KALPLERİN MÜHÜRLENMESİ ÜZERİNE

KALPLERİN MÜHÜRLENMESİ ÜZERİNE

 

Kalplerin mühürlenmesi, insanın kalbinde Tanrı’ya ve sevgiye yer kalmaması sonucunda; sorgulama, gerçekleri görme ve düşünme kabiliyetinin yok denecek kadar azalması olarak tanımlanabilir. Bir insanın kalbinin mühürlenmiş olduğunu anlamak, zor değildir. Eğer bir insan, bakıyor ama görmüyorsa, duyuyor ama kavrayamıyorsa kalbi katılaşmaya başlamış demektir. Eğer bu insan, şahsi menfaatini sürdürmek için sürekli yalan söylemeye başlamışsa, kalbinin mühürlenmiş olması ihtimali çok yüksektir. Kalbi katılaşmaya başladığı için zalimlikler yapan bir insanın, hatasını anlayarak kendini düzetmesi ihtimali her zaman vardır. Fakat şahsi menfaati için sürekli yalan söyleyen birisinin, hatasını anlayarak kendini düzeltmesi ihtimali yok denecek kadar azdır.

Kutsal kitapların ifadelerinden anladığım kadarıyla, Yüce Yaradan, her bir şahısla ilgili olarak, o insanın davranışlarına göre fiillerini oluşturmaktadır. Bu sebeple, yanlış olduğunu bildiği halde, menfaati doğrultusunda davranışlarda bulunan bir insana, Tanrı’nın, yardımını durdurarak, karışmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, o insan sapkınlığa doğru yürümeye devam eder. Ancak, insanlara rahmetini üzerine yazmış olan Allah’ın, insanların sapmalarına razı olmadığı, kutsal kitaplarındaki ifadelerinde görülmektedir. Razı olmadığını, sürekli olarak peygamberler göndererek insanları uyarmasından da görebiliyoruz. Aslında Yüce Yaradan, insanlara yaptığı bu genel ikaz ile de yetinmemektedir. Her insanı ayrıca uyarmaktadır. Yarattığı her kulu ile ayrı ayrı ilgilenmektedir.

Yüce Yaradan’ın, her insanı hangi yöntemlerle uyardığını biz bilemeyiz. Ama derinlemesine düşünürsek, bizi zaman zaman ikaz ettiğini anlarız. Nitekim menfaatinin peşinde koşarken insanları ezmekten çekinmeyen bir insan, seyrek de olsa, bu yaptığının yanlış olduğunu düşünür. Aslında kafasından geçen bu düşünce, Yüce Yaradan’ın, o kişinin kalbine indirdiği bir fikirdir. Ama büyük çoğunluğumuz, kafasında şimşek gibi çakan bu fikre itibar etmez. Menfaati daha ağır basar ve zalimliğine devam eder. Rahmeti çok geniş olan Yüce Yaradan, her insana, bu şekilde veya bambaşka yöntemlerle uyarılarını defalarca yapar. Bazen, mallarından ve evlatlarından eksilterek, insanların düşünmeleri, durumlarını sorgulamaları ve hatalarını anlamaları için fırsatlar verir. Bazen, böyle kullarının dünya nimetleriyle ilgili olarak hemen her isteklerini verir. Ama Allah, kalpleri katılaşmış bu kişilerin iç huzurlarını alır. Bu kişilerin, bırakın birkaç aylarını, bir haftası bile mutlu geçmemesi ihtimali çok kuvvetlidir.

Tek olan Tanrı’nın yaptığı bu ikazları sorgulayıp, kendisini düzelten insanların sayıları elbette azımsanmayacak kadar çoktur. Ama başına gelen tersliklere veya güzelliklere rağmen, yaşadıklarına kendince mazeretler üreterek, hatasını sürdürenlerin sayıları çok daha fazladır.

Okuyucularımın bazısından ricam, geçmiş hayatına dönük olarak yaşadığı olayları, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirsin. Ama yaşadıkları olaylara, “Tanrı’nın ikazı olabilir mi” diye bakarak düşünsün. Geçmiş yaşamı hangi yapıda olursa olsun, akıl erdiren her okuyucumun, kendisine böyle ikazların yapıldığını kabul edeceğini düşünüyorum. Bende böyle olmadı diyenlerden ricam, bazı ayrıntılara dikkat ederek, tekrar tekrar düşündükten sonra karar vermeleridir.

Yüce Yaradan, yarattığı hiçbir kulunun kalbini, sadece tek uyarı yaptıktan sonra mühürlediği söylenemez. Eğer şöyle bir düşünürsek, bir değil, birkaç ikazdan sonra bile mühürlemediğini anlarız. Eğer tek olan Tanrı, bir-iki ikazla yetinseydi, insanların neredeyse tamamının kalbinin mühürlenmesi beklenirdi.

Eğer kalpler kolayca mühürlenseydi, kalbi mühürlenenler hatalarını anlayamayacak hale geldikleri için, hatasını anlayarak tövbe edip dönen insanların sayısı, yok denecek kadar az olurdu.

Eğer tek olan Tanrı, kalpleri kolayca mühürleseydi, peygamberlerine, tebliğ için bıkmadan gayret etmelerini söylemezdi. Peygamberlerinden biri olan Hz. Nuh’un, 900 yıl boyunca tebliğ için çile çekmesine razı olmaz, tufanı daha önce yapardı.

Yunus Suresi 10/41: Eğer seni inkâr etmeye devam ederlerse, “benim amelim bana, sizin ameliniz size” de…

Bu ayette de görüldüğü üzere, peygamberini inkâr etmeye devam edenlerin kalplerini mühürlemiş olsaydı, böyle bir tavsiye yapmaz, ayette “onları Bana bırak” mealinde ifade kullanırdı. Surenin devam eden ayetleri, kalplerin mühürlenmesi hususundaki bu fikrimizi kuvvetlendirmektedir.

42: “İçlerinden seni dinlemeye gelenler de var. Sen, sağırlara, üstelik akılsız da olanlara dinletebilir misin?”

43: “İçlerinden sana bakanlar da var. Fakat sen, körlere, üstelik basiretleri de yoksa hidayet edip yol gösterebilecek misin?”

44: “Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.”

Demek ki, Yüce Yaradan’ın verdiği aklı kullanmayanlar, peygamberlerden dinlediklerini kavrayamıyorlar. İnsanlar bakıyorlar, ama basiretlerini kullanmadıkları için hakikati göremiyorlar. Bu sebeple insanların bazıları, Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği güzel vasıfları kullanmadıkları için, kendilerine verilecek cezayı hak ediyorlar. Dolayısıyla, kendi kendilerine zulmetmiş oluyorlar.

Yüce Yaradan, ister kalpleri katılaştığından, isterse kalpleri mühürlendiğinden dolayı zalimlik yapanlara bile merhamet ettiğini, şu ayetiyle vurguluyor.

Nahl Suresi 16/61: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı…”

Ayetten anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, bir insanın kalbini mühürlemeden önce, çok fazla sabrediyor. O kişinin kendisini düzeltmesini, sabırla bekliyor.

Yunus Suresi 10/22: Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: “Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız.” derler. Sonra Allah onları oradan kurtarır, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar, taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de, bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz.

Ayette, “denizde fırtınaya” yakalanınca, yalvar yakar Yüce Yaradan’a dua ederek “kurtulurlarsa şükredenlerden olacaklarını” söyleyen insanların, Tanrı onları kurtarınca, verdikleri sözü unutup, yeryüzünde zalimliklere başladıkları anlatılıyor. Yüce Yaradan, böylelerine bile, süre tanıyor. “Ey insanlar zalimliğiniz sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz.” diyerek sabrediyor. Onların kalplerini mühürlemiyor.

Araf Suresi 7/100 üncü ayette, kalplerini mühürleriz diye bahsedilen insanlarla ilgili olarak 102inci ayette şu açıklama yapılır: “Onların çoğunda, sözde durma (diye bir şey) bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk.”

Demek ki, sözünde durmayanlar, yani yalan söyleyenler, yoldan çıkıyorlar. Yoldan çıktıklarını görmelerine rağmen, yalanlarını sürekli hale getirenler, aynı suredeki 100üncü ayete göre, kalpleri mühürleniyor.

O halde, ne kadar yanlış işler yapmış olursak olalım, yalanlara boğulmadan, hatamızdan dönüp, Yüce Yaradan’a tövbe edelim. Kendimizi kurtarmaya çalışalım. Eğer yalan söylemeye alışırsak, yalanlarımızı durduramayız. Yalancılığımızı sürekli hale getirirsek, kalbimizin mühürlenmesine davetiye çıkarmış oluruz ve tövbe edecek gücü bulamayabiliriz. Dolayısıyla hiçbir zaman dönüşümüz, yani kurtuluşumuz olmayabilir. Hem bu dünyada huzursuz ve korku içerisinde yaşarız, hem de asıl ve ebedi olan ahiret hayatında, cehennem azabına duçar oluruz.

Unutmayalım ki, bize yapılan bu ikaz, belki de, kalbimizin mühürlenmesinden önceki son uyarıdır.

Seçim bizim. Çünkü Yüce Yaradan’ın bize olan tavrı, bizim seçimimize göre şekillenmektedir.

Ahiret hayatına inanmayan insanlarda kalplerin katılaşması, kalplerinde sevgiye yer kalmaması anlamına gelir. Böylelerinin zararı, daha çoktur. Hem bu dünyada sevmek ve sevilmek gibi mutluluktan mahrumdurlar, hem de af dileyecekleri bir mercileri olmadığından, kendilerini düzeltebilecekleri bir imkânları yoktur. Dolayısıyla kurtuluş umutları kalmamıştır. Bu kişiler için, bu sitede yayınladığımız “Tito’dan Tarihi İtiraflar” başlıklı makalemizi okuduktan sonra tekrar düşünmelerini salık veririz. Yazıyı aramak zahmetine katlanmak istemeyenler için, Tito’nun sözlerinin bir kısmını veriyoruz:

“Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koruyucusu olmalıdır…

Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum…

Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler ne dersiniz deyin!”

Allah’ım, insanların, kalplerini mühürlediğin şahısların peşinden gitmeyi bırakabilmeleri için, onlara anlayış ihsan eyle,

Allah’ım, insanların doğru yolu bulabilmeleri için, onlara irade gücü ver.

Senin, her şeyi helâk etmeye veya hâlk etmeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KALPLERİN MÜHÜRLENMESİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EN HAYIRLI PLANLARI KİM YAPAR

EN HAYIRLI PLANLARI KİM YAPAR

 

Bu soruyu hangi insana sorsak, kendisinin yapacağını söylemesi ihtimali kuvvetlidir. Dolayısıyla, en hayırlı plan yapma yarışması düzenlense, jürinin doğru karar vermesi mümkün olmaz.

Çünkü bizler insanız ve Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl kadar fikir yürütebiliriz. Ulaştığımız bu düşüncelerin de birçoğunda nefsimize yeniliriz.

Velev ki, plan yapanlar peygamberler bile olsalar, aynı ortam geçerlidir. Peygamberler, bizlere göre, nefislerine çok daha az uyarlar. Ama onlar da, tek olan Tanrı’nın kendilerine verdiği akıl kadar fikir yürütebilirler. Tanrı, peygamberlere, normal insanlardan daha fazla akıl vermiş olsa bile sonuç değişmez. Çünkü peygamberler de, gördükleriyle ve güvenilir insanlardan duyduklarıyla karar verirler. Hâlbuki insanlar, hiçbir zaman olayın perde arkasındaki sebepleri bilemezler. Bazılarını bilseler bile, gelecekte olacakları bilemezler.

