KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ

KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ

 

Bilindiği gibi, Hıristiyanlığın geniş alana yayılması, Hz. İsa döneminde gerçekleşmedi. Hz. Peygamberin, Allah’ın huzuruna çıkmasından sonra ona inanan 12 Havari (dostu) aracılığıyla, Şam bölgesinin dışına yayılmaya başlandı. Bir taraftan Anadolu’ya diğer yandan Mısır’a kadar dolaşan Havariler, Hz. İsa’nın söylediklerini şifahi olarak anlattılar.

Ancak Hıristiyanlığın yaygınlaşması, Kilise çatısı altında kurumlaşmasıyla başladı. Çeşitli bölgelerde kurulan Kiliseler, Havarilerden sonraki nesillerden duyduklarını, halka iletme görevini üstlendiler. Fakat Kiliselerden bağımsız olarak çalışan Hıristiyan guruplar ve insanlar da vardı. Hıristiyanlık Batıya doğru yayıldıkça, farklı yorumlar oluşmaya başladı. Bu durum Kiliselere de yansıdı. Kiliseler arasında fikir ayrılıkları baş gösterdi. Biz, yazımızın konusunun dışında olduğu için, bu farklılıkları irdelemeyeceğiz.

Kilise dışındaki Hıristiyan gurupları engellemek isteyen Aziz Kipriyanus (ö. 258), “Kilise dışında kurtuluş yoktur” fikrini geliştirdi. Sonraki yüzyılda, Hıristiyanlık Romanın resmi dini haline geldi. Bu durum, Hıristiyan Kiliselerinin etkinlik merkezinin, İskenderiye’den Vatikan’a taşınmasına vesile oldu.

Vatikan’daki Kilise yetkilileri, Aziz Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve o İncil’in de bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kiliseye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”

Kilisenin bu baskısı, uzun yıllar devam etti. Fikrini ve tipini beğenmediklerini Engizisyon Mahkemelerinde yargıladılar. Aforoz etme, öldürme dâhil, her türlü cezaları verdiler. Öldürülmesine karar verdikleri kişinin, kendi Kiliselerinin bir üyesi olması bile sonucu değiştirmedi. Nitekim papaz Bruno, “güneş dünyanın etrafında dönmüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği ve iddiasından geri adım atmadığı için yıllarca hapis yatırıldıktan sonra 1600 yılında ölüme mahkûm edildi.

Fakat 15inci asrın sonunda Avrupa’da, hiç beklenmeyen bazı gelişmeler oldu. 1492 yılında başlayan keşifler, Avrupa’nın kaderinde bir mucize oluşturdu. Baruta sahip olan Batı Avrupa, kılıcı bile olmayan halkları ve topraklarını ele geçirdi. Onları köle gibi kullanarak yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmeye başladı. Batı Avrupa’nın toprak büyüklüğünün 20 katından çok fazla olan Amerika, Afrika, Hindistan ve Çin’in güney kısımlarından elde ettikleri ve maliyeti çok olan düşük ganimetlerle zenginlemeye başladılar. Zenginledikçe, en azından kendi çocuklarının eğitimine önem verdiler. Böylece, Kiliseden bağımsız guruplar oluştu. Zengin tüccar sınıfı türedi. Aristokratlar oluştu. Okumuş elitler ortaya çıktı.

İşte bütün bu gibi guruplar, Kilisenin yukarıda yazdığımız ve 1442 yılında yayınlanan Cantane Domino Kararname’sine itiraz ettiler. İtiraz edenler güçlendikçe, Kilisenin anlatımlarına inananlar azaldı. Avrupalılar, bu döneme “Aydınlanma Çağı” demektedir. Demek ki, Avrupalılar, Kilisenin etkili olduğu dönemi çok karanlık olarak görmüşlerdir.

Avrupalılar için mucize niteliğinde sonuçlar oluşturan bu keşiflerde Kilise, en az görev yapan kurum olmuştur. Yapılan soykırımları ya desteklemişler ya da seyretmişlerdir. Diğer taraftan Hıristiyanlığı insanlara anlatamamışlardır. Avrupalı yöneticilerle askerlerin soykırım yaptıkları ve Avrupa’dan giden halkların yerleştirildiği Amerika Kıtası ile köle konumundaki Afrika Kıtasının bir bölümünün haricinde, insanları Hıristiyanlığa kazanamamışlardır. Onlara göre ateist olan Hindistan ve Çin’de hiç etkili olamamışlardır. Hâlbuki Kilise, o dönemde mal varlığı olarak çoğu devletten zengin idi. Dolayısıyla, Hıristiyanlığı anlatmak için imkânları genişti. Zaten devlet yöneticileri de onların istediklerini veriyorlardı. Ama başarı sağlanamadı. Bu sonuçlar bile, tek başına, Kilisenin o dönemlerdeki anlayışının ve uygulamalarının yanlış olduğunun göstergesidir.

Zenginleyen Avrupalılar, Kilisenin bağnazlığına karşı mücadele ettiler. Onların bağnazlıklarını yok etmek için çok ciddi mücadele verdiler. Ama sonunda bir baktılar ki, hakikatleri de yok etmişler. Kilisenin uygulamalarını eleştirirken, Tanrı inancını aşırı zedelediler. Tek Yaratıcıya inancın olmadığı insanların ihtiraslarına gem vurulamadı. İnsanlık anlayışı ölüme doğru gitmeye başladı. Duyarlık ve duygular devre dışı bırakılırken, maddeciliğin hükümranlığı başladı.

Schopenhauer, Nietzche, Michel Henry gibi filozoflar, aynı soruyu sormak durumunda kaldılar: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Aydınlanma Çağının sonucunda gelinen halimizi anlatan Batılı düşünürlerin bütün eserleri, insanın ve insanlar arası ilişkilerin yok oluşuna bir ağıt, bir çığlıktır.

Demek ki, Kilisenin yanlışlarının aynısını, ona karşı çıkan ve Aydınlanma Çağını oluşturan bilimciler de yapmışlar. Bilim değil, bilimcilik yapan bu insanlar, hem Tanrı inancını sarstılar, hem de insanlık anlayışını ve duyarlığı zedelediler. Sonuçta Hıristiyan Dünyası, her iki tarafın yaptıklarıyla kötü örnek oldu. Dünya üzerinde kurdukları ve tarihte görülmemiş muazzam egemenliklerine rağmen, günümüzde Hindu ve Budizm inancına sahip insanların sayıları Hıristiyanlardan çok fazladır.

Dünya küreselleştikçe, Kiliselerin ve diğer dinlerin benzer kurumlarının hataları ve onların yanlışlarına aynı hatayla cevap veren gurupların yaptıkları, hepimizi olumsuz yönde etkilemektedir.

Eğer, küreselleşen dünyamızda, bütün guruplar ve ferden insanlar olarak, yaşananlardan ders almaz, silkinip kendimize gelmezsek, insanlığın kendi kendini yok etmeye doğru, hem de geri dönülemez adımlarla gitmesi hızlanmıştır. Böyle bir durumda, yaşayan nesiller olarak bizler de, medeniyetlerin mezarcısı konumuna düşeceğiz. Mezarcı haline gelmemizin sorumluluğu, hepimizin olacaktır. Sorumluluk paylarımız, toplumdaki konumumuza ve etki alanımıza göre değişecektir.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ için yorumlar kapalı

YOKSULA DEĞİL, YOKSULLUĞA KARŞI SAVAŞ

YOKSULA DEĞİL, YOKSULLUĞA KARŞI SAVAŞ

 

Günümüzde uygulanan ekonomik sistem kapitalizmdir. Kapitalizmin temel anlayışı, “çalışmayana ekmek yok” şeklindedir. Bu anlayış, yoksulluğa değil, yoksula karşı savaş açmak anlamına gelir. Şimdilerde terk edilen komünizm ise, bir kişinin işini, birkaç kişiye yaptırarak işsizliği yok etmeye çalışmıştır. Bu uygulamanın amacı, işsiz kalan kişilerin yoksullaşmasını önlemektir. Fakat gerçekte, herkesin yoksullaşmasına vesile olmuştur.

Kapitalizm, kişilerin toplum içerisindeki yerlerini, onların kabiliyetlerine bağlar. Dolayısıyla, zengin olan bir kişi, bu başarının sebebi olarak kendi becerisini görür. Bu anlayışa göre, üstün kabiliyetli olanlar ve işini yürütebilenler, yoksulluktan azade olmayı hak ederler. Kapitalistlere göre, kabiliyetsiz olanlar veya işini yürütemeyenler, yoksul olmayı hak etmişlerdir.

Benzer anlayış, komünizmde de vardır. Orada da kabiliyetli olanlar ve işlerini yürütenler, yönetici olmayı hak etmişlerdir. Diğerleri, yönetilmeye ve güdülmeye layık insanlardır. Yöneticiler, daha ihtişamlı bir yaşamı hak ederken, diğerleri yani yönetilenler, yoksulluğu paylaşmak durumundadırlar.

Dolayısıyla hem kapitalizmin hem de komünizmin bakışında, yoksulluktan azade olmak, her insanın hakkı değildir. Kabiliyeti olan ve işini yürütenlerin hakkıdır.

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti, ne kapitalist ne de komünist bir sistemi uygulamamıştır. Osmanlıda “Kerim Devlet” anlayışı vardır. Kerim Devlet, zenginin veya gemisini yürütenin değil, yoksulun yanındadır. Güçsüzlerin sığınağıdır. Hem de, insanları hiç yargılamadan böyle yapar. Onları, kabiliyetlerine ve iş bitiriciliklerine göre değerlendirmez.

Diğer taraftan Kur’an’a baktığımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları eşit özelliklerde yaratmadığını ifade ettiğini görürüz. Kur’an, bunun sebebini, bizlerin toplumsal düzeni oluşturabilmemiz ve birbirimize iş gördürebilmemiz olarak açıklar. Fakat insanların, Allah nezdinde eşit muameleye tabi olacaklarını, çok sık olarak, anlatır. Yüce Yaradan nezdinde, bey ile er, zengin ile fakir, amir ile memur hepsi aynıdır.

Yüce Yaradan, bizlerden de, insanlara eşit muamele etmemizi ister. Ayrıca başka şeyler de ister. Mülkün sahibinin Allah olduğunu vurgulayarak, kendilerine daha fazla rızık verilenlerin, yani zenginlerin, daha az verdiği insanlarla yani yoksullarla varlıklarını paylaşmalarını emreder. Kur’an’daki infak emri tamamen insanlar arsındaki maddi güç farkını azaltmak içindir. İnfak konusunun ideal hedefi, insanlar arasındaki maddi eşitliktir.

