemen her insan yaşamıştır. Biz de bu konunun bazı yönleriyle ilgili olarak, daha önceki yazılarımızda fikirlerimizi belirtmiştik. Bu yazımızda, mümin olarak vasıflandırılan insanlardan bazılarının, düşmanlarına karşı yapacakları her mücadelelerindeki bazı tavırlarıyla ilgili olacak.

Bazen, nefsimizin etkisinde kaldığımızdan, Allah’a inanıyoruz diye, Yüce Yaradan’ın, bizi her zaman ve her şartta desteklemesini istiyoruz. Hayal ettiğimiz destek bazen geliyor, bazen gelmiyor. Desteklendiğimizde başarıya ulaşıyoruz. Biz muvaffak oldukça, başarımızın asıl sebebin Allah’ın bize olan desteği olduğunu unutuyoruz. Kendimiz başarmış gibi düşünüyoruz. Kendimizle gururlanıyoruz. Destek gelmediğinde, kendimize dönüp bakmıyoruz. Kabahati, hemen Yüce Yaradan’a atıyoruz. Bizi desteklemediği için, “Allah’a inandığımızı yani Müslüman olduğumuzu söylüyoruz, ama bize destek niye verilmiyor” diyerek nazlanıyoruz veya tafra yapıyoruz.

Yüce Yaradan, bu hususta da bize Kur’an ile yol gösteriyor.

49 Hucurat Suresi 17: Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine, eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.”

Ayetteki “eğer doğru kimselerseniz” sözü, bizlere çok şey anlatıyor. Gerçekten doğru olan bir kimse, kendisinin imana erdirilmesinin, Yüce Yaradan’ın bir lütfu olduğunu anlar. Kalbinde hastalık bulunan, yani sadece diliyle iman eden bir kişi, tam tersini düşünebilir. Kendisinin Allah’a inanmasını, kendisinin Yüce Yaradan’a verdiği bir lütuf gibi görebilir.

Allah’ın yardımıyla ilgili olarak, örnek alınabilecek en bilinen ve Kur’an’da da anlatılan olaylar, Bedir ve Uhud Savaşları sırasında yaşananlardır. Bilindiği gibi, Müslümanlar ile müşrikler arasındaki ilk savaş, Bedir Harbidir. Bu savaşta Müslümanlar, kendilerinden üç kat fazla ve yaklaşık bin kişi olan rakiplerini yenmişlerdir. Böylece büyük bir nam kazanmışlardır. Bu savaştan sonra inen Kur’an ayetlerinde Allah, Müslümanlara nasıl yardım ettiğini anlatır.

8 Enfal Suresi 17: “Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.”

18: “Gördünüz ya, Allah, kâfirlerin kurduğu tuzağı işte böyle boşa çıkarır”

Sonraki ayet ise, Allah’ın yardımının şartlarını ifade eden bir uyarıdır.

19: “Fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir, eğer aşırı gitmez de son verirseniz, hakkınızda daha hayırlıdır. Yok, eğer dönerseniz, biz de döneriz. O vakit askeriniz çok da olsa size hiç bir şekilde fayda vermez. İyi biliniz ki, Allah müminlerle beraberdir.”

Bedir Savaşındaki yenilgiyi hazmedemeyen Mekkeli müşrikler, bu defa üç bin kişilik bir ordu toplarlar. Hz. Muhammed (s.a.v.), durumu sahabeleriyle istişare eder. Hz. Peygamber ve birçok sahabe, Medine’de kalarak düşmanı şehirde karşılamayı teklif ederler. Fakat Bedir Savaşına katılmayan gençler, dışarıya çıkarak Uhud mevkiinde karşılamayı isterler. Hz. Peygamber’in Medine’de kalınması teklifine rağmen, çoğunluğun kararı dışarı çıkmak olunca, toplanıp Uhud’a giderler. Yola bin kişi çıkarlar. Yolda, Abdullah bin Uvey, Hz. Muhammed’e “çoluk-çocuğun sözünü dinledin, Medine’de kalmalıydık” diye itiraz eder ve üç yüz atlıdan müteşekkil arkadaşlarıyla geri dönerler.