Yüce Yaradan, bu durumu, Kur’an’ında anlattığı, Hz. Musa ve ilim verdiği bir kişinin yol arkadaşlığındaki olaylarda, bize net bir şekilde gösteriyor. Kur’an’da Kehf Suresinin 64 ila 82inci ayetleri arasında anlatılan olayları Kur’an’ı okuyarak hatırlayalım. Peygamber olan Hz. Musa, Allah’ın ilim ve hikmet verdiği kişiye, bunları kendisine de öğretmesi için ona tabi olmak ister. İlim verilen kişi, Musa’ya sabredemeyeceğini söylerken şöyle der: “iç yüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?” Sabredeceğine söz vermesine rağmen Hz. Musa, karşılaştığı üç olayda da itiraz eder. İtiraz eden kişi bir peygamberdir. Ama işin iç yüzünü bilemediği için, tabi olmak istediği kişiyi suçlamak gibi bir yanlışa düşmüştür.

Bilindiği gibi Hz. Musa sıradan bir peygamber değildir. İsrailoğullarını kölelikten kurtarmak için, Yüce Yaradan’ın denizi yararak, kavminin gözünde yücelttiği bir peygamberidir. Ama o bile, kendi aklıyla tavır alınca, üç hadisede de yanlış karar vermiştir.

Bu durumda, en hayırlı planları yapacak olanda iki özelliğin birlikte bulunması şarttır. Birincisi, olayların ve konuşulanların hepsini bilmesidir. Diğer özellik ise, nefis sahibi olmamasıdır.

Bu iki vasıf, sadece ve sadece Yüce Yaradan da vardır. Her şeyi bildiği için, en mükemmel planları yapabilecek olan, yalnızca, tek olan Tanrı’dır. Sahip olmak istediği bir şey için sadece “ol” emrini vermesi yeten bir Tanrı’nın nefis sahibi olması düşünülemeyeceğinden, Onun yaptığı planların, en hayırlı planlar olması gayet mantıklıdır.

Yukarıda verdiğimiz Hz. Musa ile ilgili olaylar, Kur’an’da anlatılan ders niteliğindeki kıssalar olduğu için, bazılarımız “biz geleceği hiç bilemeyiz, dolayısıyla, başımıza gelen bir olayı nasıl kavrayacağız” diye düşünebilir. Konuyu bir başka peygamberin yaşanmış hayatından bir kesit sunarak, daha iyi kavranmasını sağlayabiliriz.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed, yedi evlat sahibi idi. Çocuklarının bir tanesi hariç, hepsi de kendi sağlığında vefat ettiler. Peygamberden sonra vefat eden ise, kız evladı Hz. Fatıma’dır. O da kısa bir süre sonra ebediyete intikal etmiştir.

Şimdi düşünelim. Yedi çocuğunun bir kısmı, Hz. Muhammed’den sonraya kadar yaşasalardı, neler olabilirdi?  Çocuklar, taht kavgasına düşmeseler bile, zor karşısında Müslüman olmuş insanlar onları birbirine düşürerek, kendilerinin intikamını alma peşine düşmezler miydi? Veya sonradan doğan bazı muhteris kişiler, peygamberin çocuklarını, torunlarını bahane ederek, kendi saltanatlarının peşine düşmezler miydi?

Çoğaltılabilecek bu sorular için “böyle olaylar olmazdı” diyebilmenin zorluğunu anlamak için, peygamberin torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in başlarına gelenleri bilmenin yeterli olacağı açıktır.

Eğer, peygamberlerin çocukları böyle yapmazlar, nefislerine hâkim olurlar ve oyuna gelmezler diye düşünüyorsak, Hz. Yakup’un oğullarını düşünelim. Ağabeylerinin kardeşleri Hz. Yusuf’u öldürmek istediklerini, ölsün diye bir kuyuya attıklarını hatırlayalım.

Peygamberlerle ilgili olarak verdiğimiz örneklerin benzerleri, hemen hepimizin hayatında yaşanmıştır. Eğer yaşadığımız olaylara ihlaslı bir şekilde yaklaşıp o açıdan yorumlamazsak, hiçbir ders alamayız. Sadece kendi aklımızla ve bazısında da nefsimize yenilerek yapacağımız yorumlarda, işin hakikatini kavrayamayız.

Karşılaştığımız böyle konuları yorumlarken unutmamamız gereken bir şey, bizim için neyin hayırlı ve neyin şer olduğunu sadece Yüce Yaradan’ın bildiğidir. Nitekim hemen hepimiz, yaşadığımız birçok olaydan bir süre sonra karşılaştığımız şeylere bakınca, yanıldığımızı anlamışızdır.

Çoğumuz yaşayarak öğrendiğimiz bu gerçeğe rağmen, başlangıçta yine de bazı olaylar karşısında çok üzülürüz. Elbette o an için üzülmemiz normaldir. Çünkü biz insanız ve dolayısıyla, olayların iç yüzünü bilmiyoruz.

Karşılaştığımız çok üzücü ve çok sevindirici olaylarla ilgili olarak, unutmamamız gereken bir şey daha var. Böyle olayların, bize vermek istediği bazı dersler vardır. Yüce Yaradan, her olayı her yönüyle düşünerek oluşturur. Bizden de, hiç olmazsa birkaç yönünden irdeleyerek, ders almamızı bekler. Fakat kavrayamadığımız yönleriyle ilgili olarak da “Yüce Yaradan neylerse güzel eyler” şeklinde ihlasla yaklaşmamızın, tek olan Tanrı’nın hoşuna gideceği muhakkaktır.

Allah’ım, hüküm ve hikmet sahibi olan, sadece ve sadece Sensin.

Allah’ım, Sen, en hayırlı ve en mükemmel plan yapansın. Bizim için, ihlaslı kulların için, insanlık için, Senin nezdinde en hayırlısı ne ise, lütfunla onu oluştur.

 

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EN HAYIRLI PLANLARI KİM YAPAR için yorumlar kapalı

YENİ YIL MESAJI

YENİ YILA YENİLENEREK GİRMEMİZ UMUDUYLA

 

İnsanlar arasındaki haberleşme ve ulaşım araçlarının artması, küreselleşmenin hızlanmasını sağlıyor. Dünya küreselleştikçe, tüketim hırsı en ücra köşelere ulaşıyor. Tüketim hırsı yayıldıkça, insanlık açısından, gelen her yeni yıl, giden yılı aratıyor. Fakirler daha yoksullaşıyor. Zenginlerden işini yürütenler daha çok zenginliyor.

Bu kısır döngüyü görebilmek için, felsefi fikirler yürütmeye gerek yok. Basit düşünmemiz yeterli.

Basit düşünenlerden birisi de, çok içtiği için eleştirilen yazar Charles Bukowski. Başından geçen sıradan bir konu sonrasında, basit düşünmesi sayesinde, insanlığın sorunlarının en önemlisini tespit edebiliyor:

“Ünlü bir giyim firmasında çalıştığım yıllarda, firmanın satılmayan kıyafetleri çöpe attığını fark ettim. Patrona gidip ‘Bu ürünleri çöpe atmak yerine neden ihtiyaç sahiplerine dağıtmıyoruz?’ dedim. Bana ‘Bizim ürünlerimizi sadece zengin insanlar satın alabiliyor. Eğer bu kıyafetleri fakirlerin üzerinde görürlerse rahatsız olurlar, marka değerimiz düşer ve batarız’ diye cevap verdi.

O gün anlamıştım ki, yoksulluk, fakirleri doyuramadığımız için değil, zenginleri doyuramadığımız için bitmiyor.”

İnsanlardaki tüketim hırsı, ister fakir, ister zengin olsun hemen herkes için “dünyayı bir ticari hapishane” yapıyor.

Hem kendi dünyamızı, hem de yeryüzünü, hapishane hayatı yaşamasından kurtarabilmemiz, aslında çok basit.

Sadece, Yüce Yaradan’ın her insana verdiği “vicdan” vasfımızı kullanmamız yeterli.

Eğer, vicdanımızı harekete geçirmekte zorlanıyorsak, yapacağımız şey, yine çok basit.

Bize yapılmasını istemediğimiz bir hareketi, başkasına yapmamak için gayret etmemiz yeterli.

Yenilenen takvim yılında, kendimizi yenilememiz, vicdanımızı dinlemeye çalışmamız, herkesten önce, kendimizi huzurlu kılacaktır. Bilhassa,  yöneticiler ve zenginler vicdanen huzur buldukça, insanlık da huzura kavuşacaktır.

Ne mutlu onlara ki, Yüce Yaradan’ın huzuruna, vicdanını kendisine gözcü yapmış olarak çıkarlar.

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL MESAJI için yorumlar kapalı

KARARLARIMIZDAKİ İZAFİLİK ÜZERİNE

KARARLARIMIZDAKİ İZAFİLİK ÜZERİNE

Dan Ariely’nin gerçekleştirdiği sosyal deneyler sonucundaki tespitlerine göre, insanların çoğu, bir şeyi bağlam içerisinde görmediği sürece, ne istediğini bilemez. Dolayısıyla karar veremez. Yazar, bu konuda insanların yaşamından çeşitli örnekler verir. İnsanları, karanlıkta iniş yapan uçak pilotuna benzetir. Pilotlar, inecekleri pistin her iki tarafında ışıkların olmasını ve bu ışıkların kendilerini yönlendirmesini isterler.

Pilotu yönlendiren pist ışıkları, pilotun iniş sırasında kullandığı referans çizgileridir. Bu referans çizgileri, pilotun karar vermesini kolaylaştırırlar. Bu örnekten hareketle yazar, kararlarımızın izafi olduğunu, referans alacağımız bir şey olmadan her şeyin izafi olduğunu, dolayısıyla karar vermemizin zor olduğunu ifade ediyor.

Takdir edileceği gibi, bir konuda sıfırdan düşünmek zordur. Bir konuyu sıfırdan düşünmek, bazen insanı çok bezdirir. Ne yapacağını şaşırtır. Bu sebeple insanların çoğu, karşılaştırma yapabilecekleri ortamları tercih ederler. Eğer karşılaştırma yaparken de düşünülmesi gerekiyorsa, insanların önemli bir kısmı, yine zorlanır. Daha kolay karşılaştırma yapabilecekleri ortamları tercih ederler.

Bu konularda Dan Ariely’nin verdiği bazı örnekleri, bu sitede yayınladığımız “İsteklerimizin Yönlendirilmesi Üzerine” başlıklı makalemizde ele almıştık. Burada biraz daha farklı bir açıdan bakmaya çalışacağız.

Hemen hepimiz, hangi konuda olursa olsun, karşılaştırma yapabileceğimiz konularda karar vermeyi tercih ederiz. Diyelim ki, karar vereceğimiz konu, çocuklarımız hakkında ise, başka ailelerin çocuklarıyla karşılaştırarak kararımızı vermeyi yeğleriz. Çocuğumuzun yaptıklarını, kendi şartları içerisinde değerlendirmek bize zor gelir.

Karar vereceğimiz konu, eşimizin davranışları ise, yine başkalarının eşleriyle karşılaştırma yaparak değerlendirmek isteriz. Eğer, iş sahibi birisi isek, kazancımızın yeterli olup olmadığını, rakiplerimizle karşılaştırarak belirlemeye çalışırız. Bir yerde ücretli çalışıyorsak, aldığımız maaşın azlığına veya çokluğuna, yine çevremizdeki başkalarıyla karşılaştırarak karar vermeye yatkınızdır. Büyük çoğunluğumuz, bu karşılaştırmaları tercih ederiz. Kendi yaptığımız üretimleri, çalışma şeklimizi ve diğer birçok etkeni hesaba katmak istemeyiz. Çünkü kendi kabiliyetimiz temelinde karar vermek, hem zordur, hem de sıkıcıdır. Fakat benzer işi yapanlarla karşılaştırma yapmamız, rakiplerimizin şanslı olduklarından dem vurmamız veya onları kötülememiz daha kolaydır. Böylece kendimizi de temize çıkarmış oluruz. Bu nedenle büyük çoğunluğumuz, kolay olanı tercih ederiz.