Kur’an’da emredilen zekât ise, doğrudan fakirleri korumak içindir. Kur’an’ın tavsiye ettiği sadaka verme işlemi de, yoksullara ve gariplere yöneliktir. Kur’an, kimlere sadaka ve mal verileceğini Bakara 177 gibi birçok ayetinde açıklar. Verdiğimiz malların da, sevdiğimiz bir eşya olmasını ister. Kendimizin beğenmediği bir şeyi vermemizin sadaka olmayacağını belirtir.

Yüce Yaradan, verilecek sadakaların, ihtiyacı olan kimseyi incitmeden yapılmasını ister. Mümkün olduğu kadar başkaları bilmeden verilmesini tavsiye eder. Hattâ, yardım edilen kişinin, sadaka veren şahsı bile bilmemesi istenir. Yardımları bu şekilde yapanlar daha üstün olarak görülür.

Nitekim halkı Müslüman olan bazı şehirlerde eskiden sadaka taşları var imiş. İnsanlara yardım etmek isteyenler, bu taşın içine vermek istedikleri miktarda sadakayı koyarlarmış. Yoksul insanlar ihtiyaçları olduğunda gelip, bu taşın içerisinden o anki sıkıntılarını giderecek kadarını alırlar, gerisini, başka bir fakir faydalansın bırakırlarmış. Günümüzde pek kullanılmamakla birlikte bu taşlardan halen Üsküp gibi bazı şehirlerde örnekleri vardır.

Yoksulların tek ihtiyaçları maddi değildir. Her insan da olduğu gibi, onların da manevi sıkıntıları vardır. Hattâ manevi sıkıntı bazı fakirlerde daha fazladır. Yoksulluğu aşamama, başkalarına muhtaç olma haline, zenginlerin kayıtsız kaldıklarını gören bir insanın sinirleri daha çabuk bozulur. Bu durum onları bazen daha saldırgan yapar.

İşte bu sebeple, sadakalar sadece maddeten verilen şeyler değildir. İnsanlara güler yüzlü davranmak, yaşlılara hürmet etmek, küçüklerin başlarını okşayarak sevgi göstermek, elindeki bir yükü taşımakta zorlanan birine yardımcı olmak gibi davranışlar da sadakadan sayılırlar. Böylesine yardımlara muhatap olan garipler, hayata daha sıkı bağlanırlar. Toplum içerisinde daha uyumlu olurlar. Onlar da başkalarına aynı güzellikle davranırlar.

Bu hususlarda çok fazla örnekler verilebilir. Her okuyucu bu konuda ayrı bir bilgiye sahiptir. Bizim burada anlatmak istediğimiz, Kur’an’daki ibarelerin uygulanması halinde, yoksula karşı değil, fakirliğe karşı savaşılmış olacağıdır. Böyle toplumlarda huzur olur. İnsanların gözü başkalarının mallarında olmaz. İnsanlar arasındaki düşmanlık ve kin gütme, en azından, böyle bir nedenden dolayı olmaz.

Hâlbuki kapitalist sistemlerde, fakirler ve zenginler arasında düşmanlık bitmez. Komünist yönetimlerde de seçkin yöneticiler ile yönetilenler arasındaki mücadele bitmez. Sonuçta toplumda huzur olmaz. Çünkü bu sistemler, yoksulluğa karşı değil, fakirlere ve gariplere karşı mücadele vermektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | YOKSULA DEĞİL, YOKSULLUĞA KARŞI SAVAŞ için yorumlar kapalı

ÜLKELERİN HELÂK SEBEPLERİ ÜZERİNE

ÜLKELERİN HELÂK SEBEPLERİ ÜZERİNE

 

Yüce Yaradan, Kur’an’ında bizlere, bazı ülkeleri helâk ettiğini hatırlatır. Peygamberlerinin karşılaştığı olaylarla ilgili olarak aktardığı kıssalarda, bölgeleri neden helâk ettiğini açıklar. Bu yazımızda, bizim ele alacağımız helâk sebebi, İsra Suresinin 16ıncı ayetinde anlatılandır.

17 İsra Suresi 16: “Biz bir ülkeyi (hak ettikleri için) yok etmek istediğimiz zaman, onların devletlilerine (itaati) emrederiz, onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helake müstahak olur, biz de onu yerle bir ederiz.”

Ayetten anlaşıldığına göre, Allah, ülkelere şanslar veriyor. Onları doğru yola iletmek için, uyarıcılar vasıtasıyla emirlerini gönderiyor. Burada, emir sözünden ne anlayacağımızı, Kur’an’ın genel olarak anlatmak istediğinden çıkarabiliriz. Yüce Yaradan, uyarıcılarının söylediklerine uyulmasını, gösterdiği yolda yürünmesini, emir ve yasaklarına riayet edilmesini istiyor.

Allah, bu isteklerini fert olarak kişilere hitaben yaptığında, sonuçlarından sadece o şahıs sorumlu oluyor. Herhangi bir büyüklükteki yerleşim yerindeki halka ve ileri gelenlerine hitaben yaptığında, o bölgede yaşayanlar sorumlu oluyor. Bu uyarıyı bir ülkenin ileri gelen zenginlerine ve yöneticilerine yaptığı zaman, sonuçlarından bütün ülke sorumlu oluyor.

İlk bakışta bu uygulamada bir haksızlık varmış gibi görünüyor. Bu sebeple konuyu biraz daha ayrıntılı irdelemek gerekiyor. Eğer, yöneticiler Yüce Yaradan’ın emirlerini uygularlarsa, o ülke abat oluyor. Dolayısıyla halk da huzurlu ve mutlu yaşıyor. Eğer, idareciler, emirlerin aksine hareket eder ve kötü işler yaparlarsa, o ülke helâk oluyor,  halk da, perişan oluyor.

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Amirin Emirlerinde Memurun Sorumluluğu” başlıklı makalemizde, bu yazımızın konusuyla da bağlantılı olan iki örnek vermiştik. Birincisi, ilk halife olan Hz. Ebubekir’in, seçildikten sonra söylediği,  “Doğru yolda ve Hak üzere olduğum sürece bana uyunuz, Haktan ayrılırsam, beni dinlemeniz gerekmez” sözü idi.

İkincisi, sonraki halife yani Hz. Peygamberin temsilcisi olan Hz. Ömer ile ilgiliydi. Hz. Ömer de, ilk hutbesinde şöyle sorar: “Ben Allah’ın yolundan çıkarsam ne yaparsınız?” Bu soru üzerine cemaatten bir sahabe, elini kılıcının kabzasına atar ve “seni bu kılıcımla doğrulturum” der. Hz. Ömer bu cevaba sevinir ve böyle sahabeler olduğu için ağlamaklı bir şekilde Allah’a şükreder.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, halk, amirlerinin davranışlarını denetlemek ve tavrını ona göre belirlemekle yükümlüdür. Halkın, “bilmiyorduk” deme hakkı da yoktur. İsra Suresi 36ıncı ayet, insanlara bu konuda, “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar “ diyerek sorumluluk yüklemektedir. Dolayısıyla halk, yöneticilerin peşinden körü körüne giderse, sorumluluğu paylaşmaktadırlar. Yöneticilerin yanlışlarını bildikleri halde desteklerlerse, aynı suçu işlemiş olurlar. Bu anlayış zaten, bütün gelişmiş hukuk sistemlerinde aynen vardır.

Yazımızın konusu olan İsra Suresi 16ıncı ayete dönersek, yöneticilerin hatalarından halkın da sorumlu olmasının, adalete aykırı olmadığını anlamış oluyoruz. Ancak bazen halk, yöneticileri tarafından büyük bir baskı altında olabilir. Dolayısıyla idarecilere karşı çıkmaları ve sonuç almaları çok zor olabilir. Böyle ortamlarda, halka düşen görev, yöneticilerin kötülüklerine alet olmamaya çalışmak ve onları tasdik etmemektir. Eğer insanlar, yöneticilerine uymazlar ve kendileri Yüce Yaradan’ın emirlerine uyarlarsa, Allah o ülkeyi perişan etse bile güzel davranış sergileyenlere güzellikler verir. Bu güzellikler bazen sadece ahirette olur, bazen de her iki dünyada da verilir. Bu tamamen Yüce Yaradan’ın kararına bağlıdır.

Halkın içerisinden, yöneticilerin yanlışlarına uymayanların sayılarının artmasındaki sorumluluk, öncelikle uyarıcılara aittir. Bilindiği gibi, Yüce Yaradan, emirlerini uyarıcıları aracılığıyla gönderir. Emir ve yasaklarına uymayanları cezalandırdığı alan da, uyarıcılarının haberlerinin ulaştığı yerlerle sınırlıdır. Allah, uyarıcılarının haberlerinin ulaşamadığı yerlerin halkını sorumlu tutmamaktadır. Böylelerinin sorumlulukları, Yüce Yaradan’ın onlara verdiği akıl, vicdan ve iradeyi nefislerinin emrine vermemektir.

Bu sebeple, uyarıcılar, mümkün olduğu kadar, insanlara haberi ulaştırmakla yükümlüdürler. Bilindiği gibi, çok eski dönemlerde gelen uyarıcılar, daha dar bölgelere gönderilmişler. Helâk edilenler de, sadece o dar bölge halkı olmuştur. Yüce Yaradan, uyarıcı göndermediği hiçbir beldeyi helâk etmediğini bildirmektedir. Nuh Tufanının çok daha geniş bölgede olmasının muhtemel sebebi, Hz. Nuh’un 950 yıl yaşamasıdır. Bu uzun sürede, Hz. Peygamberin getirdiği haberin, onun yaşadığı bölgeden çok daha geniş alanlara yayılması kaçınılmazdır. Küreselleşen dünyamızda, böylesine uzun yıllar beklenilmesi düşünülemez.

Dolayısıyla, halkı uyarma hususunda, günümüzde kitle iletişim ve ulaşım araçlarının imkânlarından yararlanılmalıdır. Ülke yöneticilerinin halkın haber alma kaynaklarına uyguladığı ambargolar aşılmalıdır. Halk mutlaka ve genel anlamda bilgilendirilmelidir. Buna rağmen insanlar yöneticilerinin peşinde gidebilirler. Böyle durumlarda sorumluluk halkındır. Çünkü halk yani insanlar, yaşanan olayları sorgulamakla yükümlüdürler. Zaten, Yüce Yaradan’ın bütün kutsal kitaplarındaki ifadelerinden anlaşılacağı gibi, uyarıcıların verdiği haberlere insanların uyup uymaması, uyarıcıların sorumluluğunda değildir. Bu nedenle, halkın yapılan uyarıları dikkate almaması sonucunda başlarına geleceklerden, uyarıcılar sorumlu olmazlar.

Günümüzün küreselleşmiş dünyasında, uyarıcılık görevi, Yüce Yaradan’a kalpten inanan her bir insana aittir. Küreselleşmenin getirdiği bir başka husus, herhangi bir ülkedeki yöneticilerin yaptığı kötülüklerin, bulaşıcı olduğu ve çevredekileri de etkilediği gerçeğidir. Bu durumda sorumluluk, çevre ülkelere ve hattâ bütün dünyaya da düşmektedir.

