ENVER PAŞA ÜZERİNE

ENVER PAŞA ÜZERİNE 1

Türkiye gibi ülkelerde, olaylar ve insanlar değerlendirilirken, duygusal bakış açısı ağır basıyor. Bilhassa, tarihte vuku bulmuş olayları değerlendirirken, bazı temel hatalar yapılıyor. Yedi başlık altında topladığımız bu irdeleme yöntemi hataları şunlardır:
Birincisi, geçmiş konular hakkında karar verilirken, olaylar olup bittiği için, artık bilinen sonuçlara göre fikir yürütülüyor. Hâlbuki geçmiş olaylarla ilgili bu fikri yürüten bizler, kendi yaşadığımız olaylar karşısında ne karar vereceğimizi şaşırıyoruz. Örneğin, I. Ve II. Körfez Savaşları, Suriye meselesi gibi I. Dünya Savaşı ortamına göre nispeten basit hususlarda verdiğimiz kararlar, Enver Paşa gibi insanları eleştirirken itiraz ettiğimiz tavırlarından çok daha fena.
İkincisi, devletin bütününü ilgilendiren ve hattâ devletler arası nitelikte vuku bulan olayların, tek etkenli olduğu düşünülüyor. “Falan kişi öyle değil, şöyle yapsaydı, sonuç şöyle olurdu” diye fikir yürütülüyor. Halbuki, sosyal olaylarda tek bir etken yoktur. Örneğin, en güçlü oldukları dönemlerinde Fatih Sultan Mehmet veya Kanuni Sultan Süleyman’ın, kendi ülkelerinin iç işleriyle ilgili olarak bile aldığı kararların birçoğu, uygulamada tam yerini bulmamıştır. Çünkü bir olayın bir çok etkeni vardır.
Üçüncüsü, sosyal olaylarda “tek doğru vardır” diye bir kural yoktur. Her alınan karar, içerisinde mutlaka hem güzellikleri, hem hataları içerir. Dolayısıyla sosyal hususlardaki kararlarda, daha çok insana faydalı, daha az insana zararlı olması için çaba sarf edilmelidir. Bazen fertlerin lehine olan bir karar, devletin zararına olabilir. Bazen devletin faydasına diye düşünülen bir karar, vatandaşlara zarar verebilir.
Dördüncüsü, alınan kararlar hakkında fikir yürütülürken, sadece kısa vadede elde edilen menfaat veya kayıplar dikkate alınmaktadır. Tarih boyunca görülmüştür ki, birçok ünlü padişahın bile aldığı bazı kararlar, kısa vadede faydalı sonuçlar vermiş, fakat uzun vadede zarara sebep olmuştur. Benzer şekilde, bazı eleştirilen sultanların aldıkları kararlar kısa vadede zararlı olmuş, ama uzun vadede fayda getirmiştir. (Hayır ve şerri Allah bilir)
Beşincisi, tarihi olayları irdelerken, sadece incelediğimiz ülkenin iç vaziyeti dikkate alınmaktadır. Ayrıca bunu yaparken bile, belli bir dönem esas alınmaktadır. Öncesi ve sonrasındaki hadiseler önemsenmemektedir. Örneğin, gençlik çağına 2000li yıllarda girmiş bir insan, günümüzden bakarak 1970li yılların gençliğinin yaşadıklarını irdelerse, onların hepsinin ruhsal dengeleri çok bozuk, katil ruhlu insanlar olduklarına kanaat getirir.
Altıncısı, devletlerarası boyutları olan olayları değerlendirirken, diğer devletlerin içlerinde oldukları şartlar dikkate alınmamaktadır. Bir misal verirsek, Mustafa Kemal Atatürk’ü despot bir yönetim gösterdi diye suçlayanlar, Onun çağdaşları olan Stalin’i, Hitleri, Mussolini’yi, Franco’yu, Salazar’ı ve hattâ İngiltere’deki Donald Mac Ramsey’i hiç karşılaştırmadıkları için aldanmaktadırlar.
Yedincisi, bir olayı etkileyen sebeplerinden birini ele alıp, bütün teorilerini onun üzerine inşa etmekdir. Nitekim, yukarı paragrafta verdiğimiz Atatürk örneğindeki, despot olduğu teorisi böyledir. Despotluk tanımı da, Stalin veya Hitler’in uygulamalarına göre değil, günümüzdeki demokrasi anlayışına göre tariflenmiştir. Bu yönüyle yedinci sebep, yani teoriyi etkenlerden sadece birinin üzerine kurma anlayışı, yukarıda saydığımız diğer altı sebebin hepsi için geçerlidir.
Şimdi Enver Paşa’yı irdelerken, yukarıda saydığımız bu temel hatalara düşmemeye çalışarak, gerçeğe ulaşmaya gayret edelim.
1881 Kasım ayında doğan Enver Paşa, 41 yaşında, 1922 yılında savaşırken öldü.
Harp Akademisini birincilikle bitirdi. Akademideki çoğu öğrenci gibi, Osmanlı devletinin güçsüzlüğüne üzülüyordu. İttihat ve Terakki (Birlik ve İlerleme) hareketine katıldı.