Sahip olduğumuz zenginliklerle ilgili karar verirken de, karşılaştırma yapmayı yeğleriz. Başkalarının, bilhassa rakip gördüklerimizin varlıklarıyla karşılaştırma yapmadan fikir beyan etmekte zorlanırız. Benzer işi yaptığımızı düşündüğümüzü ve rakip gördüklerimizi yakın takibe alırız. Onların giyim kuşamlarını kendimizinkilerle karşılaştırırız. Onların ev eşyalarının markalarını kendimizinkilerle kıyaslarız. Rakip gördüklerimizin arabalarının özelliklerini, içinin koltuklarının kaplamasına varana kadar sorgularız. Bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra, kendimizinkinin daha iyi veya daha kötü olduğuna hükmederiz. Eğer, bizim sahip olduklarımız daha az kaliteli ise, diğerininkinin aynısını, hattâ daha kalitelisini isteriz.
Dolayısıyla, isteklerimizin sonunun gelmesi mümkün görünmüyor. Ulaştığımız her yeni arzumuz, yeni istekleri hedeflememizi tetikliyor. Kazanmaya devam etsek bile, çevremizdeki daha varlıklı olanlara gözümüzü dikiyoruz. Kendimizi onlarla karşılaştırıyoruz.
Sonuçta, ne kadar çok şeye sahip olursak, o kadar çok şey isteriz. Bunun muhtemel bir nedeni, çevremizde, bizden daha farklı özellikteki mallara sahip bir başkasının mutlaka var olmasıdır. Bir başka sebebi, çevremizdekilerle rekabeti, belki de farkında olmadan içselleştirdiğimiz için, kendi hırsımızın sürekli olarak bizi dürtüklemesidir.

Görünen o ki, kararlarımızdaki izafiliği azaltacak en önemli bakış açısı, kanaatkârlıktır. İnsan kanaatkârlığı içselleştirdiğinde, öncelikle, rekabetten doğan hırsının tetiklediği izafiliği ciddi anlamda azaltır. Bir süre sonra, kanaatkârlık ve alçakgönüllülüğün, diğer kararlarındaki izafiliği de azaltmaya başladığını fark eder.

Kararlarımızdaki izafiliğin sıfırlanması diye bir şey söz konusu olmaz. Ancak, her kararımızda helâl ve hak olup olmadığına dikkat edersek, mevcut ticari anlayışımızı değiştirerek, çok kazanmayı değil, itibarlı olmayı esas almamız durumunda, kararlarımızdaki izafiliğin dünya çapında azalma göstereceği açıktır. Çünkü küreselleşmiş dünyamızda, insanların birbirlerinden etkileşmeleri çok süratli olmaktadır. Bu sebeple, kanaatkârlık ve alçakgönüllülüğün dünya çapında yaygınlaşması çok önemlidir. Bu yaygınlaşmanın öncüleri, her toplumun gözü önündeki insanlar olurlarsa, kanaatkârlığın yayılması hızlanacaktır. Kararlarımızdaki, maddi bakış açısıyla oluşan izafilik de, böylece azalacaktır.

İnsanlar, karar verirken, mutlaka bazı şeylerle karşılaştırma yapmak isterler. Eğer, bir şeylerle karşılaştıracaksak, çevremizdeki her an değişen şartlarla karşılaştırmamız yanlış olur. Sabit olmayan ve birden fazla olan referans noktası, bizim, dengemizi kaybetmemize sebep olur. Sabit olan tek referans noktası, Yüce Yaradan’ın öğütleridir.

Kararlarımızı verirken, başkalarıyla değil, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yol ile karşılaştırmalar yaparsak, izafilikten kurtuluruz ve dengeye ulaşırız. Dengede olmak, insana huzur ve güven verir. Huzur ve güvene ulaşmış bir insanın, mutluluğu yakalaması için tek yapacağı şey, karşısındakini mutlu etmesi olacaktır.

Allah’ım, kararlarımızı, insanları değil, Senin tavsiyelerini referans noktası yaparak alabilmemiz için, bizlere zihin açıklığı ve irade gücü ver.

Allah’ım, kararlarımızdaki izafiliği azaltabilmemiz için, bize, kanaat etme gücü ver.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KARARLARIMIZDAKİ İZAFİLİK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSTEKLERİMİZİN YÖNLENDİRİLMESİ ÜZERİNE

İSTEKLERİMİZİN YÖNLENDİRİLMESİ ÜZERİNE

 

Dan Ariely’nin tespitlerine göre, bizler, ne istediğimizi, genel tanım içerisinde bilebiliriz. Fakat ayrıntısı hakkında, fikir söylemekte zorlanırız. Evimize bir elektrikli süpürge veya bulaşık makinesi ihtiyacımızın olduğunu düşünebiliriz. Ama alacağımız makinenin özellikleri hakkında, hemen fikir söylememiz zordur. Ayrıntıları konuşabilmemiz için, evimizde daha önce buzdolabı veya bulaşık makinesi olmuş olması yetmez. Komşularımızdan, eşimiz-dostumuzdan onların makineleri hakkında düşüncelerini öğrenmeyi isteriz. Varsa şikâyetlerini veya memnuniyetlerini öğrenmek, bizi rahatlatır. Daha kolay seçim yaparız.

İşyerimize alacağımız bir makinede bile benzer uygulamayı yaparız. Konu hakkında ihtisas sahibi gibi durmamız bile, bizi araştırmaktan, başkalarının düşüncelerini öğrenmekten alıkoyamaz. Bütün araştırmalarımıza rağmen, istediğimiz makineyi almaya gittiğimizde, satıcıların yönlendirmelerinden de etkilenebiliriz.

Demek ki, isteklerimiz izafidir dersek hata yapmamış oluruz.

Bazı durumlarda, bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını bile bilemeyiz. Fakat bir arkadaşımızda veya komşumuzda onu kullanırken görürsek, ona bizim de ihtiyacımız olduğunu düşünürüz. Bazen komşumuzda görmemize gerek kalmadan, mağazada görmemiz bile yeter.

Demek ki, isteklerimiz gibi, kararlarımız da izafidir. Bu izafilik durumu, bizlerin kolay yönlendirilmemize sebep olmaktadır. Satış elemanları ve reklamcılar, bizim bu halimizden faydalanırlar. Bizleri yönlendirebilmek için çeşitli yöntemlere başvururlar.

Bizler, çoğunlukla, düşünmeyi ve araştırmayı pek sevmeyiz. Komşularımızın fikrini almak istememizin bir nedeni de, bu yapımızdır. Gerçekten de, düşünmek zor iştir. Bilhassa, ortada hiçbir örnek yokken, yani sıfırdan, düşünmek daha zordur. Belki düşünmeye başlayabiliriz ama sonuçlandırarak kararlı olabileceğimiz bir fikir oluşturmak hiç kolay değildir.

İşte, satıcılar ve reklamcılar, bizim yerimize düşünürler ve konuyu, kolay karar vereceğimiz şekle sokarlar. En azından bizi yönlendirebilmek için bütün zekâlarını ve hünerlerini sergilemeye çalışırlar.

Karalarımızın izafiliği hususunda hepimizin başından geçebilecek bazı örnekler verelim. Diyelim ki, bir belediye otobüsüne ilk binen yolcu sizsiniz. Oturacağınız koltuğu seçmekte çok zorlanacağınızı söylersek, itiraz edeniniz olmaz herhalde. Belki de, ilk oturduğunuz yeri beğenmez, otobüs kalabalıklaşana kadar, birkaç defa yerinizi değiştirirdiniz. En son oturduğunuz yerde, yanınıza şişman veya sevmediğiniz bir şekilde kokan bir kişinin oturduğunu düşünelim. Otobüste başka yer de kalmadığından ne yapacağınızı şaşırırdınız.

Hâlbuki otobüse bindiğinizde, sadece iki yer kalmış olsaydı, seçeceğiniz koltuktan memnun kalma ihtimaliniz daha kuvvetli olurdu. Memnun kalmasanız bile “mecburdum” diyerek kendinizi teselli ederdiniz.

Veya önceden rezervasyon sistemiyle çalışmayan güzel bir restorana ilk giren müşteri sizsiniz. Garsonlar, size yer beğendirmekte çok zorlanacaklardır. Fakat iyi bir satıcı gibi davranan bir garson ile karşılaşmışsanız, garsonun bazı ayrıntıları açıklayarak bizi yönlendirmesi sonucu, onun istediği masaya oturmaya karar veririz. Bu kararı verirken, anlık davranırız. Aynı durumla bir başka gün, farklı arkadaşla gittiğimizde seçeceğimiz yer, aynı masa olmayacaktır.

Hâlbuki otobüse bindiğinizde tek kişilik yer kalmış olsaydı, herhalde yer bulduğunuz için çok sevindiğiniz gibi, aynı durumu restoranda da yaşardınız. Siz içeri girdiğinizde son bir masa kalmış olsaydı, beğendiğiniz lokantada yer bulduğunuz için sevinirdiniz. Belki de, otururken etrafınıza bakınır ve yerinizin en uygun yerlerden birisi olduğunu düşünürdünüz.

Diyelim ki, kendinize bir ayakkabı veya bir gömlek almayı düşündünüz. Bir alış veriş merkezine gittiniz. Birkaç mağaza dolaştınız. Arada beğendikleriniz oldu. Ama aynı malı daha uygun fiyata bulabilir miyim diye veya daha net beğeneceğiniz bir şey bulmak umuduyla dolaşmaya devam ettiniz.

Sonra bir mağazanın vitrinine baktınız. İki gömlek alana, ikincisinin fiyatı yarı yarıya diye yazıyor. Bu konularda yaşadıklarımızdan örnekler veren Dan Ariely’nin deyimiyle, kafanızda şimşekler çakmaya başlıyor. Düşünme hızınız artıyor. “Birkaç ay sonra bir gömlek almak istesem, tam fiyat ödeyeceğim. Ama şimdi alırsam, yarı fiyatına almış olacağım.” Hemen o mağazaya girmeye karar veriyorsunuz. Mağazanın içine girdiğinizde, vitrinde beğendiğiniz gömleği tezgâhtara gösterirken, karşıdaki mağazanın vitrinine gözünüz ilişiyor. O mağazanın vitrininde “iki gömlek alana üçüncüsü bedava” diye yazıyor. Kafanızdaki şimşekler bu defa daha hızlı çakıyor. “BEDAVA” fikri sizi anında mutlu ediyor.

“İki gömlek alana, ikincisi yarı fiyatına” ibaresini görene kadar, o kadar mağaza dolaşmıştınız ama karar verememiştiniz. Peki, niye kararsız kalmıştınız. Çünkü karar vermeniz için birkaç etkeni bir arada düşünmeniz gerekiyordu. Alacağınız gömleği, farklı mağazalarda gördüğünüzde, hem fiyatlarını, hem kalitelerini hem de zarifliklerini bir arada karşılaştırmanız gerekiyordu. Bunun için de, hepsini hafızanızda ve hem görsel hem de fiyatlar olarak tutmanız lazımdı.

Hattâ, girdiğiniz aynı mağaza içerisinde, karşılaştırma yapabileceğiniz başka gömlek çeşitleri vardı. Ama birkaç etkeni birlikte karşılaştırmak size zor gelmiş olmalıydı. Şimdi ise, karşılaştırma yapabilmeniz çok kolaylaşmıştı. Önce, gömleğin birini yarı fiyatına alacaktınız. Dolayısıyla ilk dolaştığınız mağazalara göre, kararınız kolaylaşmıştı. Ama karşı mağazadaki “BEDAVA” sözü, kararınızı tam anlamıyla kolaylaştırmıştı. Bedava gömlekten daha ucuzu bulunamazdı. Üste para verecek değillerdi. Eğer mağazanın vitrininde “3 al, 2 öde” yazsaydı, bedava sözü kadar tesirli olur muydu? Siz karar verin.