Dolayısıyla, küreselleşen dünyamızda, gezegenimizin helâk olmasının sorumluluğu hepimize ait olduğu gibi,  güzelleşmesinden de hepimize bir başarı payesi vardır.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ÜLKELERİN HELÂK SEBEPLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KÂR EDERKEN ÖVÜNENLER, ZARAR EDERKEN DÖVÜNEMEZLER

KÂR EDERKEN ÖVÜNENLER, ZARAR EDERKEN DÖVÜNEMEZLER

 

Bu sitede ekonomik buhranlar üzerine çeşitli makaleler yazdık. Buhranların sebepleri hakkındaki fikirlerimizi okuyucularımızla paylaştık. Ekonomik durgunluk başlayınca, ortamın krize dönüşmesine neden olan tetikleyici uygulamalardan bahsettik.

Ekonomik durgunlukların buhrana dönüşmelerini tetikleyen etkenlerden, önemli iki tanesini kısaca aktardık. Bunlardan biri hükumet politikaları, diğeri bankaların tavırları idi. Her ikisinin ortak yönleri, kâr ederken kendi hanelerine yazmaları, zarar söz konusu olduğunda başkalarını suçlamalarıdır. Bu ikilinin bir başka ortak tarafları, ekonomik durgunluk dönemlerinde, kaderlerinin birbirlerinin tavırlarına bağlı olmalarıdır.

Bankalar, ekonominin çarklarının iyi döndüğü günlerde, yüksek kazançları hedeflerler. Kazançlarını azamileştirmek için daha riskli alanlara girerler. Daha çok faiz alabilmek için riskli müşterileri arayıp bulurlar. Verdikleri kredilerin miktarları, kendi öz sermayelerini defalarca katlayacak kadar çoktur. Topladıkları mevduat miktarlarından da fazladır. Bankaların işlemleri şeffaf olmadığından, verdikleri kredinin, topladıkları mevduatlarından ne kadar çok olduğu bilinememektedir. Ancak bu tavırları bile, diğer riskli işlerinin yanında risksiz gibi kalmaktadır.

Bankalar, kurdukları finans kuruluşları ve borsa şirketleri aracılığıyla çok daha riskli alanlara yatırım yapmaktadırlar. Bu finans kuruluşları, kendi öz sermayelerinin 30-40 katı civarında kâğıt riski alsalar bile, önlerine “durun bir dakika” diyecek bir denetim mekanizması çıkmamaktadır. Denetimsizliğin verdiği rahatlıkla, bunlar, daha çok kazandırdığı için çok riskli kâğıtlar olan türev ürünlere yönelmektedirler.

Türev ürünlerin ne olduğunu, “Borsalar Dünyanın En Büyük Kumarhaneleri Olma Yolunda” başlıklı makalemizde anlamaya çalışmıştık, ama yine de tam kavrayamamıştık. İşte, dünya üzerinde en fazla 5-10 uzmanın anlayabildiği söylenen bu türev ürünlere, öylesine yüksek miktarlarda yatırım yapıyorlar ki, inanılmaz! Bir örnek verirsek, 2007 yılında ABD’de Bear Stearns adlı finans kuruluşu, borsadaki kendi hisse değerlerinin toplamının 35 kat fazlası türev ürün riski taşıyordu. Toplam riski 13,4 trilyon dolar idi. Yani, toplamda, ABD’nin GSYİH rakamı kadar büyük riske girmişlerdi.

O dönemde, bu kuruluşa dışarıdan bakanlar, başarılarını gıpta ile izliyordu. Kurumun yöneticileri, gururla övünüyorlardı. Varlıklarının 35 katı oranında ve ABD halkının çalışmasının toplamına eşit miktarda iş yapmışlardı.

Bazı bankalar, büyüklüklerine güvenerek, ekonomik buhran öncesinde kanunsuz işlemler yaptılar. Terör guruplarının ve kanunsuz iş yapan şirketlerin paralarını akladılar. Böylece yüksek kazanç sağladılar. Bu tavırları, terör guruplarının suçlarına ortak olma anlamına gelmekteydi. Fakat bu işlemleri tespit edilen bankalar, eğer batmasına izin verilmeyecek kadar büyük ise, ceza da almadılar. Yargıyı temsil eden hâkimler, kanunları dikkate almadılar. Konuya, sosyal ve siyasi açıdan yaklaştılar. Ceza verdikleri takdirde, bu bankaların kötü tanınacağı ve halkın paralarını çekmek isteyeceğini düşündüler. Halkın tepkisinin, sadece o bankanın batmasına değil, sistemin çökmesine sebep olabilir diye korktular. Dolayısıyla, hukuk açısından değil, ekonomi ve siyaset açısından karar verdiler.

Ceza almayanlar veya çok az ceza ile kurtulanlar, sadece bankalar değildi. Aldıkları kararlarla yalnızca toplumu değil, kendi bankalarını bile zarar ettirirken kendileri kazanmaya devam eden yöneticiler de, birkaç göstermelik uygulama dışında, ceza almadılar.

Daha küçük ölçekli bankalardan bazıları da, aynı yanlış işlere bulaştılar. Fakat bunlar akıllı davranarak, ceza almamak için, diğer bankalarla bağlantılı işlemler yaptılar. Böylece kendileri batarsa, diğerlerinin de batacağı korkusunu oluşturarak kurtulmaya çalıştılar.

Diğer taraftan, üretici şirketlerin zor kazandıkları veya zarar ettikleri dönemlerde, bankalar ve bağlı kuruluşları yüksek kârlar açıklamaya devam ettiler. Bu durumun sebeplerinden biri, yukarıda anlattığımız ortamlardır. Diğer bir sebebi ise, bankaların kendi müşterileri üzerinden, işlem bazında para kazanmalarıdır. Bankalar kredi kartları, pos cihazları, bankamatikler ve internet üzerinden yapılan her işlemde yüksek kârlar elde etmektedirler.

Bankaların, bu yanlış ve halkı sömüren davranışlarına rağmen, ekonomik buhranlar sırasında, bazı bankaların kurtarılmaları, onları daha cesur yapmıştır. Bu husustaki bazı örneklerimizi “Ekonomik Buhrandan Ders Alındı mı” başlıklı yazımızda aktarmıştık.

Eğer, gelmesine kesin gözüyle bakılan, sadece geleceği süre için farklı zaman birimleri söylenen ekonomik krizde, yine aynı hatalara düşer ve sorumsuzca hareket eden bankaları kurtarmaya çalışırsak –ki buna hükumetlerin maddi güçleri, para bassalar dahi yetmeyebilir- bankalar, insanları kandırmaya devam ederler. İnsanlar da, onlarla birlikte ve daha yüksek kâr elde edebilmek için risk almayı sürdürürler. Bankalar batmayıp kurtarılınca, onlarla birlikte hareket eden küçük sermaye sahipleri de kaybetmemiş olurlar. Risk almalarına rağmen hiç kaybetmeden kazanan bu gurup, “açıkgöz” insanlar olarak görülürler ve başkaları tarafından örnek alınırlar. Bu sebeple, risk almayı hedefleyen insan sayısı hızla artar. Oluşacak bir sonraki buhranda, hiçbir hükumet, sayıları artan bu küçük yatırımcı gurubun zararını karşılayamaz.  Sonuçta, bir sonraki krizin altında, bütün dünya insanları olarak hepimiz birlikte kalırız. Bu sonuç, riskli yatırımlara girmeyen insanların da zarar etmelerine vesile olur. Çünkü bankaları kurtarmak için, vatandaşların vergileri harcanır.

Bilindiği gibi, türev ürünler, Warren Buffett’in deyimiyle, finansal kitle imha silahı haline gelmişlerdir. Çünkü finans kurumları mudilerini yanlış bilgilendirmektedir. Bu nedenle masum olarak kabul edebileceğimiz küçük yatırımcıların, bu türev ürünler yüzünden, gelecekte zarar çekmelerine izin verilemez.

O halde yapılması gereken, hep birlikte batmadan önce tedbir alınmasıdır. Eğer önceden alınan bu tedbirlere uymayan bankalar, maliyeciler ve avukatlar birlikte hareket ederek insanları aldatmayı sürdürürlerse, oluşacak bir ekonomik durgunlukta batmayı hak etmiş olurlar.

Finans kurumları “biz batarsak ekonomi batar” düşüncesinde oldukları ve insanları buna inandırdıkları için, rahat hareket ediyorlar. Bunlar, siyasetçilerin büyük çoğunluğunun, halkın ekonomik sorunlarına çözüm üretemediklerini de, sevinerek, görüyorlar. Dolayısıyla politikacıların, kendilerine yani finans kurumlarına mahkûm olduklarını biliyorlar. Bu gerçek, onların daha pervasız davranmalarına sebep oluyor.

Konuya bir başka açıdan bakalım. Eğer toplumun zarara uğramasından hiç kimse sorumlu tutulamıyorsa, kimseye ceza verilemiyorsa, suçun, hem uyguladığımız ekonomik sistemde hem de siyasi sistemde ve yöneticilerde aranması, kaçınılmaz olur.

Bu nedenle, yeni bir ekonomik buhranın olması durumunda, kararlı davranarak, iki guruptan da kurtulmayı başarmak gerekir. Hukuk ve halk, sahtekâr bankacılardan, finans kurumlarından, bunların yöneticilerinden ve hırslı siyasilerden kurtulmayı başaramazsa, belki onlar kurtulurlar ama bütün sistem çöker. Hepimiz çöken sistemin altında kalırız.

Eğer halkın ve hukukun, bunları cezalandırması, suçluların batmasına izin vermesi veya yeni bir sistem kurması gerçekleşmezse, kabahat, tamamen demokrasi ve özgürlük anlayışının üzerinde kalır. Sonuçta, bütün insanlık perişan olur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KÂR EDERKEN ÖVÜNENLER, ZARAR EDERKEN DÖVÜNEMEZLER için yorumlar kapalı

ALLAH’IN DESTEĞİ, KULUN MÜCADELESİNE BAĞLIDIR

ALLAH’IN DESTEĞİ, KULUN MÜCADELESİNE BAĞLIDIR

 

Aslında bu konu ile bağlantılı birçok olayı hemen her insan yaşamıştır. Biz de bu konunun bazı yönleriyle ilgili olarak, daha önceki yazılarımızda fikirlerimizi belirtmiştik. Bu yazımızda, mümin olarak vasıflandırılan insanlardan bazılarının, düşmanlarına karşı yapacakları her mücadelelerindeki bazı tavırlarıyla ilgili olacak.