Geriye kalan 700 kişi, hiç duraksamadan 3.000 kişilik düşmana karşı savaşmak için, yola devam ederler. Harbin başlarında Müslümanlar gayretli bir mücadele verirler. Allah’ın yardımı sayesinde düşman bozulur, gerilemeye başlar. Fakat bu arada beklenmedik bir şey olur. Düşmanın arkadan dolaşarak Müslümanları çembere almaması için, bir tepeyi tutmakla Hz. Muhammed tarafından görevlendirilmiş olan 40 Müslüman okçu, ganimetlerin paylaşılmaya başlanacağını düşünürler. Onlara Hz. Peygamberin verdiği “peygamber öldü deseler bile, yerinizi terk etmeyin” emrine rağmen, üç kişiyi bırakarak ganimetten pay almak için alana inerler. Bu durumu fark eden düşmanları arkadan dolaşarak Müslümanları yenerler. Hz. Peygamber yaralanır, hattâ şehit olduğu haberi yayılır. Savaş alanından çekilirler. Daha sonra, düşmanları da alanı terk edince geri gelerek, şehitlerinin naaşlarını alırlar.

Bu olayları, Yüce Yaradan, bize aşağıdaki ayetle aktarır ki, ders alınsın.

3 Ali İmran 152: “Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber’in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.”

Sonraki ayetler de, bu olayla ilgili bilgi vermektedir. İsteyenler bakabilirler. Biz, konumuzla ilgili olarak yukarıda verdiğimiz ayeti yeterli görüyoruz. Çünkü bu ayette Yüce Yaradan, olayı net bir şekilde özetlemiş.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Müslümanlar 1000 kişi ile yola çıkmışlardı. Aralarından üç yüz kişi geri dönünce 700 kadar kaldılar. Gelen düşman 4 katı fazla idi. Ama hiç duraksamadan yola devam ettiler. Yani, ahireti istediler ve kendileri mücadele ederse, Allah’ın kendilerini destekleyeceğine inandılar. Allah’ın da, onların bu inançlı tavırlarına karşılık, onlara yardım etme kararı aldığını ayetten anlıyoruz.

Çünkü ayetin başlangıcında, “Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir” denilmesi, bu durumu anlatmaktadır. Allah, vaadini, Kendi Kendine yapmıştır. Savaşa gidenlere bu yardımı yapacağını söylememiştir.

Fakat Allah’ın yardımı sayesinde düşman bozulunca, ayete göre, Müslümanların bazıları zaafa düşmüşlerdir. Ahireti isteyenlere karşılık kimisi dünyayı istemeye başlamıştır. Bunun üzerine ayete göre, Yüce Yaradan, fikrini değiştirmiştir. Çünkü yukarıda verdiğimiz Enfal Suresi 19uncu ayette, Müslümanları bu konuda uyarmış ve şöyle demişti: “Yok, eğer dönerseniz, biz de döneriz. O vakit askeriniz çok da olsa size hiç bir şekilde fayda vermez.”

Fakat Müslümanların çoğu ahireti isteyerek mücadele ettiği için, onların yenilmelerine müsaade etmesine rağmen, Allah, onları bağışladığını ifade ediyor.

Demek ki, bizler dünya nimetlerinin daha fazlasını elde etme peşinde koşmadan, ahireti gözleyerek mücadele edersek, Yüce Yaradan, bizleri destekliyor. Mücadelemizi, dünyevi kazançlar için yapmaya kalkışırsak, bizlerden desteğini çekiyor. Biz Müslümanız diye destek vermeye devam etmiyor.

Allah, bizleri sürekli imtihan etmekte olduğunu, birçok ayetinde belirtmektedir. Bunlardan bir tanesi olan 29 Ankebut Suresi 2inci ayet şöyle: İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?