Üçüncü gömleği bedavaya veren mağazaya girdikten sonra, bedava olanın, fiyatı en düşük olan için geçerli olduğunu öğrenmeniz bile sizi durduramamış olmalı. Böylece, ihtiyacınız bir gömlek iken, dolabınızda 3 gömleklik yer ayırmak zorunda kaldınız. Belki de gömlekleri içinize sinmeden yani tam beğenmeden aldınız.

Dan Ariely’e göre bu alış verişimizle, isteklerimizin yönlendirilişine güzel bir örnek vermiş olduk.

Bize göre, yukarıda verilen örnekler, sadece alışverişlerde geçerli olmamaktadır. Hayatımızın çoğu alanında aynen görülmektedir. Hattâ bir insanın hayatındaki  çok önemli kararlardan olan evleneceği eşi seçme hususunda bile benzer durum yaşanmaktadır.

Eskiden görücü usulüyle evlenilirdi. Dolayısıyla evleneceği eşini kendisinden ziyade, ebeveynler seçerdi. Bu yöntemle evlenen kişi, otobüse bindiğinde oturacak tek yer kaldığını gören birinin yaptığı gibi davranırdı. Oturduğu yeri beğenmek için kendisine bahaneler uydurmaya çalışırdı.

Fakat günümüzde, insanların büyük çoğunluğu, evlenecekleri kişiyi kendileri seçmeye çalışıyorlar. Böylelerinin karşısından çok sayıda seçenek varsa, otobüse bindiğinde koltukların boş olduğunu gören birinin yaptığı gibi davranıyor. Koltukları yani eş adaylarını şöyle bir inceledikten sonra, birinde karar kılıyor. Biraz sonra, bir başka koltuğun, yani başka bir eş adayının daha uygun olduğunu düşünüp, onu tercih ediyor. Bir süre böyle devam eden yer değiştirme, yer iyice azalınca bitiyor. Ama kişideki mutsuzluk bitmiyor. Sık eş değiştirmeye başlayan insan da, kendisi de ihtiyarlamış olduğundan eş adayları azaldığını görüyor ve yapacak pek bir şeyi kalmadığı için, mutsuzluğu devam ediyor.

Benzer ortam, iş hayatında da geçerli olabilmektedir. Bir iş bulmak için dolaşan kişi, her görüşmesinden kararsızlıkla çıkıyor. İşe ihtiyacı olduğu için sonunda birisine karar veriyor. Ama bir süre sonra, evine daha yakın bir yerde bir başka iş imkânı olduğunu duyuyor. Mağazaya giren adamın, “iki ürün alana ikincisi yarı fiyatına” ilanında yaptığı gibi, hemen işini değiştiriyor. Fakat bir süre sonra, maaşlardan başka yılda üç ikramiye veren bir iş yeri olduğunu duyuyor ve mağazaya giren kişinin “üç ürün alana üçüncüsü bedava” ilanında yaptığı gibi, hemen o işyerine giriyor.

Hedefsiz bir şekilde hareket eden kişi, yukarıdaki iki örnekte görüldüğü gibi, reklamların veya yönlendirmelerin etkisiyle davranıyor. Öyle yapınca, rüzgârda uçuşan yaprak gibi, oradan oraya savruluyor.

O halde, isteklerimizi başkalarının yönlendirmelerini istemiyorsak, düşünerek ve akıl erdirerek davranmalıyız. Eğer biz düşünmezsek, bizim adımıza başkaları düşünür. Başkalarının düşünceleri, bizim değil, onların kendi menfaatlerine uygun olur.

Unutmamalıyız ki, bizim iyiliğimiz için düşünen tek varlık, bizi yaratmış olan Yüce Yaradan’dır. Bizi doğuran annelerimiz bile bazen bizi değil, kendilerini düşünerek karar verirler.

Sosyal kategorisine gönderildi | İSTEKLERİMİZİN YÖNLENDİRİLMESİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM’DA RİBA TARTIŞMALARI ÜZERİNE

İSLÂM’DA RİBA TARTIŞMALARI ÜZERİNE

 

Riba konusundaki bazı düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız “İslâmi Finansın Temelleri Üzerine 2” başlıklı makalemizde sizlerle paylaşmıştık. O yazımızda, Kur’an’da doğrudan riba (faiz) üzerine olan ayetleri irdelemiştik. Konuya, borç-alacak ilişkisi ve para alışverişi açısından yaklaşarak şöyle demiştik: “Ticareti teşvik eden İslâm’ın yasakladığı tek alışveriş, paradan para kazanmaktır. Çünkü İslâm’a göre para, bir emtia değildir. Bir değişim aracıdır. Takas usulü ticaretin zorluklarını aşmak için kullanılan bir araçtır. Dolayısıyla alınıp satılamaz.”

O makalemizde, Kur’an’da faizin haram olduğundan bahseden Bakara Suresi 275 ve 276ıncı ayetleri ele almıştık. Benzer şekilde, alacaklılar ve borçlular arasındaki ilişki hakkında insanlara yol gösteren, Bakara Suresi 280inci ayeti değerlendirmiştik. İster faizsiz borç vermiş olalım, ister bir mal vermiş olalım, borçlu sıkıntıda ise, ona yardımcı olmamız gerektiğini öğütleyen bu ayeti, diğer ilgili ayetlerle birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm’ın amacının, toplumda huzuru sağlamak olduğu kanaatine varmıştık.

Bu makalemizde riba konusunu, Kur’an’ın bütününde anlatılmak istenilenlerden anladığımız ölçüde bir başka yönden irdelemeye çalışacağız.

Bilindiği gibi, bütün ilâhi kaynaklı kutsal kitaplar, göklerde ve yerde ne varsa, hepsinin sahibinin, Allah olduğunu net bir şekilde vurgular. İlâhi kaynaklı üç dinin bu konudaki bazı örneklerini, “Amaç ve Araç Üzerine” başlıklı makalemizde verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

“Göklerdeki ve yerdeki her şey Yüce Yaradan’ındır” sözünün halk arasındaki algılanışı, “mülk Allah’ındır” deyişiyle özetlenebilir.

Konumuzla dolaylı bağlantılı olan bir diğer husus, Bakara Suresi 30uncu ayete göre, insanların, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticileri olmaları hakikatidir.

Bizler vekil yöneticiler olduğumuza göre, yetkimiz, bize verilen vekâletname ile sınırlıdır. Bilindiği gibi, hukukta her şeyi kapsayan, yani asıl şahsın bütün yetkilerini kullanabileceğini ifade eden bir vekâletname anlayışı yoktur. Bir insan, vekil tayin ettiği kişiye hangi yetkileri vermek istiyorsa, onları tek tek vekâletnameye yazdırmak zorundadır. Vekâletnamede açıkça yazılı olmayan hiçbir işlemin yapılmasına hukuken izin verilmez.

İşte, bizler de, Yüce Yaradan’ın bize emanet ettiği mülkünün üzerinde, O’nun bize verdiği vekâletnamenin sınırları içerisinde tasarrufta bulunabiliriz.

Kur’an’ın bütününe baktığımızda, tek olan Tanrı’nın insanlara vekâletname vermesinin amacı, insanların hem bu dünyada hem de ahiret yurdunda huzurlu yaşamalarına imkân sağlamaktır. Yoksa vekâletname verilmesinin amacı, insanların zayıf omuzlarına ağır bir yük yüklemek değildir. Enam Suresi 12inci ayete göre, Yüce Yaradan, insanlara rahmet etmeyi, yani merhamet etmeyi Kendi üzerine yazmıştır.

Takdir edileceği gibi, insanlar tek başlarına yaşayamazlar. Dolayısıyla, bu dünyadaki yaşamlarında huzur bulabilmeleri için, insanların toplu yaşama düzenini oluşturmaları şarttır. Eğer her insan, daha yaratılışta birbirine benzer kabiliyette olsaydı, ne yaparlarsa yapsınlar, toplum düzenini oluşturamazlardı. Kimse, kimseye iş gördüremezdi. Spor, müzik, sanat gibi alanlarda karmaşa yaşanırdı veya bir tanesi hariç hiçbiri olmazdı. Diğer taraftan, eğer Yüce Yaradan, insanlara farklı özellikler verip, daha doğuştan onlar arasında ayrım yapılmış olsaydı, adalet anlayışı zedelenirdi.

İşte, çözümü çok zor olan bu konuyu, Yüce Yaradan, güzel bir şekilde ayarlamış. Maddi açıdan farklı özellikte yarattığı insanları, manevi bakımdan eşit yaratmış. Tek olan Tanrı nezdinde, her insanın, başlangıçtaki şeref ve haysiyeti eşittir. Her insan doğuştan masumdur. Yüce Yaradan nezdinde insanlar arasındaki fark, makamları veya maddi zenginlikleri değildir. İnsanlar arasındaki fark, “takva”dadır, yani Allah’ın gösterdiği yolda yürümektedir. Dolayısıyla Yüce Yaradan, bizim toplum düzeni oluşturabilmemiz maksadıyla, farklı maddi özelliklerde yarattığı insanlar arasında, adaleti sağlamıştır.

Tek olan Tanrı, akıl verdiği her insana aynı vekâletnameden vermiştir. Bu vekâletname –Cumartesi yasağı hariç- Hz. Musa’ya gönderdiği on emir ile benzerdir. Ancak, bazı insanlara verdiği vekâletnameye, ilave yetki ve yükümlülükler eklemiştir.

Nitekim Yüce Yaradan, Zuhruf Suresi 32inci ayete göre, toplum düzenini oluşturabilmeleri için, insanlara farklı özelliklerin yanında, bazı insanlara daha fazla nimetler vermiştir. Fakat fazla nimet verdiklerine de, ayrıca ek sorumluluklar yüklemiştir. Nahl Suresi 16/71’de, fazla rızık verdiklerinden, az verdiklerine paylarını vermelerini istemiştir. Benzer talep, Bakara Suresi 219uncu ayetle de tekrarlanmıştır.

Demek ki Yüce Yaradan, Kendisine ait olan mülkünden daha fazla pay verdiği insanlardan, emanet verdiği mülke saygılı davranmalarını istemektedir. Allah’ın o insana verdiği fazla mülkü, Bakara Suresi 177 ve diğer bazı ayetlerde bahsedildiği yerlere paylaştırmasını emreden ek vekâletname vermiştir.

Bilindiği gibi, Yüce Yaradan’ın verdiği mülkü yeterli görmeyip, diğer insanların haklarını yiyerek, onları ezerek daha çok mülk edinme isteğine de, verdiği vekâletname ile set çekmiştir. Kazancın helâlinden olmasını emretmiştir. Yani, zengin olunmasına değil, haksız yollarla, başkalarını ezerek haram yollarla zengin olunmasına karşı çıkmıştır.

İşte, riba konusuna diğer bakış açısı da, burada devreye girmektedir. Haram yollarla, başkalarının haklarını sömürerek elde edilen zenginlik de bir çeşit ‘riba’dır. Çünkü böyle elde edilen zenginlik, paranın hâkimiyetinin hiyerarşisini kurar. Paranın kurduğu hiyerarşide kazanan, yine paradır. Dolayısıyla, haram yöntemle elde edilen zenginlik yoluyla, paradan, dolaylı olarak, para kazanılan bir sistem kurulmuş olur. Hâlbuki kazanç; dürüstçe yapılacak çalışma ve emek verme ile sağlanmalıdır. Haksız yöntemlerle zenginleyip, zenginliğini aynı şekilde sürdürmek, doğrudan faiz alınmasa bile, doğrudan faiz alanlarla aynı konuma düşürür.