Bazen, nefsimizin etkisinde kaldığımızdan, Allah’a inanıyoruz diye, Yüce Yaradan’ın, bizi her zaman ve her şartta desteklemesini istiyoruz. Hayal ettiğimiz destek bazen geliyor, bazen gelmiyor. Desteklendiğimizde başarıya ulaşıyoruz. Biz muvaffak oldukça, başarımızın asıl sebebin Allah’ın bize olan desteği olduğunu unutuyoruz. Kendimiz başarmış gibi düşünüyoruz. Kendimizle gururlanıyoruz. Destek gelmediğinde, kendimize dönüp bakmıyoruz. Kabahati, hemen Yüce Yaradan’a atıyoruz. Bizi desteklemediği için, “Allah’a inandığımızı yani Müslüman olduğumuzu söylüyoruz, ama bize destek niye verilmiyor” diyerek nazlanıyoruz veya tafra yapıyoruz.

Yüce Yaradan, bu hususta da bize Kur’an ile yol gösteriyor.

49 Hucurat Suresi 17: Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine, eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.”

Ayetteki “eğer doğru kimselerseniz” sözü, bizlere çok şey anlatıyor. Gerçekten doğru olan bir kimse, kendisinin imana erdirilmesinin, Yüce Yaradan’ın bir lütfu olduğunu anlar. Kalbinde hastalık bulunan, yani sadece diliyle iman eden bir kişi, tam tersini düşünebilir. Kendisinin Allah’a inanmasını, kendisinin Yüce Yaradan’a verdiği bir lütuf gibi görebilir.

Allah’ın yardımıyla ilgili olarak, örnek alınabilecek en bilinen ve Kur’an’da da anlatılan olaylar, Bedir ve Uhud Savaşları sırasında yaşananlardır. Bilindiği gibi, Müslümanlar ile müşrikler arasındaki ilk savaş, Bedir Harbidir. Bu savaşta Müslümanlar, kendilerinden üç kat fazla ve yaklaşık bin kişi olan rakiplerini yenmişlerdir. Böylece büyük bir nam kazanmışlardır. Bu savaştan sonra inen Kur’an ayetlerinde Allah, Müslümanlara nasıl yardım ettiğini anlatır.

8 Enfal Suresi 17: “Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.”

18: “Gördünüz ya, Allah, kâfirlerin kurduğu tuzağı işte böyle boşa çıkarır”

Sonraki ayet ise, Allah’ın yardımının şartlarını ifade eden bir uyarıdır.

19: “Fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir, eğer aşırı gitmez de son verirseniz, hakkınızda daha hayırlıdır. Yok, eğer dönerseniz, biz de döneriz. O vakit askeriniz çok da olsa size hiç bir şekilde fayda vermez. İyi biliniz ki, Allah müminlerle beraberdir.”

Bedir Savaşındaki yenilgiyi hazmedemeyen Mekkeli müşrikler, bu defa üç bin kişilik bir ordu toplarlar. Hz. Muhammed (s.a.v.), durumu sahabeleriyle istişare eder. Hz. Peygamber ve birçok sahabe, Medine’de kalarak düşmanı şehirde karşılamayı teklif ederler. Fakat Bedir Savaşına katılmayan gençler, dışarıya çıkarak Uhud mevkiinde karşılamayı isterler. Hz. Peygamber’in Medine’de kalınması teklifine rağmen, çoğunluğun kararı dışarı çıkmak olunca, toplanıp Uhud’a giderler. Yola bin kişi çıkarlar. Yolda, Abdullah bin Uvey, Hz. Muhammed’e “çoluk-çocuğun sözünü dinledin, Medine’de kalmalıydık” diye itiraz eder ve üç yüz atlıdan müteşekkil arkadaşlarıyla geri dönerler.

Geriye kalan 700 kişi, hiç duraksamadan 3.000 kişilik düşmana karşı savaşmak için, yola devam ederler. Harbin başlarında Müslümanlar gayretli bir mücadele verirler. Allah’ın yardımı sayesinde düşman bozulur, gerilemeye başlar. Fakat bu arada beklenmedik bir şey olur. Düşmanın arkadan dolaşarak Müslümanları çembere almaması için, bir tepeyi tutmakla Hz. Muhammed tarafından görevlendirilmiş olan 40 Müslüman okçu, ganimetlerin paylaşılmaya başlanacağını düşünürler. Onlara Hz. Peygamberin verdiği “peygamber öldü deseler bile, yerinizi terk etmeyin” emrine rağmen, üç kişiyi bırakarak ganimetten pay almak için alana inerler. Bu durumu fark eden düşmanları arkadan dolaşarak Müslümanları yenerler. Hz. Peygamber yaralanır, hattâ şehit olduğu haberi yayılır. Savaş alanından çekilirler. Daha sonra, düşmanları da alanı terk edince geri gelerek, şehitlerinin naaşlarını alırlar.

Bu olayları, Yüce Yaradan, bize aşağıdaki ayetle aktarır ki, ders alınsın.

3 Ali İmran 152: “Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber’in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.”

Sonraki ayetler de, bu olayla ilgili bilgi vermektedir. İsteyenler bakabilirler. Biz, konumuzla ilgili olarak yukarıda verdiğimiz ayeti yeterli görüyoruz. Çünkü bu ayette Yüce Yaradan, olayı net bir şekilde özetlemiş.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Müslümanlar 1000 kişi ile yola çıkmışlardı. Aralarından üç yüz kişi geri dönünce 700 kadar kaldılar. Gelen düşman 4 katı fazla idi. Ama hiç duraksamadan yola devam ettiler. Yani, ahireti istediler ve kendileri mücadele ederse, Allah’ın kendilerini destekleyeceğine inandılar. Allah’ın da, onların bu inançlı tavırlarına karşılık, onlara yardım etme kararı aldığını ayetten anlıyoruz.

Çünkü ayetin başlangıcında, “Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir” denilmesi, bu durumu anlatmaktadır. Allah, vaadini, Kendi Kendine yapmıştır. Savaşa gidenlere bu yardımı yapacağını söylememiştir.

Fakat Allah’ın yardımı sayesinde düşman bozulunca, ayete göre, Müslümanların bazıları zaafa düşmüşlerdir. Ahireti isteyenlere karşılık kimisi dünyayı istemeye başlamıştır. Bunun üzerine ayete göre, Yüce Yaradan, fikrini değiştirmiştir. Çünkü yukarıda verdiğimiz Enfal Suresi 19uncu ayette, Müslümanları bu konuda uyarmış ve şöyle demişti: “Yok, eğer dönerseniz, biz de döneriz. O vakit askeriniz çok da olsa size hiç bir şekilde fayda vermez.”

Fakat Müslümanların çoğu ahireti isteyerek mücadele ettiği için, onların yenilmelerine müsaade etmesine rağmen, Allah, onları bağışladığını ifade ediyor.

Demek ki, bizler dünya nimetlerinin daha fazlasını elde etme peşinde koşmadan, ahireti gözleyerek mücadele edersek, Yüce Yaradan, bizleri destekliyor. Mücadelemizi, dünyevi kazançlar için yapmaya kalkışırsak, bizlerden desteğini çekiyor. Biz Müslümanız diye destek vermeye devam etmiyor.

Allah, bizleri sürekli imtihan etmekte olduğunu, birçok ayetinde belirtmektedir. Bunlardan bir tanesi olan 29 Ankebut Suresi 2inci ayet şöyle: İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?

Geçmiş bütün insanlar gibi, ilk Müslümanlar da hep imtihan olmuşlardır. Yukarıda bahsettiğimiz Uhud Savaşından sonra, Hendek Harbinde de denenmişlerdir. Hendek Savaşında müşrikler, o güne kadar yarımadada görülmemiş 10.000 kişilik ordu ile gelmişlerdi. Müslümanlar onları, Medine’nin bir kısmında çevreye kazdıkları bir hendeğin arkasında durarak karşılamışlardı. Fakat gelen düşman çok kalabalık olduğundan, gece gündüz mücadele etmek zorunda kalmışlardı.

Yüce Yaradan, Müslümanların durumlarını şu ayetlerle anlatır:

33 Ahzab Suresi 10: O zaman onlar, hem üstünüzden gelmişlerdi, hem aşağı tarafınızdan ve o vakit gözler kaymış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı. Siz Allah’a türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz.

11: İşte burada müminler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12: O vakit münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar: “Allah ve Resulü bize bir aldanıştan başka bir vaat yapmamış.” diyorlardı.

Ayetlerden anlaşıldığına göre, Müslümanlar, müşriklerle savaştıkları için, Allah’ın kendilerini mutlaka destekleyeceğini düşünmüşlerdir. Bedir Harbinde ve Uhud Savaşının başlangıcında olduğu gibi, kendilerinin hemen destekleneceğini ummuşlardır. Ama olmamıştır. Çünkü imtihan vardır. Doğru insanlar ve yalancılar ortaya çıkarılacaktır. Nitekim bu imtihanı kaybedenler olmuştur. Fakat bazı Müslüman savaşçılar, olaya farklı açıdan bakmışlardır. Ahzab 22inci ayette bu durum şöyle anlatılır: ‘Müminler, ahzabı (düşman birliklerini) gördükleri zaman: “İşte bu, Allah’ın ve Resul’ünün bize vaat ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söyledi.” dediler. Bu onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı.’

Ayetteki inançla, canla başla ve hiç yüksünmeden mücadeleyi sürdüren Müslümanlar olduğu için, Allah, sonunda şu ayetlerde belirttiği desteğini vermiştir.

Ahzab 9: “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın. Hani size ordular gelmişti de üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular salıvermiştik. Allah ne yaptığınızı görüyordu.”

Aşağıdaki ayetler de, Allah’ın desteğinin, bizim davranışlarımıza göre olacağını vurgulamaktadır.

3 Ali İmran 142: “Yoksa siz, Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?”

2 Bakara Suresi 214: Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah’ın yardımı yakındır.

Bütün bu ayetlerden anlaşılan o ki, Allah yolunda yaptığımız bir mücadeleye, “nasılsa Yüce Yaradan bizi destekler” kolaycılığıyla girişmeyeceğiz. Mücadeleyi biz başlatacağız, sadece Allah rızası için ve ahiret hayatını gözleyerek, korkmadan sürdüreceğiz. Biz samimiyetle ve böyle mücadele ettikçe, Allah’ın bize olan desteğini göreceğimizi ayetler bize bildiriyor. Zaten, geçmiş hayatımızı bu gözle tekrar incelersek, ayetlerde anlatılanların kendi başımızdan geçtiğini anlarız.

Allah’ım, bizlere, bozgunculara ve hainlere karşı mücadele etme imkânı ver.

Allah’ım, bu mücadeleleri, sadece Senin rızanı kazanmak üzere yapmamız için, bizlere irade gücü ver.