Geçmiş bütün insanlar gibi, ilk Müslümanlar da hep imtihan olmuşlardır. Yukarıda bahsettiğimiz Uhud Savaşından sonra, Hendek Harbinde de denenmişlerdir. Hendek Savaşında müşrikler, o güne kadar yarımadada görülmemiş 10.000 kişilik ordu ile gelmişlerdi. Müslümanlar onları, Medine’nin bir kısmında çevreye kazdıkları bir hendeğin arkasında durarak karşılamışlardı. Fakat gelen düşman çok kalabalık olduğundan, gece gündüz mücadele etmek zorunda kalmışlardı.

Yüce Yaradan, Müslümanların durumlarını şu ayetlerle anlatır:

33 Ahzab Suresi 10: O zaman onlar, hem üstünüzden gelmişlerdi, hem aşağı tarafınızdan ve o vakit gözler kaymış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı. Siz Allah’a türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz.

11: İşte burada müminler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12: O vakit münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar: “Allah ve Resulü bize bir aldanıştan başka bir vaat yapmamış.” diyorlardı.

Ayetlerden anlaşıldığına göre, Müslümanlar, müşriklerle savaştıkları için, Allah’ın kendilerini mutlaka destekleyeceğini düşünmüşlerdir. Bedir Harbinde ve Uhud Savaşının başlangıcında olduğu gibi, kendilerinin hemen destekleneceğini ummuşlardır. Ama olmamıştır. Çünkü imtihan vardır. Doğru insanlar ve yalancılar ortaya çıkarılacaktır. Nitekim bu imtihanı kaybedenler olmuştur. Fakat bazı Müslüman savaşçılar, olaya farklı açıdan bakmışlardır. Ahzab 22inci ayette bu durum şöyle anlatılır: ‘Müminler, ahzabı (düşman birliklerini) gördükleri zaman: “İşte bu, Allah’ın ve Resul’ünün bize vaat ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söyledi.” dediler. Bu onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı.’

Ayetteki inançla, canla başla ve hiç yüksünmeden mücadeleyi sürdüren Müslümanlar olduğu için, Allah, sonunda şu ayetlerde belirttiği desteğini vermiştir.

Ahzab 9: “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın. Hani size ordular gelmişti de üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular salıvermiştik. Allah ne yaptığınızı görüyordu.”

Aşağıdaki ayetler de, Allah’ın desteğinin, bizim davranışlarımıza göre olacağını vurgulamaktadır.

3 Ali İmran 142: “Yoksa siz, Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?”

2 Bakara Suresi 214: Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah’ın yardımı yakındır.

Bütün bu ayetlerden anlaşılan o ki, Allah yolunda yaptığımız bir mücadeleye, “nasılsa Yüce Yaradan bizi destekler” kolaycılığıyla girişmeyeceğiz. Mücadeleyi biz başlatacağız, sadece Allah rızası için ve ahiret hayatını gözleyerek, korkmadan sürdüreceğiz. Biz samimiyetle ve böyle mücadele ettikçe, Allah’ın bize olan desteğini göreceğimizi ayetler bize bildiriyor. Zaten, geçmiş hayatımızı bu gözle tekrar incelersek, ayetlerde anlatılanların kendi başımızdan geçtiğini anlarız.

Allah’ım, bizlere, bozgunculara ve hainlere karşı mücadele etme imkânı ver.

Allah’ım, bu mücadeleleri, sadece Senin rızanı kazanmak üzere yapmamız için, bizlere irade gücü ver.

Senin rızanı kazanmak için mücadele ettiğimiz sürece, lütfunla bizlere, yardımcı ol Allah’ım, yardımcı ol Allah’ım, yardımcı ol Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ALLAH’IN DESTEĞİ, KULUN MÜCADELESİNE BAĞLIDIR için yorumlar kapalı