Şimdi riba konusunun, fazla tartışılmayan bir başka yönünü daha irdeleyelim.

Küreselleşen dünyamızda, ekonomik ilişkilerin de küreselleştiği hepimizin malûmudur. Küresel ticaretin çok büyük bir bölümü, ABD doları, Euro, İngiliz sterlini üzerinden yapılmaktadır. Bilhassa, kalkınmakta olan ülkeler, dış ticaretlerindeki açığı azaltabilmek için ihracatlarını artırmak adına, kendi milli paralarının değer kaybetmesini kendileri isterler. Bu yapıdaki ülkelerin milli paralarının değeri, yukarıda bahsedilen paralar karşısında sıkça düşmeye başlar. Her değer düşmesinde, halkın, elindeki parayla, ülkesindeki mağazalardan satın aldığı malların miktarı da düşer.

Bu durumu yaşayan vatandaşlardan imkânı olanlar tasarruflarını yabancı paralarla yapmaya başlarlar. Amaçları kendilerini korumaktır. Ancak bazen, ülkeyi yönetenlerin beceriksizlikleri sonucunda, yabancı paralar çok hızlı bir şekilde değerlenirler. Böyle durumlarda yabancı para ile tasarruf edenler, varlıklarını artırmış olurlar.

Şimdi bu ortamları, İslâm’daki riba anlayışı açısından irdelemeye çalışalım.

Önce, milli parasının değerinin düşmesine, bilerek veya beceriksizliklerinden izin veren devlet yöneticileri açısından bakalım. Bu yöneticiler, halkın cebindeki paranın satın alma gücünün düşmesine sebep olmuşlardır. Bu düşüşü ticaretle değil, Merkez Bankasının veya Bakanlar Kurulunun para oyunlarıyla yapmışlardır. Böylece, yaptıkları bu para oyunları sonucunda, halkın cebindeki parasının bir kısmını almış konuma düşmüşlerdir. Diğer bir anlatımla, halka para vermeden, halkın cebinden, faiz anlamına gelecek bir paranın çıkmasına sebep olmuşlardır. Çünkü halkın, ellerindeki paralarıyla aldıkları malların miktarı, kendilerinin yaptıkları bir ticaret sonrasında azalmamıştır. Halkın iradesi dışında, beceriksiz yöneticilerin bilgisizce yaptıkları para oyunlarından dolayı kaybetmişlerdir.

Devletler, vatandaşından tahsil ettikleri vergilerle faaliyetlerini sürdürürler. Bilhassa dolaylı vergiler olan KDV ve ÖTV gibi vergiler, vergi gelirleri içerisinde doğrudan vergilere göre daha fazla olmaktadır. Piyasada bulunan mallardaki her fiyat artışı, devletin aldığı KDV ve ÖTV vergilerinin miktarının artmasına sebep olur. Alım gücü düşen vatandaş, daha az mal almasına rağmen, daha çok vergi öder hale gelir.

Sonuçta devlet, karşılığında para veya hizmet vermeden, halkından faiz tahsil etmiş konuma düşmüştür.   

Şimdi de ülkenin dış ticarette kullandığı yabancı paraların hızla değer kazanmasını irdeleyelim. Bu durumda, eğer mallardaki fiyat artışları dövizdeki artıştan az ise, tasarruflarını yabancı paralarla yapanlar, kazanç sağlamış oldular. Bu kazançlarını, yaptıkları ticaretten değil, ellerindeki (yabancı) paradan elde ettiler. İslâm açısından bakılınca faiz almış konuma düşmüş oldular. Fakat istikrarsız ekonomilerde, döviz, her zaman malların fiyatlarından fazla artmaz. Bazen daha az artar veya aksine düşer. Dolayısıyla, bir risk söz konusudur. Ancak, paradan para kazanıldığı için, yabancı paralarla tasarruf yapmak yanlıştır.

Fiyat artışlarının çok ve sürekli olduğu ülkelerde, vatandaşlar sahip oldukları paralarının değerini korumak için ya faiz alacakları vadeli mevduat şeklinde değerlendirirler yahut da döviz olarak tutarlar. Vatandaşın tasarruflarını dövizle yapmak mecburiyetinde kaldıkları durumlarda, asıl suçlu olanlar, o ülkenin etkili konumdaki yöneticileridir. Dövizin değerinin artmadığı ülkelerde, kimse tasarruflarını döviz ile yapmaya çalışmaz. Beceriksiz yöneticilerin ülkelerindeki vatandaşın çoğunun amacı, enflasyona karşı kendilerini koruma refleksidir. Ama kendilerini korumak amacıyla da olsa, vatandaşların da yaptıkları yanlıştır.

Paranın ve paradan para kazanmanın hâkim olduğu insanlarda ve toplumlarda huzur bozulur. Sosyal dayanışma çok azalır. Böyle durumlarda toplumdaki hiyerarşiyi para gücü oluşturur. Hâlbuki Yüce Yaradan’ın hiyerarşisi takva üzerine olduğundan, biz insanlar da, ancak, hiyerarşiyi takva üzerine kurarsak huzur buluruz. Takva açısından kimin önde olduğunu, sadece, tek olan Tanrı bilir. Dolayısıyla bizler, iş için verilen görevler dışında, hepimizin eşit olduğunu düşünerek davranırsak, birbirimize olan sevgi ve kardeşlik duygularımız gelişir. Birbirimizle maddi ve manevi yardımlaşmalarımız çoğalır. Böylece, aramızdakilerden takvaca önde olanları tahmin etmeye başlarız ve onlara karşı saygımız artar.

Allah’ım, zenginlerken faiz alınmasa bile, haksız yollarla para kazanıldığı için, faiz alanlarla aynı konuma düşmekten, Sana sığınırız.

Allah’ım, helâl yollardan yapacağımız kazancımızı bereketlendir, mücadelemizi bereketlendir, hayatımızı bereketlendir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA RİBA TARTIŞMALARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI SÖYLEMLERİ

EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI SÖYLEMLERİ

 

Bu sitede yayınladığımız “Cari Açığın Sebepleri ve Sonuçları” başlıklı makalemizde, sürekli cari açık veren ülkelerin ekonomik yapıları hakkındaki fikrimizi paylaşmıştık. Yazımızın son paragrafında da şöyle demiştik:

“Uzun yıllardır cari açık veren ülkeleri bekleyen bir başka sorun daha vardır. Yerli diye bilinen şirketleri, bankaları ile ülkenin varlıklarının çoğu yabancıların eline geçtiğinden ve yabancıların tek amacı kâr olduğundan, ekonomik sıkıntının baş gösterdiği anlarda, iktidarlar, ülke içerisinde almak istedikleri bazı ekonomik önlemleri bile uygulatamazlar. Bilhassa, dünya çapında borç bulmanın zorlaştığı, turizmin gerilediği ortamlarda, cari açıklar çok daha tehlikeli hale gelirler.”

Cari açık vermeyi âdet haline getiren ülkelerin ekonomileri, ara sıra, tabiri caizse, duvara çarparlar. Böyle durumlarda, siyasetçilerin, almak isteyecekleri tedbirleri yürütmeleri çok zordur. Çünkü ülkenin varlıklarının önemli bir bölümü el değiştirmiş yabancıların eline geçmiştir. Mali piyasalarındaki işlemlerde bile etkinlikleri çok azalmıştır. Bu nedenle, ekonominin sorunlarını çözemeyeceklerini gören bazı siyasiler, çareyi milliyetçi söylemlerde bulurlar.

İlginç olan, bu anlayışın bazen ABD’de bile olmasıdır. ABD’nin silkinmesi ve halkın enerjisini seferber edebilmesi için, Pearl Harbor baskını sonrasında ülkede oluşan anlayışa ihtiyaç olduğunu düşünenlerin sayıları, ekonomik buhran dönemlerinde artmaktadır. Ancak bu anlayışı gündeme getirenler de, bunun, savaş olmadan barış ortamı içerisinde olmasını arzu ederler.

Hâlbuki hemen hiçbir ülkede, siyasilerin yaptıkları bu söylemlerin sonuç aldığı görülmemiştir. Bu söylemin bir nebze de olsa işe yaraması için, halkın, ülke dışından ciddi bir düşman tehdidinin olduğuna inanması gerekir. Halk, dış düşman tehdidine inansa bile, bir süre sonra, kendi nefsinin peşine düşecektir. Çünkü kendisi cephede savaşmıyordur ve düşman karşısında değildir. Dolayısıyla, onun birinci meselesi düşmanla mücadele değildir. Birinci derdi, günlük yaşamını kolaylaştıracak tedbirlerdir. Bu sebeple halk, ihracatın artmasından daha ziyade, ithalatın artmasını ister ki, aradığı malları kolayca bulabilsin.

Bu sitede, ekonomi hususunda çeşitli makaleler yazdık. Bu yazımızda, konuya biraz daha farklı açılardan yaklaşmaya gayret edeceğiz.

Ekonomilerin gelişmesi, iş hayatına yeni katılan gençlerin sayıları ve eğitim kalitelerinin yüksekliğiyle doğru orantılıdır. Ekonomiye yeni katılacak gençleri yeterli sayıda olmayan ülkeler, başka memleketlerin kapasiteli insanlarını, ülkesine getirmek zorundadır. Başka ülkelerden kaliteleri yüksek gençleri getirebilmek şöyle dursun, kendi kapasiteli gençleri başka ülkelere giden devletler, ekonomik olarak sıkıntıya girmeye mahkûmdurlar. Eğer bu ülkelerde, yaşlı nüfus sayısı da fazla ise, o ülkenin durumu daha da zorlaşır.

Dolayısıyla, gençlerinin sayıları ve kapasiteleri yetersiz olan, yurt dışından kaliteli gençleri getiremeyen ve yaşlı nüfusu fazla olan ülkelerin siyasetçilerinin, insanlarını harekete geçirmek için yapacakları “ekonomide kurtuluş savaşı” söylemleri, askıda kalır.

Bir ülkenin iktisadi yapısı, üretime dayanmalıdır. Üretimleri de, insanlarının teknik bilgi alt yapılarının yüksekliği temeline oturmalıdır. Aksi takdirde, o memleketteki diplomalı gençlerin iş bulmaları zorlaşır. Düşük nitelikli insanları daha kolay iş bulabilir hale gelir. Bu yapıdaki bir ülkenin siyasetçilerinin “vatan-millet” söylemleri, balon üflemek gibidir. Fazla kullanırsanız elinizde patlar.

Kalkınma mücadelesi veren ülkelerin temel çıkış noktaları, sanayilerini geliştirmek olmalıdır. Sanayilerde de, kalifiye işçiye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın bir kısmı, meslek liseleri ve teknik okullar gibi yollardan karşılanır. Fakat buralardan yetişen insanların çoğunluğu, uygulamalı eğitim görmediklerinden, henüz çalışma şartlarını düzeltememiş sanayiye uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu sebeple, sanayilerin içerisinde, fabrikaların yanında açılacak çıraklık okullarına ihtiyaç vardır.

Eğer, kalkınma mücadelesi veren bir ülke, sanayisine kalifiye işçi yetiştirmek için açtığı çıraklık okullarına öğrenci bulamıyorsa, yeterli öğrenci gelmediğinden bu okulları kapatıyorsa, sorun büyüyor demektir. Bu sonuçtan, artık, gençlerin, masa başında oturarak, kolay kazanç peşine düştükleri anlamı çıkar. Böyle bir ülkede, siyasetçilerin, vatandaşlarını heyecanlandırmak için yaptıkları konuşmaları, yapıldığı yerde kalır. Anlatılanlar kulağın birinden girer, beyinde oyalanmadan, diğerinden çıkar.