Senin rızanı kazanmak için mücadele ettiğimiz sürece, lütfunla bizlere, yardımcı ol Allah’ım, yardımcı ol Allah’ım, yardımcı ol Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ALLAH’IN DESTEĞİ, KULUN MÜCADELESİNE BAĞLIDIR için yorumlar kapalı

“DOST ACI SÖYLER” SÖZÜ ÜZERİNE

“DOST ACI SÖYLER” SÖZÜ ÜZERİNE

 

Başlıktaki atasözü, biraz farklı kelimelerle de olsa, hemen her millette vardır. Bu söylem, karşılıklı taraflar için geçerlidir. Bizim dostlarımızın, bizde gördükleri yanlışları söylemelerini ifade ettiği gibi, bizim de, dost olarak gördüğümüz insanları uyarmamızı anlatır.

Bir insanın yanlışlarını söylemek, onu eleştirmek demektir. Dostlar da, karşılarındaki insanın kendileriyle olan bağına güvenerek, sözlerini evirip çevirmezler. Dolaylı yollardan değil, doğrudan söylerler. Bilindiği gibi, insanların büyük çoğunluğu, tenkit edilmekten hoşlanmazlar. Bilhassa, doğrudan yapılan eleştirileri hiç sevmezler. Bu sebeple, dostların sözleri insanlara “acı” gelir.

Hâlbuki dost, acı da olsa gerçekleri söyleyerek, bizim kendimizi düzeltmemizi beklemektedir. Atasözünün bizlerden istediği, dostlarımızın tenkitlerine kulak vermemizdir. Şimdi, geçmiş yaşantımızı daha bir dikkatle gözden geçirelim. Göreceğiz ki, bizi sevmeyenler, bizim hatalarımızı yüzümüze karşı söylememişler. Bizimle tek başına iken bizi uyarmamışlar. Tartıştığımız insanlardan bizi sevmeyenler, hırslarına yenilerek, başkalarının yanında bizleri kötülemek için hatalarımızı yüzümüze vurmuşlar.

Geçmiş olayları düşünmeye devam ettiğimizde göreceğiz ki, bize düşman olanların içerisinden daha akıllı olanlar, hırslarına hâkim olarak davranmışlar. Bizimle tek başına iken konuşurlarken, bizim hatalarımızı söylemedikleri gibi, aksine onları, güzel davranışlar olarak göstermeye çalışmışlar. Böyle yaparak, bizim, aynı hataları devam ettirmemize vesile olmuşlar. Böylece bizim toplum içerisinde itibar kaybetmemizi beklemişler. Eğer biz, gerçek dostlarımızı değil de onları dinlemişsek, gerçekten de itibar kaybetmişiz. Ama kaybettiklerimizin hiç farkına varamamışız. Bazen, acı söyleyen dostlarımızı terk etmişiz. Tatlı konuşan insanlardan bazılarını samimi bularak, onları yeni dostlar olarak edinmişiz.

Şimdi, geçmişimizi film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirirken, bazı yerlerinde durdurup düşünelim. Ben dâhil çoğumuz, bu şekilde yeni dostlar edindikçe, meğer batağa daha çok saplanmışız. Hepimizin hayatında bu durumun çok sayıda örnekleri vardır. Bu nedenle burada vermeyi gerek görmüyorum. Düşünen ve sorgulayan her insan, kendi geçmişindeki böyle anları tespit edebilir.

Peki, dostlarımız bizi uyardıkları halde, neden onları dinlemeyerek, kendimizi düzeltmemiş olabiliriz? Bu durumda ilk sorumluluk, bizi uyaran dostumuzdadır. Yahut da biz bir dostumuzu ikaz ettiysek, bizdedir. Hâlbuki bizim, bir dostumuzu eleştirmemizin tek bir amacı vardır. O da, dostumuzun kendini düzeltmesini sağlamaktır. Eğer düzelme olmadıysa, bizler dost dediğimiz insana, gerçek bir dost gibi davranamamışız demektir.

Bizim yaptığımız ya da bize yapılan tavsiyelerin pek bir işe yaramamasının bir diğer sebebi, insanlardaki genel anlayıştır. İnsan olarak bizler, bizi eleştiren, sıkça tavsiyelerde bulunan insanları, pek sevmeyiz. Bu nedenle de, tavsiyelere kulak vermeyiz. Nitekim bu anlayışımızı, “bir musibet, bin nasihatten evladır” atasözü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Atasözünün ifadesine göre insanlar, nasihatleri, yani tavsiyeleri dinlemiyorlar. Fakat bir belâ ile karşılaştıklarında, hemen düşünmeye başlıyorlar. Gördükleri zararın büyüklüğü, kendilerine geçmişte yapılan tavsiyeleri tekrar hatırlamalarını ve olayları birbirine bağlamalarını artırıyor. Hiç dinlemedikleri nasihatlerin değerini anlıyorlar. Aslında ben dâhil, büyük çoğunluğumuz bu durumdayız.

Bizlerin, karşılaştığımız eleştirilere kulak vermememizin bir başka sebebi daha var. Geçmişte yaşadıklarımızı, yine gözlerimizin önünden geçirelim. Göreceğiz ki, hemen her insan, kendi aklını en üstün görmektedir. Nitekim atalarımız bu durumu da şu veciz ifadelerle net bir şekilde ortaya koymuşlar: “Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış.”

Bize yapılan tenkitleri dinlemememizin bir başka nedeni daha var. Dikkat edecek olursak, dostlarımızı eleştirirken, kimi zaman, tavsiyelerimizi, tepeden bakan bir tarzda yaptığımızı görürüz. Karşımızdakini dostumuz olarak kabul etmemize rağmen, bu davranış yanlışlığına düşebiliyoruz.

Bizim bu makalemizde asıl irdelemek istediğimiz husus, bu davranış hatamızdır.

Eğer biz, karşımızdakini gerçekten bir dost olarak görüyorsak, daha farklı davranmalıyız. Yapacağımız tavsiyeleri, önce sevgi ile yoğurmalıyız. Sonra ifade tarzımıza dikkat ederek, güzel bir şekilde sunmalıyız. Eğer biz böyle yaparsak, tavsiyelerimizin işe yaramaya başladığını, dostumuzun kendini düzeltmeye doğru yöneldiğini görme ihtimalimiz artacaktır.

Diğer taraftan, dostumuza yaptığımız tavsiyelerimizi dikkatle seçelim. Nasihatlerimizi, kendi hayatımızdan örneklerle donatalım. Yaşadıklarımızdan kesitler sunalım. Böyle yaptığımızda tavsiyelerimizin daha çok işe yaradığını görebiliriz.

Dostlarımızla konuşurken, kendi yaptığımız bazı yanlışlardan, bizi uyaran dostlarımızın sayesinde nasıl kurtulmaya çalıştığımızı anlatalım. Dostlarımızın bize yaptıkları tavsiyelerini uygularken ki karşılaştığımız zorluklardan bahsedelim. Dostlarımızın geçmişte bize yaptığı bazı tavsiyelerden, henüz tutamadıklarımızdan ve düzeltemediğimiz yönlerimizden bahsedelim. Yani, yine bir atasözünde ifade edildiği gibi, önce iğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım.

Dostlarımızın ikazlarını tam olarak yerine getirememiş olmamıza rağmen, geçmişteki bazı yanlışlarımızdan kurtulduğumuz için, bize tavsiyede bulunan o dostlarımız hakkında güzel şeyler söyleyelim.

İnsanlığın günümüzdeki durumu maalesef, bu açıdan pek başarılı değil. Hepimiz hepimizi eleştiriyoruz. Bu tenkitlerimizde, yukarıda ifade ettiğimiz inceliklerden eser yok. Eleştirilerimiz, kıyasıya bir rekabet içerisinde. Hemen hiçbirimizin eleştirisi işe yaramıyor. İnsanların büyük çoğunluğu, böyle durumlarda, birbirlerini dinlemiyorlar. Karşımızdaki konuşurken, bizim kafamızda kendi fikrimiz dolaşıyor. Dolayısıyla yapılan konuşmalar, bir atasözünde olduğu gibi, bir kulağımızdan girip, diğer kulağımızdan çıkıyor. Beynimizde yer tutmuyor. Bu nedenle, dostların eleştirileri sonrasında kendisini düzeltebilenlerin sayıları çok az.

Bu sayının artabilmesi için yöntemlerimizi değiştirmeye çalışalım. Eleştirdiğimiz bir insanın, öncelikle, onu sevdiğimizi anlamasını sağlayalım. Gerek yapacağımız tenkitlerin, gerekse tavsiyelerimizin, onun iyiliği için olduğuna önce biz inanalım, sonra onun da anlaması için biraz bekleyelim. Karşımızdakinin buna inandığına kani olduktan sonra söyleyelim. Çünkü buna inanmazsa, söylediklerimiz havada kalır.

Dost olarak gördüğümüz bir kişiye, yaptığımız tavsiyenin bir faydasının olması için, bir başka husus daha var. Eğer biz, daha önceki bir zamanda, onun bize yaptığı nasihatleri dinlememiş ve uygulamamış isek, bizim ona söylediklerimizin işe yaramasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla, dostlarımızın bize yaptıkları eleştirilere ve tavsiyelerine, gerekli özeni göstermeye gayret edelim.

Dostların birbirlerine yaptıkları tavsiyeleri etkileyen bir başka konu daha var. Bir dostumuz bize bir nasihatte bulunduğunda, ona cevap veriş tarzımız da çok önemlidir. Bizim cevap veriş tarzımızdaki bir tersliğe, karşımızdakinin vereceği cevap şekli de önemlidir. Biz ters bir şekilde cevap verdiğimiz halde, bize karşı sevgiyle karşılık vermeye devam ediyorsa, onu dinleme ihtimalimiz artar. O da aynı sertlikle ve “ben sadece senin iyiliğini düşünmüştüm, ama sen iyilikten ne anlarsın ki” tarzında cevap verirsek, konuşmalarımızı bir duvarla yapmış gibi oluruz.

Okuyucularımızın, bizim burada aktardığımız yöntemlerin dışında, kendi geliştirdikleri özel yöntemleri olabilir. Onlar, bizim yazdıklarımızdan çok daha başarılı sonuç alacak sistemli çözümler üretmiş olabilirler. Dolayısıyla, her insan, düşündükçe, kendi şartlarına en uygun olan yöntemleri bulacaktır. Yeter ki, eleştiri ve tavsiyelerinde samimi olsunlar.

Dostun sevgiyle söylediği acı sözler, baldan tatlı olur. Dostunu saygıyla dinleyen kişi için, reçetedeki acılar, hastalığı iyileştirici ilaç olur.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | “DOST ACI SÖYLER” SÖZÜ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

PLANLARIMIZDA HER İKİ DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEK BAŞARIMIZ ARTAR

PLANLARIMIZDA HER İKİ DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEK BAŞARIMIZ ARTAR

 

Yaşadığımız sürece hepimiz, gelecek için bazı planlar yaparız. Kimimiz planladığımız hedeflere ulaşırız. Hattâ daha fazlasını elde ederiz. Çoğumuzun planları tutmaz. Kimimiz ise, tam tersine mevcut halimizden daha geriye düşeriz.