Ülkelerin, insanlarının karınlarını daha kolay doyurabilmeleri için, tarım alanındaki üretimlerinin yeterli olması gerekir. İthalata bağlılıklarını en aza indirmeleri şarttır. Fakat bir ülkenin tarıma elverişli toprakları, miras yoluyla parçalanmışsa, üretimdeki verimlilik çok düşer. Verimlilik düşünce maliyetler yükselir. İthal fiyatından daha pahalıya üretim yapılır hale gelir. Toprakları parçalanan ülkelerdeki arazilerin mirasçılarının çoğu şehirlerde yaşıyorsa, sorun daha da büyür. Eğer, kırsal kesimde yaşayan ve toprağı bizzat işleyenlerin, ziraatla ilgili bilgileri kifayetsiz ise ve onları eğitecek kapasiteli kurumları yetersizse, ülkenin sorunu çok daha büyüktür demektir.

Bu yapıda bir ülkenin siyasetçisinin “ekonomide kurtuluş” söylemleri, bir anlam ifade etmez. Çünkü halkın çoğunluğu şehirlerde yaşamaktadır. Şehirlerdeki insanlar kendileri üretemeyeceğinden ve gelirleri sınırlı olduğundan, ucuz gıdaya ulaşmak ister. Dolayısıyla, siyasetçi ikilem içerisinde kalır. Ya ucuz mal ithalatı yapacak ve şehirlerdeki oy deposu olan insanları memnun edecek, ya da çiftçiye karşılıksız para desteği verecektir. Parçalanmış topraklar, makineleşememiş fakir köylüler, bilgisiz insanlar, organize olamamış kurumlar gibi nedenlerden dolayı, çiftçiye yapılacak destekler de, sonunda beklenen ucuzluğu sağlamayacaktır.

Dolayısıyla, ekonomide kurtuluş söylemlerini yapan siyasetçi, başka ülkelerden ucuz gıda ithal etmek zorunda kalacaktır. Böyle yaparak, şehirlerdeki halkı memnun ederken, çiftçilerin hayatlarını zorlaştıracaktır. Üretim şartları zorlaşan çiftçi, daha pahalıya üretim yapmak durumunda kalacaktır. Sonuçta, kısır bir döngü oluşacaktır.

Döngünün içinden çıkılmaz hale gelmesinin sebeplerinden birisi de, biyoteknolojideki gelişmelerin küçük çiftçilere faydalı olacak şartlara haiz olmamasıdır. Küçük çiftçiler, biyoteknolojiyi geliştiremezler. Bu gelişmeyi, bırakın küçük çiftçileri, fakir ülkelerinin kurumlarının başarması bile güçtür. Başkalarının geliştirdiği tekniğe, küçük çiftçilerin ulaşmaları, iki nedenden dolayı zordur. Birincisi satın alacak paraları yetersizdir, borç bulsa bile uygulayacak toprakları küçük olduğundan, verim yine düşük olur. İkincisi, küçük çiftçiler, konumları gereği, atadan kalma usullerle üretim yapmaya daha meyillidirler. Biyoteknoloji konusunda, bu sitede yayınladığımız “Biyoteknolojideki Gelişmeler Üzerine” başlıklı makalemizde geniş açıklamalar yaptığımızdan, burada bahsetmeden geçeceğiz.

İşte, ülkesindeki tarımın yapısı bu halde olan siyasetçiler, “ekonomide kurtuluş savaşı” söylemlerini, önce kendileri uygulayamazlar ve belki de tam tersi sonuçlar doğuracak tedbirleri almak zorunda kalırlar.

Siyasetçilerin söylemlerinin sonuç almamasının bir başka sebebi, siyasetçilerin bizzat kendilerinin davranışlarıdır. Eğer siyasetçiler, kendi lükslerinden taviz vermiyorlarsa, “ekonomide kurtuluş savaşının” gereklerini kendileri uygulamıyorlarsa, inandırıcı olmaları mümkün değildir. Onların bu hallerini bilen halkın içerisinden küçük bir gurup, tıpkı siyasetçiler gibi davranarak, göstermelik bazı destekler veriyormuş görünür. Reklamını yapar, ama gerçekte tam tersini yapar.

“Oy korkusunun, asrın korkusu” olduğu bir siyasetle, adaleti tesis edecek köklü çözümler için gayret edilmesini beklemek, beyhude bir bekleyiştir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI SÖYLEMLERİ için yorumlar kapalı

İSLÂMİ HUKUKUN TEMELLERİ

İSLÂMİ HUKUKUN TEMELLERİ

 

Bu sitede daha önce İslâmi hukuk konusuyla bağlantılı olarak çeşitli makaleler yayınlamıştık. Bunlar; “Hukuk Kavramı Üzerine”, “Şeriat Hukuku Üzerine”, “İslâm’da Uluslararası Hukuk Anlayışı” başlıklarına sahipti. Bu yazımızda, diğer makalelerimizden daha farklı bir açıdan konuya yaklaşmaya çalışacağız.

Bilindiği gibi İslâm kavramı, Yüce Yaradan’ın, ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar, bütün peygamberleri ve nebileri aracılığıyla insanlara ilettiği kurallar manzumesidir. Bu sebeple İslâm, insanın yaratılışına ve yapısına uygundur. Zaten tek olan Tanrı’nın, Kendi yarattığı kullarına verdiği yapıya uymayan bir dini öğütlemesi, düşünülemez.

Dolayısıyla İslâm’ın amacı, insanları huzur ve güvene eriştirecek esasları oluşturmaktır. Bu nedenle, bütün insanlığı kapsayacak şekilde kurallar koymuştur. İnsanlığın huzur ve güven içerisinde yaşayabilmesi için gerekli hükümler üç ana esasa dayanmaktadır:

Birincisi, adalet kavramıdır. Yüce Yaradan’ın koyduğu bütün hükümler, adalet temeli üzerine bina edilmiştir. Bu sebeple, İslâm’ın olduğu yeri tanımlayan en önemli unsur, orada hak ve adaletin olup olmadığıdır. Yani, adaletin olmadığı yerde İslâm’ın varlığından söz edilemez. Eğer, hakkın verilmediği ve adaletin olmadığı yerde İslâm’dan bahsediliyorsa, ortada bir sahtekârlık var demektir. Nerede İslâm varsa, orada hak ve adalet hükümran olmalıdır.

Adalet kavramıyla ilgili çeşitli fikirler vardır. Bunlarla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda farklı düşünceleri aktarmaya çalıştık. Yine bu sitede yayınladığımız “Adalet için, Fikri yükseklik, İrade ve Fiziki Güç gerekir” adlı yazımızda, adaleti gerçekleştirmek için bazı önerilerimizi ifade etmiştik.

İslâm’ı, yani Yüce Yaradan’a teslim olmayı benimsediğini söyleyen her insan, kendi özel hayatı dâhil, her alanda adaletli davranmak zorundadır. Bu konuda önce kendisi örnek davranış sergilemelidir. Sonra ailesinin, çevresinin ve bulunduğu kurumun adaletle hüküm vermesi için elinden gelen gayreti göstermelidir. Böyle bir gayret içerisinde olmadığı halde İslâm’dan bahsedenler, insanları kandırmaya çalışanlardır.

İnsanlığın huzur ve güven içerisinde yaşayabilmesi için diğer bir esas, ahlâki erdemliliktir. Erdem hususunda da bu sitede bazı makaleler yayınladık.  Bu konudaki düşüncelerimizi “Erdemliliğin Ölçüsü Üzerine” başlıklı yazımızda ifade ettik. İslâm, ahlâki erdemlilik olarak tanımlayabileceğimiz fazilet kavramını, bütün insanlığa şamil kılar. Dolayısıyla insanları, ırk, renk, bölge ayrımına tabi tutmadan, bütün dünyayı ahlâklı erdemlilik kapsamı içerisine alır. İslâm’ın fazilet kuralları, aklıselimin kabul edeceği esaslardır.

İkinci esas ile birincisini birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm’daki adalet kurallarının, fazilet esaslarına uygun olmasını gerekli kılar. Bu açıdan bakılınca İslâm’ın getirdiği. Adalet kavramı, kişilerin malını, canını, namusunu ve ırzını korumakla yükümlüdür. Benzer şekilde, İslâmi adalet; yalan söylemeyi, ikiyüzlülüğü, insanları aldatmayı, hayâsızlığı yasaklayan kurallar getirerek fazilet esaslarını korumalıdır.

İslâm’ın dayandığı üçüncü esas, toplumsal faydadır. İslâm, bütün insanlığa şamil olduğuna göre, gözlenmesi gereken esas, insanlığın hayrına olacak maslahatlar (genel menfaatler) olmalıdır. İnsanların faydasına veya zararına olacak hususlardaki İslâm’ın hukuk anlayışını, “Kur’an Bağlamında Hukuk” başlıklı makalemizde daha ayrıntılı olarak aktardığımızdan dolayı, burada kısaca ele alacağız.

Eğer, bir şey tamamıyla iyi ise, bunu yapmak zorunludur. Diğer bir deyimle farzdır.

Eğer, bir şeyde iyilik yönü daha baskın ise, o şeyi yapmak tercih edilmelidir.

Eğer, bir şeyde iyi ve kötü birbirine yakınsa veya ikisi de yok ise, bu şeyi yapmak mubahtır (sakıncasızdır).

Eğer, bir şeyde kötülük daha baskın ise, iyilik çok daha azsa, o şeyi yapmak zararlıdır, sakınılmalıdır.

Eğer, bir şeyde kötülük çok daha baskın veya tamamen kötü ise, o şeyi yapmak haramdır.

Demek ki, insanlığın huzuru ve güveni için gerekli olan İslâmi hukukun temelleri;  adalet, erdemlilik ve toplumsal faydadır. 

Sosyal kategorisine gönderildi | İSLÂMİ HUKUKUN TEMELLERİ için yorumlar kapalı

KAÇ TANE TANRI OLABİLİR

KAÇ TANE TANRI OLABİLİR

 

Bu sitede yayınladığımız “Tanrı’nın Varlığına veya Yokluğuna Kendimiz Karar Verelim” başlıklı yazımızda, her insanın rahatça gözlemleyebileceği konular üzerinde sorgulama yapmıştık. Bilim insanlarını hayrete düşüren ve onları Tanrı’nın varlığına daha kalpten inanmalarını sağlayan, evrendeki simetri ve bazı sabiteler gibi bulgulardan bahsetmemiştik. Hepimizin çevremizde görebileceği örümcekler, sinekler, tavuklar, kuşlar, ağaçlar gibi örneklerden yürümüştük.

Bu yazımız, çevresindeki varlıkları inceleyip sorguladıktan sonra, halen Tanrı’nın varlığına inanmamakta ısrar edenleri ikna etmek için değildir. Onlara, şu hikâyeyi anlatarak, tekrar düşünmelerini umut etmek istiyoruz.

“Din afyondur” diyen bazı komünist yönetimlerin bütün hızıyla hüküm sürdükleri bir dönemde, askerlerin eğitimi sırasında yaşandığına inanılan hikâye şöyle: Bölük komutanı, eğitimin sonunda askerleri toplar ve onlara sorular sorar. “Şu karşıdaki tek top ağacı görüyor musunuz?” erler cevap verirler, “görüyoruz komutanım”. Komutan gururlu bir edayla erlere der ki, “var da ondan görüyorsunuz”. Komutan aynı şekilde etraftaki görünen tepeleri, binaları tek tek sorar. Her defasında aynı cevabı alır. O da her seferinde, “var da ondan görüyorsunuz” der.

Can alıcı olarak gördüğü sorusunu en sona saklar ve sorar: “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” Erler cevap verirler; “göremiyoruz komutanım”. Bu anı bekleyen komutan, Tanrı için, “yok da ondan göremiyorsunuz” diye gururla söylenir. Derken bir gün bölük komutanı izne çıkar, yerine yardımcısı geçer. O da askerlere aynı soruları sorar ve aynı cevapları alır. Ama yardımcı, bu defa, “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” diye sormak yerine, “bizim komutanın aklını görebiliyor musunuz?” diye sorunca, askerler “göremiyoruz komutanım” diye cevap verirler. Yardımcı, “yok da ondan” der.

Akıllarını kaybetmiş gibi davrananların, akıllarının başlarına gelmesini beklerken, biz aklını kullanarak sorgulayanlarla birlikte fikir yürütmeye devam edelim. Umulur ki, aklı başında olmayanlar da, çevrelerindeki olayları, yeterince sorguladıktan sonra bakış açılarını değiştirirler inşallah.

Bilinen çok tanrılı mitolojinin en eskisi Antik Mısır’da bundan beş bin yıl öncesinde oluşmaya başlamıştır. Yaklaşık iki bin yıl sonrasında, Antik Helen’de de, çok tanrılı inanış görülmüştür. Antik Helen inanışında tanrı sayısı 12 ile sınırlandırılmıştır. Eğer yeni bir tanrıya inanılır ve heykeli Olympos’a konulursa, eski tanrılardan birinin heykeli ortadan kaldırılarak 12 sayısı muhafaza edilmiştir. Bu tanrıların çoğu erkek, bir kısmı ise kadın olarak tasarlanmıştır. Antik Mısır’da ise durum daha karmaşıktır. Sayıları çok fazla olan erkek ve kadın tanrıların haricinde, aynı vücutta hem kadın hem de erkek olan tanrılar da vardır. Sonraki dönemlerde Antik Mısır’da da, tanrıların sayılarında ve isimlerinde, sürekli değişiklikler olmuştur.

Günümüz insanı açısından bakılınca, çok tanrılı inanışlarla ilgili olarak anlatılan mitolojik olaylar, tanrılar arasındaki mücadeleler, tebessümle izlenmenin ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü bu tanrılar, gerçekte olmayan, ama insanların kendilerinin uydurdukları hayali şeylerdir. Eğer bu tanrılar, insanların uydurmaları olmasaydı, sayıları ve isimleri değişip durmazdı. Eğer bu tanrılar, uydurma olmasaydı, halen varlıklarını sürdürmeleri gerekirdi. Bu sebeple, eski dönemlerdeki çok tanrılı inanışlar hakkında fikir yürütmenin, günümüze bir katkısı olmayacağından, biz bugünkü tartışmalar hakkında düşünce üretmeye çalışacağız.

Kâinatın ve kâinattaki bütün varlıkların kendiliğinden oluştuğunu, bugüne kadar da tesadüfen aynı özelliklerini muhafaza ettiklerini düşünenlerin, bu yazımızın konusunun dışında olduğunu söylemiştik. Biz, evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıldığını kabul edenlerin fikirlerini sorgulamayı sürdüreceğiz.

Evrenin yaratıcısının, bir tane olduğunu düşünenlerin çoğunlukta olduğu günümüzde, Tanrı hakkındaki fikirlerde insanları tereddüde düşürerek ayrıştıran, birbirlerini ötekileştiren bazı ortamlar vardır. İlâhi kaynaklı dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi inançlara sahip insanların birbirlerine karşı tavırları, insanları tereddüde düşürmektedir. Her üçünde de, düşünmeden hareket eden veya menfaati gereği davranan insanlardan dolayı, bu inanışların mensuplarının bir bölümü, diğer gurupları düşman olarak görmektedirler. Birbirleriyle acımasızca mücadele etmektedirler.

Böylesine acımasız mücadeleyi dışarıdan seyredenler, Yahudi’nin, Hıristiyan’ın ve Müslüman’ın her birinin inandığı Tanrı’sının farklı olduğu yanılgısına düşebilirler.

Peki, birbirlerinin ibadet ettikleri camilerini bombalayan Şii ve Sünni Müslümanları görenler ne düşünmelidirler?

Veya birbirlerini acımasızca öldüren Katolik ve Protestan Hıristiyanları duyanlar nasıl yorum yapmalılar?

Ya da kendileri dışındakileri insan olarak bile görmeyen Yahudilerle karşılaşanlar, Tanrı fikri hakkında ne düşünebilirler? İlâhi kaynaklı üç din varsa, üç tane de tanrı vardır gibi garabet bir durum doğmaz mı?

İnsanlar mutsuz bir tavırla, hayatı, hem kendilerine hem de başkalarına zehir etmeye çalışırlarken, doğada yaşayan diğer canlılar ne yapıyorlar bir inceleyelim.

Yaşadıkları mücadelelerinin bazılarını, önceki yazılarımızda yazdığımız hayvanları izleyelim.

Ağını ördükten sonra, ördüğü ağının üzerinde, belki de 10 gün aç-bilaç ama sabırla, bir sineğin konmasını bekleyen örümcekte, mutsuzluk işareti var mıdır acaba? Eğer günlerce aç bekleyen örümcek mutsuz olsaydı, yerini terk eder giderdi. Belki de başka örümceklerle kavga eder, onları öldürüp yemeye çalışırdı. Ama böyle bir şeyin görüldüğünü zannetmiyorum.

Haftalarca aç dolaştığı için mutsuz olan bir aslan duydunuz mu? Eğer aç dolaşan aslanlar mutsuz olsalardı, en sonunda karşılaştıkları hayvan sürüsünden ihtiyaçlarını gidermek için sadece birini öldürmekle kalmazlardı. Uzun süre aç dolaşmanın verdiği mutsuzluğun tetiklediği kızgınlıkla, birçok hayvanı öldürmeye çalışırlardı. Ya da birkaç aslan birlikte dolaşıyorlarsa, yiyecek hayvan bulamadıklarında mutsuzluğun verdiği öfkeyle, içlerinden en zayıfını öldürüp yemeleri gerekmez miydi?

Başka tavukların yumurtladığı yumurtaların üzerinde, hiç kıpırdamadan yaklaşık üç hafta oturan bir tavuğun mutsuz olduğunu gördünüz mü? Hiç kıpırdamadan kuluçkaya yatan bir tavuğun, bu dönemde nasıl yiyip içtiğini, dışkı yapıp yapmadığını araştırmadım. Ama biz insanlar açısından bakılınca, üç hafta kıpırdamadan durmanın ne kadar zor olduğu kesin bellidir. Tavuk, bu zorluklar karşısında eğer mutsuz olsaydı, yumurtaların üzerinden kalkar gider, diğer tavuklarla beraber dolaşır, eşinir ve karnını doyururdu.

Bu örneklerin onlarcasını okuyucularımız bir çırpıda düşünebilirler. Şimdi aklımıza gelen bütün örnekleri sorgulayarak, tekrar düşünmeye devam edelim. Eğer tanrılar çok sayıda olsaydı, hayvanların bir kısmını başka tanrıların yaratması beklenirdi. Farklı tanrıların yarattıklarının yapılarının ve özelliklerinin de, değişik olması gerekirdi. Hâlbuki yeryüzündeki hemen bütün hayvanların psikolojik davranışları, gurup halinde yaşarlarken uydukları toplumsal kuralları, annelik duyguları, yavruların anneye bağlılıkları birbirine benzemektedir. Dolayısıyla, bütün hayvanları yaratan Tanrı, tektir.  

Diyelim ki, tanrılar birden fazladır. Bu takdirde, aklımıza hemen gelen bazı sorular olacaktır.

Bu durumda güneşi hangisi yaratmış olabilir? Dünyayı yaratan ile güneşi veya diğer gezegenleri yaratan aynı mı, yoksa farklı mıdır?

Denizleri, karaları, bitkileri, hayvanları veya insanları yaratan tanrılar farklı tanrı mıdır?

Tanrılar, neleri yaratacakları hususunda aralarında anlaşmışlar mıdır?

İnsanların sahip oldukları akıl, vicdan ve irade gibi donanımları ve nefret-sevgi gibi duyguları yaratmayı, tanrılar aralarında paylaşmışlar mıdır? Bu gibi soruları bir çırpıda çoğaltabiliriz. Ama hiçbirisine cevap veremeyiz. Ama şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki, eğer çok sayıda yaratıcı tanrı olsaydı, evren, yeryüzü, güneş, ay, insanlar, hülasa, var olan her şey kargaşa içerisinde olurdu ve hepsinin ömrü çok kısa olurdu. Milyarlarca veya milyonlarca yıl sürmezdi.

Demek ki, hayvanlarla ilgili aktardığımız sorgulamalardan yürürsek, bütün hayvanları yaratan Tanrı tektir. Aynı sorgulama mantığıyla düşündüğümüzde, bütün evreni yaratan Tanrı, tek olmalıdır. Bu tek olan Tanrı, yarattığı hayvanların mutsuz olmalarını istememiş ve onlara, gerekli sabır ve sebatı vermiştir.

Yarattığı hayvanların, yaşamlarının en sıkıntılı anlarında bile mutsuz olmamaları için plan yapan bir Yüce Yaradan, “halefi” olarak yarattığını söylediği insanların mutsuz olmalarını ister mi?

Hayvanlara karşı böylesine ince ruhlu olan bir Yaratıcı, gönderdiği peygamberler aracılığıyla, Kendisinin yarattığı insanlara, birbiriyle çelişen, farklı ve hattâ birbirine zıt bilgiler verir mi?

Peygamberleri aracılığıyla, insanları birbiriyle savaştırıp, yukarıdan onların kavgasını zevkle seyreder mi?

Kendi görevlendirdiği peygamberler aracılığıyla, insanları birbirine düşüren bir güç, Tanrı olarak saygı görmeyi hak eder mi?

Bir Tanrı, Kendisinin gönderdiği peygamberlerin bazısına inanan kavimlerden sadece birini “insan” sayacağını, ifade eder mi?

Bu kavmin dışındaki diğer kavimlerin, bu tek kavme gönderdiği peygamberlerini de, Yüce Yaradan’ın elçileri olarak kabul etseler bile, onların insan görünümlü yaratıklar olduğunu söylerse, Tanrı olarak kabul görür mü?

Eğer tek olan Tanrı, yarattığı kavimlerden sadece birinin “insan” olduğunu düşünse, hemen her kavme olmak üzere, yaklaşık 124.000 peygamber yollar mı?

Bilindiği gibi, her dönemde, yaşayan insanlardaki erkek ve kadın oranları hep birbirine yakın olmuştur. Yani ne kadar erkek varsa, yaklaşık o kadar kadın var olmuştur. Eğer insanları yaratanlar birden fazla tanrı olsaydı, insanlık tarihinin her döneminde böylesine bir eşitlik nasıl gerçekleşirdi?

Birbiriyle anlaşamayan tanrılar, kadın-erkek hususundaki eşitlikte uzlaşabilirler miydi?

Diğer tanrıların yarattığı insanlara karşı üstünlük kurmak isteyen bir tanrı, yarattıklarından erkek sayısını artırıp, kadın sayısını azaltmaz mıydı?

Birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi yapan tanrıların hepsi de, daha çok erkek yaratmak istemezler miydi?

O halde, bütün insanları yaratan, tek olan Tanrı’dır. Tanrı tek ise, niçin yarattıkları arasında ayrım yapsın?

Niçin, erkeklere, “has kulları”, kadınlara ise, “üvey kulları” olarak davransın?

Biz erkekler olarak, erkek evlatlara işgücü ve kavga gücü şeklinde baktığımızdan, erkek evlatları, kız çocuklarımıza göre daha üstün tutanlarımız olabilir. Peki, Yüce Yaradan’ın, biz insanların çalışmasına yani işgücüne ihtiyacı var mı?