Bu çeşitliliğin sebeplerinden birisi, bizim yaptığımız planların, ne kadar gerçekçi olduğuyla bağlantılıdır. Bir diğeri, planlamada kullandığımız yöntemdir. Sadece kısa vade planlar yaparsak aksama ihtimali fazla olur.

Demek ki, planları, hem mümkün olduğunca gerçekçi yapmaya çalışacağız, hem de sadece kısa vadeli yapmayacağız. Bu dünyadaki işlerimizde daha başarılı olabilmek için; kısa, orta ve uzun vade planları birlikte yapacağız. Her üç vadedeki planlarımız arasında sıkı bir bağlantı olacak. Kısa vadedeki bir planımız, orta vadedeki hedefimizle çelişiyorsa, vazgeçeceğiz. Veya değiştireceğiz.

Eğer yukarıda bahsettiğimiz kısa, orta ve uzun vade planlarımızın hedefi, sadece bu dünya hayatındaki nimetlerden pay kapma üzerine olursa, eksik kalır. Belki planlarımızın birçoğu tutar, başarılı oluruz. Ama bu dünyadan göçüp gidince bize hiçbir faydası olmaz. Hattâ bu dünyada da bizi mutlu yapmaz. Çünkü aklımız ve duygularımız planlarımıza kilitlendiğinden, hayatımız sürekli bir endişe içerisinde geçer. Planlarımızdaki her aksaklık, bizde gerilim yapar. Aksaklık meydana gelmese bile olma ihtimali de bizi gerer.

Sonunda bütün planlarımız tutsa bile, geriye dönüp baktığımızda kendimizi mutsuz, dostsuz ve tek başına hissederiz.

Bu sebeple, bu dünyada yaptığımız gelecek planlarımızın içerisine, gelecek yaşamımızda yani ahiret hayatımızda ulaşmak istediğimiz hedefi de katmalıyız. Yüce Yaradan Kur’an’ında bu dünya hayatımızın, ahiret yaşamımız yanında uzun bir yoldaki bir yol ağzı kadar olduğunu ifade ediyor. Allah, ahirete huzuruna vardığımızda bizim bu dünyada kaldığımız süreyi şöyle tanımlayacağımızı ifade eder:

23 Müminun Suresi 112: (Allah inkârcılara) “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye sorar.

113: “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte bilenlere sor.” derler.

Önceki, “Af Dileyecek” şeklinde başlayan yazımızda belirttiğimiz gibi, bizler hangi yaşta olursak olalım, zaten, yaşadığımız geçmiş günleri düşündüğümüzde, göz açıp kapayana kadar geçtiğini hissederiz. Yani daha bu dünyada iken, ahirette söyleyeceğimizi hissederiz. Bizim bu düşüncemizi, Yüce Yaradan ayetlerin devamında tasdik etmektedir:

114: (Allah) buyurur ki: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!

“Biz bilmiyorduk, hiç ahirete gidip geri gelip bize anlatan da olmadı” demeyelim diye, Allah, bize sonraki ayetinde yol gösteriyor:

115: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”

Şimdi oturalım düşünelim. Bilim insanlarının verdiği bilgilerin ışığında, evrendeki büyüklüğü ve mükemmel düzeni sorgulayalım. Buna gücümüz yetmezse, çevremizi sorgulayalım. Cansın varlıklar dediğimiz taş- toprağın içerisinde ne cevherler olduğunu inceleyelim. Bitkilerdeki düzene bakalım. Hayvanlardaki özelliklere ve sosyal yaşamlarındaki düzenin hiç bozulmadan nasıl yürüdüğünü düşünelim. Sonra insanlara dönelim. Her insanın duygusal yönünün farklı olduğunu, her insanın parmak izinin farklı olduğunu hayretle müşahede edelim. Sonra kendimizi inceleyelim.

Bütün bunları ayna karşısında yaparsak, kendimizi, acilen, ahiret planlarını da dünyevi planlarımızla birlikte ele almamız gerektiğine ikna ederiz. Ahiret hayatını da dikkate alarak plan yapmamızın en önemli farkı, her hareketimizi gözleyen, her düşüncemizi bilen bir Yüce Yaradan’ın varlığını hissetmemizdir. Böylece, kimse görmeden yaptığımız iyiliklerin, hattâ, yaptığımız kişinin bile farkına varmadığı iyiliklerimizin boşa gitmediğini biliriz. Böylece, bir gün iyiliklerimize karşılık verileceğini düşünerek rahatlarız.

Diğer taraftan, hiç kimse bilmeden yaptığımız kötülüklerin hesabının da sorulacağını düşüneceğimizden, kendimize çeki düzen veririz. Dolayısıyla planlarımızı hem bu dünyada hem de ahirette huzurlu olmak için yaparsak, bize yardımcı olacak bir Yüce Yaradan’ın varlığını biliriz. Onun yardımıyla inşallah her iki cihanda da güzelliklere ulaşırız.

Bazen nefsimize yani duygularımıza hâkim olamayız. Sadece bu dünya nimetleri peşine düşeriz. İşte yaptığımız hataların bizi umutsuzluğa düşürdüğü zamanlarda, hemen ahiret planlarını önceliğe alıp uygularsak, bizi affedebilecek bir Yüce Yaradan’ın olduğunu düşünerek, kendimizi düzeltiriz. Raydan çıkan planlarımızı tekrar rayına oturturuz.

Dolayısıyla, eğer ahiret ile ilgili hedeflerimizi de planlarımıza eklersek, hayatımızın bundan sonrası için yapacağımız planlar daha bir önemli hale gelir. Bu durum kalan zamanımızı daha önemli kılar. Artık zamanımızı daha verimli kullanıp, daha ciddi planlar yapmaya başlarız.

Kalan zamanımızı verimli kullanmaya, planlarımızı hem bu dünya hem ahiret huzuru için yapmaya, yaptığımız planları daha ciddi uygulamaya başladıkça, her iki dünya mutluluğuna doğru daha hızlı yol almaya başladığımızı görürüz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | PLANLARIMIZDA HER İKİ DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEK BAŞARIMIZ ARTAR için yorumlar kapalı

AF DİLEYECEK YÜCE BİR MAKAMIN VARLIĞI, KALAN ÖMRÜMÜZÜ ANLAMLANDIRIR

AF DİLEYECEK YÜCE BİR MAKAMIN VARLIĞI, KALAN ÖMRÜMÜZÜ ANLAMLANDIRIR

 

İster genç ister yaşlı olalım, hepimiz, yaşantımızın geçmiş bölümüne dönüp baktığımızda, o güne kadarki hayatımızın, göz açıp kapayana kadar geçtiğini düşünürüz. Yarına sağ çıkacağımızın hiçbir garantisi olmamasına rağmen, gelecek günlerimizin çok uzun olacağını düşünerek hesaplar yaparız.

Ölüme yaklaştığını düşünen zengin ve yaşlı bir insana, dünya nimetleri için verdiği mücadelelerle ilgili olarak tavsiyelerini soracak olsak, “bu kadar mücadele ettik de ne oldu, hepsi boşmuş” cevabını alırız. Ya mirasçılarına kızıyordur, ya da çevresindeki dalkavuklara sinirleniyordur. Veya kendisine zaman ayıramadığından ve hiç dostu olmadığından yakınıyordur. Eğer bu kişi, bir de başkalarının haklarını bilerek yemiş, onlara bilerek zulmetmiş ise, pişmanlığı had safhadadır. Kendisini, mirasçılarının ve etrafındaki dalkavukların hamalı olarak görmektedir.

Bizler zayıf yaratılmış varlıklarız. Nefsimize yani duygularımıza yenilmemiz an meselesidir. Her zaman, varlığımızdan daha fazlasına sahip olmak isteriz. Yüce Yaradan Kur’an’da bu hırsımızdan şöyle bahseder.

17 İsra Suresi 100: (Ey Muhammed!) De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, fakirlik korkusunu yine de elden bırakmazdınız.” Doğrusu insan çok cimridir.

4 Nisa Suresi 53: “Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi.”

Çoğumuz duygularımıza yenildik. Hepimiz hatalar yaptık. Geçmiş ömrümüz, göz açıp kapayana kadar geçtiği için geleceğimizi çabukça toparlamak istiyoruz. Yaptığımız hataları görüyor ancak, nasıl kendimizi toparlayacağımızı bilemiyoruz. Eğer af dileyerek bize yol göstermesini isteyeceğimiz merci, insan olsaydı, ne yapardık? Dünyanın hazinelerine sahip olsa bile, başkalarına çekirdeğin zerresini bile vermeyen bir insandan, nasıl af ve rahmet beklerdik? Başkasından destek almadan, kendi kendimize nasıl toparlanırdık?

Fakat çok şükür ki, af dileyebileceğimiz ve rahmeti geniş bir Yüce Yaradan var. Eğer böyle bir yaratıcı olmasaydı, biz aynı hataların içerisinde yuvarlanır giderdik. Hayatımızın sonunda ayna karşısına geçip, gözlerimizin içerisine bakarak, geçmiş günlerimizi film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirme imkânımız olsaydı, belki de, tıpkı, çevremizdekilerin bizden nefret ettikleri gibi, kendimizden nefret ederdik.

Kur’an’da Yüce Yaradan’ın rahmet etme vasfını anlatan çok sayıda ayet var. İsteyen internet üzerinden kolayca araştırabilir. Biz, bir önceki yazımız olan “Faaliyetlerimiz Kişilerin Takdiri İçin Olmamalı” adlı makalemizdeki Hz. Musa ile ilgili olayı, bir başka bakış açısıyla ve konumuzla bağlayarak irdeleyeceğiz.

Kasas Suresinin 15inci ayetinden itibaren anlatılan olaylar, Hz. Musa’nın yaşadıklarından bir kesittir. İstemeden de olsa bir adamı öldüren Hz. Musa, yakalanmamak kanundan için kaçmaktadır ve çok çaresizdir. Hz. Musa yaşadığı bu öldürme olayından önce, aynı surenin 14üncü ayetine göre, Allah tarafından hâkimiyetle ilim verilmişti. Yani, kendisine hâkimiyetle ilim verilmiş bir kişi iken adam öldürmüştü. Tahmin edileceği gibi, kendisine ilim ve hâkimiyet verilen bir insanın yapacağı hatanın cezası, diğer insanlara göre daha fazla olur.

Hz. Musa’nın, bu durumda iken dâhi,  yaptığı iyiliklerin sonrasında, Yüce Yaradan tarafından kollanması ve nimet verilmesi, biz insanlardan bazılarımıza yol gösterici mahiyettedir. Eğer, kötü bir geçmişimiz varsa, yasa dışı işler yaparak suç işlemiş isek, biz de Hz. Musa gibi, kendimizi affettirecek fırsatlar aramalıyız. Bulduğumuz her fırsatta, kalpten gelen bir gönüllülükle iyilik yapmalıyız. Bu iyiliklerin, sadece maddi yardım anlamında olmadığını da, Hz. Musa’nın genç kızlara yardımından anlıyoruz.