Ya da, erkekler, Allah’a, kadınlardan daha çok mu şükrederler ve daha çok mu ibadet ederler? Bu soruya evet diyebilecek bir erkeğin olduğunu düşünemediğim gibi, çoğunluğun hayır dediğini duyar gibiyim. Aksine, kadınlar daha duygusal olduklarından, Yüce Yaradan ile daha çok bağlantı kurmaya çalışırlar. Bilhassa, erkek egemenliğinin baskıya dönüştüğü toplumlarda, kadınlar, Tanrı’ya daha çok sığınırlar.

Peki, gerçekler böyle iken, neden kadınlar, Yüce Yaradan tarafından ikinci sınıf muamelesi görsünler?

Bazı insanlar, peygamberlerin erkeklerden seçilmesini, Tanrı’nın erkeklere daha çok değer vermesi şeklinde yorumlamaya çalışıyorlar. Şimdi düşünelim. Hemen hemen bütün peygamberlere itiraz edilmiş, yalancılıkla suçlanmış ve toplumun ileri gelen erkekleri tarafından baskı ve zulme uğramışlardır. Peygamberlerin başlarına gelenler bu kadar açık iken, erkek egemen toplumlara kadın bir peygamber gönderilmiş olsaydı ne olacağını, düşünmek bile istemeyiz. Kendi hanımlarına bile her türlü zulmü reva gören erkekler, hanım peygamberlere neler yapmaya çalışırlardı? Yüce Yaradan, elbette, görevlendirdiği kadın peygamberlere yapılmak istenenleri engellerdi. Ama erkek peygamberlerini yalanlayan bazı kavimleri helâk eden Tanrı, kadın peygamberlerine karşı, soysuzca olan düşüncelerini, fiiliyata dökülmesini beklemeden bile hiç affetmeyebilirdi. Belki de bütün insanlığı helâk eder, içlerinden birazını cennetine, kalan hepsini cehennemine gönderirdi. Bu açıdan bakılınca, Yüce Yaradan’ın kadın peygamber görevlendirmemesi, insanlık için, kıyamet saatinin uzamasına vesile olmuştur dersek yanlış olmaz.

Şimdi de, Yüce Yaradan’ın binlerce peygamber görevlendirmesini irdeleyelim. Tek olan Tanrı, insanlara, akıl, vicdan ve irade vermiş. Düşünme ve düşündüklerini irtibatlandırma kabiliyeti vermiş. Görme, işitme, koku alma, lezzet alma becerisi vermiş. Bunlarla da yetinmemiş, sevgi ve merhamet gibi duygular vermiş. Şöyle bir düşünürsek, bu yazdıklarımızdan çok daha fazlasını veren Yüce Yaradan’ın, artık insanları kendileriyle başbaşa bırakması, en beklenen davranış olurdu. İnsanlara verdiği bunca güzelliklerden sonra hiç karışmaz, ama ahirette huzuruna geldiklerinde cezalandırırdı.

Fakat Tanrı, insanların kendilerine verdiği özellikleri kendi menfaatleri için kullanıp güçlenenlerin, diğer insanlara zulmettiklerini gördükçe, peygamberler görevlendirmiştir. Tek olan Tanrı, insanların, onlara verdiği vasıfları kullanarak, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşamalarını arzu etmeseydi, ayrıca on binlerce peygamber ve daha başka elçiler görevlendirir miydi?

Demek ki Tanrı, bizim mutlu olmamızı istiyor. Bir insanın mutlu olabilmesi, ancak vicdanen müsterih olmasına bağlıdır. Kendi başına kaldığında, yaptıklarından dolayı vicdan azabı duyan bir insanın mutlu olabilmesi mümkün değildir.

Başka insanlarla ilişkisinde, sadece menfaatini düşünen bir insan, onların da kendisiyle ilişkilerinde aynı şeyi hedeflediklerini düşünür. Dolayısıyla kimseye güvenemez. Güvenecek kimseleri olmayan bir insanın mutlu olması düşünülemez.

Eğer, çok sayıdaki tanrılar, bizim uydurduğumuz hayali varlıklar değil de, gerçek yaratıcı tanrılar olsaydı, yeryüzündeki hiçbir insanın mutlu olması mümkün olmazdı. Tanrılar, aralarında yaptıkları kavgalarda insanları kullanırlar ve sürekli savaş hali olurdu. Dolayısıyla, kimsede huzur kalmazdı.

Mutlu olmamızın tek yolu, Tanrı’nın tek olmasından ve tek olan Tanrı’nın insanlara gösterdiği yolda, samimiyetle yürümekten geçer.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KAÇ TANE TANRI OLABİLİR için yorumlar kapalı

ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINDAN GENİŞ MİDİR?

ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINDAN GENİŞ MİDİR?

 

Bu hususta karar verebilmemiz için, Yüce Yaradan’ın değişmeden kalan kitabı olan Kur’an’daki sözlerini incelememizin yeterli olacağını düşünüyorum.

Tek olan Tanrı, son peygamberi Hz. Muhammed’e hitaben şöyle buyuruyor:

Enbiya Suresi 21/107: “Biz, seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”

Ayete dikkat edilirse, Arapçasında “lilalemiyn” yani, âlemlere ifadesi geçiyor. Bu vurgulamaya dikkat etmeyen bazı İslâm âlimleri, Hz. Muhammed’i, sanki sadece Müslümanlara rahmet için gönderilmiş gibi bir algı oluşturuyorlar. Bu âlimlere göre, Allah, rahmetini sadece Müslüman olanlara gösterecektir.

Hâlbuki Tevbe Suresi hariç, Kur’an’daki bütün sureler “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” ifadesiyle başlamaktadır. Yani, Yüce Yaradan’ın, esirgeyen ve bağışlayan vasfı her surede bahsedilmektedir. Ayrıca çok sayıda ayette de Allah’ın rahmetinin genişliğinden bahsedilir.

Bakara Suresi 2/115: “…Şüphe yok ki, Allah’ın rahmeti geniştir… O, her şeyi bilendir”

Aynı ifade, aynı surenin diğer bazı ayetlerinde de geçer. Bakara 247, 261: “…Allah’ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.”

Bakara 268 ve Nisa 4/130: “…Allah’ın lütfu geniştir…”

Necm Suresi 53/32: “…Şüphesiz Rabbinin affı geniştir…”

Nuh Suresi 71/10: “…Çünkü O, çok bağışlayandır.”

Daha birçok ayette benzer ifadeler vardır. Rahmetinden sıkça bahsetmesine rağmen, Yüce Yaradan, insanlara ayrıca şu tavsiyeyi de yapmaktadır.

Yusuf Suresi 12/87: “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”

Tek başına bu ifade bile, tek olan Tanrı’nın affının yani bağışlayıcılığının bizim anladığımız şekilde sınırlı olmadığını göstermektedir. Rahmetinden ümit kesilmemesini isteyen Yüce Yaradan, aynı ifadeyi Zumer Suresi 39/53 ayetinde de vurgular.

Yüce Yaradan’ın bu ifadeleri, ayetlerde net bir şekilde verildiğine göre, bazı âlimlerin Enbiya Suresi 107inci ayetle ilgili yorumlarındaki “Hz. Muhammed’in sadece Müslümanlara rahmet olarak gönderildiği” fikri hatalıdır. Hiçbir insanın, Allah’ın rahmetinin veya gazabının sınırlarını belirlemesi düşünülemez. Yüce Yaradan’ın yarattığı diğer kullarından olan meleklerin veya cinlerin de, tek olan Tanrı adına, böyle bir sınır çizmesi söz konusu olamaz.

Yüce Yaradan, her türlü kararını Kendisi verir. Yarattığı hiçbir kulu, onun adına konuşamaz. Eğer biz, tek olan Tanrı’nın rahmetine, kendiliğimizden sınır koymaya kalkışırsak, korkulur ki, rahmeti geniş olan Yüce Yaradan, bizi rahmetinin dışına bırakabilir.

Bakara 2/169, Araf 7/28, Yunus 10/68 gibi ayetler, Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi tavsiye etmektedir. Bizden, Yüce Yaradan hakkında bilmediğimiz şeyleri konuşmamızı bizden, ancak şeytanın isteyeceğini belirtmektedir.

Eğer biz, Yüce Yaradan’ın rahmetine, hiçbir bilgimiz olmadan sınır koyarsak, bunun sonu, kendi gurubumuz arasında da düşmanlık oluşmasına kadar gider. Nitekim Hz. Muhammed’in söylemediği bir hadis emsal gösterilerek, Müslümanlar birbirini boğazlamaktadır. Daha önceki bir makalemizde de yazdığımız bu hadis şöyledir: “Benden sonra ümmetim 73 (bazı aktarımlarda 72) fırkaya (guruba) ayrılacak, bunun 72 (bazı aktarımlarda 71) si cehennemlik, sadece biri cennetlik olacak”. Bu hadisin varlığına inanan Müslümanların çoğu, kendi gurubunu, hattâ gurup içerisinde kendi fikrine daha yakın olanları, cennetlik olarak, diğer Müslümanları da cehennemlik olarak görebilmektedir. Böyle düşününce de, diğer guruba bağlı Müslümanı, hiç düşünmeden gaddarca öldürebilmektedir.

Hâlbuki Enbiya Suresi 107inci ayetteki ifadede, “Müslümanlara” sözü geçmediği gibi, “insanlara” ifadesi de geçmez. Hz. Muhammed’in âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden bahseder. Nitekim cinlerden bazılarının da, Hz. Muhammed Kur’an okurken dinlediklerinden bahsedilir.

Ahkaf Suresi 46/29: Ey Muhammed! Hani biz cinlerden bir grubu Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur’an’ı dinlemek için hazır bulundukları zaman birbirlerine “susun” dediler. Kur’an’ın okunması bitince de, birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.

Demek ki, Yüce Yaradan’ın, sadece insanlara değil, yarattığı bütün âlemlere rahmeti geniştir.

Yusuf Suresi 10/64: “…O, merhametlilerin en merhametlisidir.”

Aşağıdaki ayette ise, bizi aydınlatacak net bir ifade vardır:

Araf Suresi 7/156: “…Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır…”

Yazımızın başlığındaki soruya dönersek, sadece bu son ayet bile gösteriyor ki, Yüce Yaradan’ın rahmeti, gazabından geniştir.

Yüce Yaradan’ın bizzat Kendisinin, “her şeyi kuşattığını” söylediği rahmeti; sadece Müslümanlara değildir, sadece ilâhi kaynaklı dinlerin mensuplarına değildir, yalnızca insanlara değildir. Yüce Yaradan’ın rahmeti, bizim bildiğimiz, bize bildirilen ve bildirilmeyen bütün âlemleri kuşatmıştır.

Tek olan Tanrı’nın rahmetinin, bütün âlemleri kuşattığını, şeytan ile ilgili aktarılanları irdelediğimizde daha net anlayabiliriz. Bu sitede, şeytan hususunda yayınladığımız makalelerimizde, Kur’an’a dayanarak, şeytanın bir melek olduğunu, diğer bir ifadeyle, beş baş melekten biri olduğunu ifade etmiştik. Ancak, bir baş melek olan şeytan, Yüce Yaradan’ın “insana saygı gösterin” emrini dinlememiştir. Bu durumda beklenen davranış, şeytanın cezalandırılarak, derhal cehenneme atılmasıdır. Fakat tek olan Tanrı, şeytana karşı da rahmetini göstermiş ve şeytanın, kıyamete kadar istediğini yapmasına fırsat vermiştir. Böylece rahmetinin bütün âlemleri kapsadığını bizlere göstermiştir.

O halde, sadece, rahmeti bütün âlemleri kuşatan Yüce Yaradan’ın merhametine sığınalım. Yalnızca, Ondan af dileyerek, Onun rahmetini isteyelim. Çünkü Onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINDAN GENİŞ MİDİR? için yorumlar kapalı