Eğer biz fırsat arar ve bulduğumuz imkânları değerlendirerek Yüce Yaradan’ı memnun edersek, O, bize hayal bile edemeyeceğimiz güzellikleri verecektir. Bize bu dünyada güzellikler verebilecek tek güç, Allah’tır. Ahirette de güzelliklere kavuşturacak olan, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

İyilik yapmak için fırsat nasıl arayacağız diye düşünebiliriz. Kasas Suresi 23üncü ayet, bu konuda da bize yol gösteriyor. Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz ayet şöyle: “Ne zaman ki Medyen suyuna vardı, orada (hayvanlarını) sulayan bir gurup insan gördü. Ötelerinde iki kadın buldu, (hayvanlarını sulamaktan) sakınıp duruyorlardı. “Derdiniz nedir?” dedi. “Biz çobanlar çekip gitmeyince sulayamayız ve bizim babamız pek ihtiyar bir adamdır.”

Ayetten anlaşıldığına göre, genç kızlar, Hz. Musa’yı görünce yardım istemiyorlar. Medyen suyuna varan Hz. Musa, ortamı inceleyince, bir şeylerin yanlış olduğunu görüyor. Aslında kendisi de susuz olduğu için ortamı incelemeyip, doğrudan suya yönelebilirdi. Ama kendisini affettirecek fırsat bulabilmek için ortamı inceliyor. Bir şeylerin yanlış olduğunu görünce, durumu anlamak için genç kızlara soruyor. Cevabı alınca, “çobanlar bana itiraz ederler mi, başıma iş açılır mı” diye düşünmeden hayvanları alıyor, çobanların yanında suluyor.

Biz de kötü bir geçmişe sahip isek, iyilik yapmak için böyle fırsatlar arayacağız. Bulduğumuz fırsatları da, korkusuzca değerlendireceğiz. Yardım ettiklerimizden teşekkür beklemeyeceğiz. Yüce Yaradan’dan da, teşekkür beklemeyeceğiz. Ona, bize yeni fırsatlar oluşturması için dua edeceğiz. Biz gönülden bir davranışla böyle hareket etmeye devam edersek, Allah’ın bize kat kat fazlasıyla karşılık verdiğine şahit olabiliriz.

Sonuç olarak, bizler, yaşadığımız günümüze hakkını verir ve fırsatları değerlendirirsek, işte o zaman, hem kalan ömrümüzü anlamlandırmış oluruz, hem de geçmişimizin kötülüğünden kurtuluruz ve ahiretimiz için endişelerimiz azalır. Bu çabamızda daha başarılı olabilmemiz için, çevremizi bizim gibi düşünenlerle donatalım. Bizler gibi iyilik için fırsat arayanlarla birlikte olalım ve aramızda istişare ederek hareket edelim.

Allah’ım, Senin affına ve rahmetine mazhar olabilmemiz için bizlere, iyilik yapabileceğimiz fırsatlar oluştur.

Allah’ım, Senin oluşturduğun fırsatları iyi değerlendirebilmemiz için, bizlere irade gücü ver, zihin açıklığı ver, mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AF DİLEYECEK YÜCE BİR MAKAMIN VARLIĞI, KALAN ÖMRÜMÜZÜ ANLAMLANDIRIR için yorumlar kapalı

FAALİYETLERİMİZ KİŞİLERİN TAKDİRİ İÇİN OLMAMALI

FAALİYETLERİMİZ KİŞİLERİN TAKDİRİ İÇİN OLMAMALI

 

Yazımızla ilgili hususta kitaplar yazılabilir. Ancak biz burada üç farklı örnek vererek konuyu irdelemeye çalışacağız.

Antik Helen tarihçisi Tukydides, eserinin başlangıcında düşüncelerini şöyle ifade etmiş: “Ben bu eserimi, mevcut yaşayan insanlar okusunlar ve beni takdir etsinler diye yazmıyorum. İnsanlık var oldukça benim bu eserimden faydalansınlar diye yazıyorum.”

Gerçekten de 2500 yıla yakın süredir insanlık, Tukydides’in eserinden faydalanıyor. Tarihçinin, yaşadığı dönemde ne kadar takdir edildiğini bilmiyoruz. Ama günümüzde takdir edildiğini, insanların eserden faydalandığını biliyoruz.

Eğer Tukydides, eserini, yaşayan insanların takdir etmeleri için yazsaydı, belki bugüne kadar eser gelmezdi. Gelse bile beğenilmeme ihtimali kuvvetliydi.

Bu hususta vereceğimiz ikinci örnek, Türklerden. Balkan Bulgar Türkleri, 8inci asrın ortaları ile 9uncu yüz yılın ortalarına kadar, Bizanslılarla sıkı irtibatları oldu. Bulgar Türklerinin en ünlü hakanı, Kurum Han idi. Kurum Han, 811 yılında Bizans İmparatoru Nikephoros’u yendi.

Bu savaştan yaklaşık iki asır sonra Leon Grammaticos, olayları yazan bir eser verdi. Leon, kendi zamanına kadar aktarılan bilgiler ışığında, kitabını yazmıştı. Fakat sonradan, Türklerin Anadolu’ya girerek ilerlemeye başladıkları dönemde, bazı tarihçiler aynı kitaba ekleme yaptılar. Kurum Hanın, Nikephoros’un başını kestirerek, içinde şarap içtiğini eklediler.

Hâlbuki aynı Kurum Han ile ilgili olarak İbrahim Kafesoğlu yaptığı araştırmalarla başka sonuçlara varmıştır. Kafesoğlu, G. Feher ve V. Beşevliev’den aktardığına göre, Direklerdeki 2inci Bulgar kitabesinde, Bulgar Türklerinin Hakanı Kurum Han, şöyle demektedir: Doğru insanı ve yalancıyı Tanrı bilir. Bulgarlar, Hıristiyanların (Bizanslılar) iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu çabuk unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”

Kitabeden anlaşıldığına göre, Balkan Bulgar Türkleri, karşılık beklemeden iyilikler yapmışlar. Onların bu iyilikleri yaşayan Hıristiyanlar tarafından takdir edilmemiş. Ama onlar bu iyilikleri Tanrının bildiğini düşündüklerinden, hiç gocunmamışlar. İyilik yapmaya devam etmişler.

Onların bu iyiliklerine karşın, asırlar sonra, aleyhlerinde yalanlar uydurulmuş. Ama günümüzde aklı başında hiç kimse, aleyhlerinde söylenen yalanlara inanmıyor. Yani yalanlar, gerçekleri örtememiş.

Bu konuda vereceğimiz bir başka örnek, Kur’an’da bize anlatılan olaylardan alınma. Kur’an’da (28)Kasas Suresi 15inci ayette anlatıldığına göre, Hz. Musa, kendinden yardım isteyen bir hemşerisine yardım ederken, istemeden bir adamın ölümüne sebep olur. Firavunun adamları tarafından cezalandırılmamak için çöllere doru kaçar. Aynı surenin 22inci ayetinde verilen bilgiye göre, Medyen cihetine yöneldiğinde, “ola ki Rabbim beni doğru yola çıkarır” diye dua eder.

Aynı surenin 23üncü ayeti, Hz. Musa’nın orada yaşadıklarını şöyle anlatır: “Ne zaman ki Medyen suyuna vardı, orada (hayvanlarını) sulayan bir gurup insan gördü. Ötelerinde iki kadın buldu, (hayvanlarını sulamaktan) sakınıp duruyorlardı. “Derdiniz nedir?” dedi. “Biz çobanlar çekip gitmeyince sulayamayız ve bizim babamız pek ihtiyar bir adamdır.”

Ayet gayet net açıklama yapmış. Bir tarafta iyice ihtiyarlamış bir adam var. Onun erkek çocukları yok. İki kız çocuğu var. Onlar da genç kız konumundalar. Belki çobanların kendilerine serkeşlik yapmalarından çekiniyorlar. Onlar oradayken, hayvanlarını su kenarına indiremiyorlar. Belki de, susadıkları için suya doğru gitmeye çalışan hayvanlarını, engellemeye çalışıyorlar.

Olayın devamı 24üncü ayette anlatılıyor: “Bunun üzerine ikisinin (hayvanlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve “Ey Rabbim! Ben cidden, bana indirdiğin hayra muhtacım (fakirim)” dedi.

Ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Musa, genç kızların cevapları üzerine, onlara hiçbir şey söylemeden hayvanları önüne kattı, suya götürdü. Hayvanlar doyasıya sularını içtikten sonra, geri getirip genç kızlara teslim etti. Sonra onlardan herhangi bir teşekkür beklemeden, ilerideki bir ağacın gölgesine gidip oturdu ve Yüce Yaradan’a dua etti.

Görülüyor ki, Hz. Musa, yaptığı iyiliğin karşılığını insanlardan istemeyerek Rabbine dua etti. Duasında da, yaptığı iyiliğin karşılığında doğrudan bir şey istemedi. Onun yerine biz olsaydık, onun gibi çaresiz durumda olmasaydık bile, kuvvetle ihtimal ki, Yüce Yaradan’dan doğrudan karşılık isterdik.

Hâlbuki Hz. Musa o anlarda çok çaresiz bir konumda idi. Yakalanma korkusuyla kaçıyordu. Hiçbir varlığı yoktu. Ama Hz. Musa, en çaresiz konumunda iken, en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde ne genç kızlardan ne de Allah’tan doğrudan karşılık istemedi. Buradan da anlıyoruz ki, en çaresiz anlarında olmasına rağmen, bu iyiliği kalpten gelen bir anlayışla gönüllü olarak yapmıştır.

Kur’an’da anlatılan bu olayda, Hz. Musa’nın yaptığı duası da, bize çok güzel bir örnektir. O, yaptığı bu iyiliğin karşılığında, kendisine bir ücret veya başka bir şey istemiyor. Aksine, kendisine böyle iyilikler yapabileceği fırsatlar verilmesini, Yüce Yaradan’dan niyaz ediyor. İstemeden de olsa, adam öldürdüğü için, Allah’tan, kendisine yeni iyilik imkânları oluşturmasını istiyor ve böyle imkânlara muhtaç olduğunu belirtiyor. Böylece, insanlara iyilikler yaparak, kendisini Allah’a affettirmeye çalışıyor.

Surenin devam eden ayetlerine baktığımızda, Hz. Musa’nın bu güzel davranışının karşılığını, Yüce Yaradan’ın, çok daha güzel bir şekilde verdiğini anlıyoruz. Allah, Hz. Musa’nın hiç hayal edemeyeceği bir şekilde, ona, ücretli bir iş, salih bir eş, aile ortamında yaşayacağı bir ev, her zaman kendisine yol gösterecek bir baba temin ediyor.

Demek ki, biz, gönlümüzden gelerek ve karşılık beklemeden bir iyilik yaparsak, Yüce Yaradan, mutlaka bizi ödüllendiriyor.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | FAALİYETLERİMİZ KİŞİLERİN TAKDİRİ İÇİN OLMAMALI için yorumlar kapalı

KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER  

KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER

 

Belgeli tarih boyunca, ilahiyatçılar ile filozoflar arasında sürekli tartışmalar olmuştur. Filozoflar, ilahiyatçıları sığ düşünmekle ve şekilci olmakla suçlamışlardır. İlahiyatçılar ise, filozofları dinden çıkmakla itham etmişlerdir. Çok daha ağır olan bu iddia sebebiyle, biz bu yazımızda, önce ilahiyatçıların filozoflara olan itirazlarını ele alacağız. Ele alacağımız itirazların çoğuna, biz de katılıyoruz. İlahiyatçıların eleştirilerini inceledikten sonra da, ilahiyatçıların, filozoflara itiraz ederlerken kullandıkları yöntemleri, kendilerinin de takip edip etmediklerini irdeleyeceğiz.

İlahiyatçılar, filozofların, meselelere duyu (beş duyu) ve akıl ile yaklaşmalarını eleştirirler. İlahiyatçılara göre, duyular en somut görme aracı olmalarına rağmen, bazen bizi yanıltırlar. Bu savunma, bizce de doğrudur. Çünkü insanların beş duyusunun sınırları vardır. Algılama sınırlarının dışındakileri bilemezler. Nitekim bir köpeğin ve bir kedinin koku ve işitme özelliklerinin sınırları, insanlarınkinden çok daha geniştir. Ayrıca gördüğümüz bir olayın perde arkasındaki gelişmeler çok farklı olabilir.

Dolayısıyla, insanlar teorilerini, duyuları üzerine inşa ederlerse, yanılmaları ihtimali vardır. Filozofları bu açıdan tenkit eden ilahiyatçıların bazıları, kendilerinin ifade ettikleri altıncı his denilen soyut bir duygunun, diğer beş duyudan üstün olduğunu söylerler. Bu söylemleri ile acaba, filozofları suçladıklarından daha mı kabul edilir bir temele dayanmaktadırlar.

İlahiyatçılar, filozofları eleştirirlerken, onların, kendilerinde vehmettikleri kadar bilgi sahibi olmadıklarını ifade ederler. Bu eleştiri, bizce de doğrudur. Filozoflardaki bu vehme karşılık, bazı Müslüman bilginlerde de, benzer vehimlerin olduğunu kendi eserlerine bakarak anlamaktayız. Nitekim İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinin fetih (açılış) kısmında, kendisini Hz. Muhammed’in son varisi (Hatem-i Velayet-i Muhammedi) olarak ifade etmektedir. Kendisinden başkalarının da Hz. Muhammed’e varis olabileceğini, fakat hiçbirinin Hz. Muhammed’in amellerinin, makamlarının ve ilimlerinin külliyetine erişemeyeceğini söylemektedir. Acaba, bu ifadesinde dayandığı temel, filozoflarınkinden daha mı sağlam, yoksa daha mı çürüktür?

Arabi, kitabındaki fetih bölümünde, eserindeki bilgilerin ve idrakin, bir çalışma veya akli gayretler ile elde edilemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre kitaptakiler, Allah’ın ona kapıları açmasıyla verilmiştir.

Biz, böyle bir şey olmaz diyemeyiz. Bahsettiği şeyler gerçekten olmuş olabilir veya rüyasında gerçekleşebilir. Her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, bundan daha fazlasını ve bizim hayal edemeyeceğimiz şeyleri gerçekleştirir. Fakat bu olayda, sorgulanabilecek iki husus var.

Birincisi, böyle bir vaka meydana gelmiş ise bile, bu açıkça söylenilmez ve yazıya hiç dökülmez. Asırlar sonrasına kalacak şekilde yazıya dökmek, övünmeye ve kibre girer. Allah, övüngenleri ve kibirlileri sevmediğini, Kur’an’ında sıkça ifade ediyor.

İkincisi, bilindiği gibi, peygamberler ve son peygamber Hz. Muhammed de, insan idiler. Dolayısıyla ilimleri, Allah’ın kendilerine verdiği kadardır. Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’ın, daha önceki peygamberlere gönderilen bütün bilgiyi toplaması ve birleştirmesi, Hz. Muhammed’e bütün bilgilerin verildiği anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, Hz. Muhammed, bu açıklamaları kendi sağlığında yapardı. Hattâ kayda geçirtirdi ve İbni Arabi’ye ya da başkasına bırakmazdı.

Diğer taraftan, Arabi’nin eserlerinde bahsettiği hakikat bilgisi, eşyanın Allah’ın katında bilindikleri halleridir demektedir ve bu hakikatin kendisine verildiğini ifade etmektedir. Bu ifadelerin, filozoflarınkinden daha sağlam temele dayandığı söylenemez. Bilindiği gibi, gelecekle ilgili bütün bilgi ve karar Allah’ın Zatınındır. Yüce Yaradan, bu bilgilerden dilediğine verir, dilediğine vermez.

3 Ali İmran Suresi 179: “Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır.”

Allah’ın, gayb ile ilgili bilgileri Hz. Muhammed’e verdiğini gösteren bir ayet yoktur. Aksine aşağıdaki ayet, Hz. Muhammed’e gaybın bilgisinin verilmediğini ifade etmektedir.

6 Enam Suresi 50: De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”

Yüce Yaradan’ın, Kur’an’ı indirdiği son peygamberi dâhil, peygamberlerine vermediği bilgileri ve gaybın haberlerini, şeyhlere, evliya olarak bilinenlere, bazı ilahiyatçılara verdiğini düşünmek, filozofların verdiği cevaplardan çok daha temelsiz cevaplar elde etmekten başka bir işe yaramaz.

İlahiyatçıların, filozoflara yaptıkları bir başka eleştiri, kavramlara yüklenen mahiyetler açısındandır. Filozofların, nefsin mahiyeti, Allah’ın cevher olması gibi meselelerde akıl yürütmelerine itiraz ederler. Bu husus, bizce de doğrudur. Bilmediğimiz konular hakkında, sadece akıl ile ulaşacağımız yer, bizi yanıltmaktan başka bir şeye yaramaz. Fakat ilginç olan, filozoflara itiraz eden kelamcıların, nefsin ve Allah’ın mahiyeti gibi aynı konularda, kendilerinin de fikir yürütmeyi sürdürüyor olmalarıdır. Kelamcılar, ilaveten, ruh konusunda da düşünce üretmeye çalışıyorlar.

Kelamcıların, filozoflara itirazlarından bir diğeri, filozofların çoğu zaman, aklın hükmüyle vehmin hükmünü birbirine karıştırdıkları şeklindedir. Bu iki hüküm benzeşmektedir. Filozoflardaki bu kargaşanın doğruluğunu, tıbbın yanında filozofluğu da olan İbni Sina, mealen şöyle açıklar: “İnsandaki düşünce kuvvetini ruh ve akıl kullanırsa düşünce kuvveti, vehim kullanırsa mütehayyile (hayal kurma gücü) olur.” Bu açıdan bakılınca kelamcıların bazılarının söylemlerinde, vehimlerinin etkisi büyüktür.

Filozofların, kendilerini avamın anlamayacağını, bilhassa metafizik konuları anlamak için halkın kapasitesinin yetmeyeceğini söylemelerini, ilahiyatçılar şiddetle eleştirirler. Filozofların bu söylemlerinin, onları kibre ve sapıklığa götürdüğünü söylerler. Bu iddialarını da güçlendirmek için, Kur’an’dan ayetleri (örneğin Bakara 26) delil göstermeye çalışırlar. İlginç olan, filozoflar, halkın metafizik konuları anlamayacağını söylerlerken, ilahiyatçılar, onlardan da ileri giderek, halkın kutsal kitapları da anlamayacağını ifade etmektedirler. Halkın Kur’an’ı anlamayacağını söyleyenlerin arasında, okuma yazma öğrenmiş olmakla birlikte, ilim tahsil etmemiş şeyhlerin de olmasını ve onlardan icazet almaya çalışan ilim tahsil etmişlerin varlığını okuyucuların takdirlerine bırakıyorum.

Filozoflara, ilahiyatçıların yaptıkları ağır bir eleştiri de, filozofların kendilerinden önceki bazı filozofları taklit ettikleri şeklindedir. Peki, filozofları böylesine itham eden ilahiyatçılar için, onlar, kendilerinden önceki ilahiyatçıları taklit etmiyorlar dersek ne kadar geçerli olur?

İlahiyatçılar, filozofların, ellerinde kesin delil olmadığı halde, şeriat ehline muhalif davranmalarını eleştirmektedirler. Bu açıdan bakınca, ilahiyatçıların filozofları suçladıkları ve yukarıda saydığımız hususlarla ilgili olarak, kesin delilleri vardır denilebilir mi? İlginç olan, ilahiyatçıların birçoğu, suçladıkları filozofların eserlerini tam okumadan fikir beyan ettikleri için, birçok konuda aynı şeyi savunduklarının bile farkına varmamışlardır. Bu konuda, İbni Sina’yı zındıklıkla suçlayan İmam Gazali’nin söylemlerinin birçoğunun, Sina ile benzerlikleri bir örnek teşkil etmektedir.

Kelamcılarla filozoflar arasındaki tartışmaların temellerinin birbirine benzediğini, İbn Haldun da tespit etmiştir. Ona göre kelamcılar, mantığı, bir ölçü ve bir alet olarak kabul etmiş ve filozofları bu delillere dayanarak suçlamışlardır. Demek ki, birbirlerini suçlayan ilahiyatçılar ve filozoflar, aynı mantığı kullanmışlardır. İki tarafın da kullandığı, muhtemelen Aristo mantığıdır.

Anlaşılan o ki, ilahiyatçılar ile filozofların tartışmaları, kısır bir döngünün içerisinde kalmıştır. Kimin kimi ve niye suçladığı, karışmıştır. Birbirlerinin eserleri ve sözleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmadan önyargıyla hareket ettikleri için, benzer şeyleri savunanlar bile, birbirlerini veya kendilerinden önce yaşamış insanları suçlamışlardır.

Her iki tarafın da temel yanlışı, halkın gündeminde olmayan, afaki konuları tartışmalarıdır. Bu hususlar, insan aklı yetmeyeceği için, kişiden kişiye değişen hayali kavram tartışmalarıdır. Böyle konuları tartışmanın, insanlığa, insanların erdemli olmasına ve toplumun huzuruna hiçbir katkısı yoktur.

Genel, Sosyal kategorisine gönderildi | KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER   için yorumlar kapalı