Orduya katıldığında ilk görev yeri Manastır idi. O dönem, Balkanlardaki Bulgar, Arnavut ve Rum çetelernin Türk köylerini ateşe verdikleri, Osmanlı Devletinin valilerinin ise, devletlerinin güçsüzlüğünün verdiği eziklikle, büyük devletleri kızdırmamak için şaşkın hareket ettikleri bir dönemdi. Zaten vali yardımcılarının, yerli halktan birinin olması mecburiyeti vardı. Köylerimize saldıran çete mensupları yakalanıp getirildiğinde, valiler, büyük devletlerin baskısına, vali yardımcılarının oyunlarına dayanamayarak ve içleri sızlayarak, katilleri serbest bırakmak zorunda kalıyorlardı.
Enver Paşa, aldığı görev gereği, köylerimize saldıran çetelerle amansız bir mücadele yaptı. Onları kendi bölgelerinin içlerine kadar takip etti. “Etrafımı sararlar, beni öldürürler” diye korkmadı. Devleti ondan ne istediyse, azamisini yaptı. Çeteler, elinden kurtulamadı. Çoğunu mücadele sırasında yoketti. Onun gittiği yörelerdeki köyler, rahat bir nefes aldı. Bu sebeple, Balkanlarda büyük bir nam saldı.
Enver Paşanın bu gayretini, günümüzde PKK ile olan mücadelede acaba kim başarabilmiştir? Eğer böyle bir yiğit çıksaydı, o bölgedeki köylülere rahat bir nefes aldırsaydı, bu kişiye toplumun bakışı nasıl olurdu.
Enver Paşa, Balkanlardaki çözümü, Meşrutiyet idaresine geçilmesinde görür. 1908 yılının ikinci yarısında, Meşrutiyetin ilan edilmesi için yaptığı mücadeleye, mecburen hız verir. Çünkü İngilizler ve Rusların 9 Haziran 1908 de Reval’de yaptıkları anlaşma, kamuoyunda duyulur. O güne kadar birbirine düşman olan İngilizler ve Ruslar, Osmanlı Devletini paylaşmak için anlaşmışlardır. Durumun vahametini gören Enver Paşa, daha fazla dayanamaz. Çünkü bütün genç subaylar gibi Enver de, yakın tarihimizi iyi bildikleri için geleceğimizden endişelidir.
Bilindiği gibi, 1829 yılında Edirne’ye kadar ilerleyen Ruslarla çok ağır bir anlaşma yapılmak zorunda kalınmıştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1833 yılında, Osmanlı Devletinin uzak bir vilayeti olan Mısır’ın valisi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa idi. Osmanlıya kızdığı için, oğlu İbrahim komutasında bir ordu gönderdi. Devletin uzaktaki bir valisinin oğlu, Osmanlı ordusunu Konya’da yendi. İstanbul’a doğru ilerlemeye başladı. Bu durumdan devleti kim kurtardı dersiniz. Osmanlıyı kendi valisinden, dört sene önce ülkeyi işgale kalkışan Ruslar kurtardı. Osmanlı yönetimim durumunu kurtardıktan bir süre sonra, İngilizler ve Fransızlardan destek aldı. Rusların bizi kurtarmaları karşılığında istemeye başladıkları kabul edilemez talepleri, durdurulmaya çalışıldı. Bu defa da, yenilerin istekleri başladı. Tanzimat ilan edildi. İngiliz ve Fransızların Osmanlı Devletini korumaları devam etti. Kırım Savaşında, Osmanlı ile birlikte Ruslara karşı savaştılar.
Kırım Savaşı yenilgisini hazmedemeyen Ruslar, 1877-78 yılında tekrar harekete geçti. Yeşilköy’e kadar geldiler. Savaşın başlarında Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya ve Şıpka Geçidini tutan Süleyman Paşaya yardım göndermeyen Sultan II. Abdülhamit Han, ağır yenilgi üzerine, İngiliz, Fransız ve hattâ Almanları devreye soktu. Büyük bir toprak kaybıyla da olsa İstanbul ve Edirne kurtarıldı.
Bu savaştan sonra İngilizler, Rusların Osmanlı üzerindeki hareketlerini yasakladı. Ruslar bir daha üzerimize gelemediler. Doğuya yöneldiler. Doğuda da, Japonlarla yaptıkları savaşı kaybettiler. Bunun üzerine İngilizlerle anlaşmak zorunda kaldılar. İngilizler de, Almanların hızlı gelişmesinden rahatsızdılar. Dolayısıyla bu ikili menfaatleri gereği aralarında anlaştılar.
Şimdi İngilizlerle Ruslar aralarında Osmanlıyı paylaşmak için Reval’de anlaştıklarına göre, devleti kime kurtarttıracaktık. Acilen bir şeyler yapılması gerekiyordu. II. Abdülhamit Hanın büyük devletlerarasındaki denge politikası, temelden çökmüştü. Bizi paylaşmak için anlaşanlar arasında, bizi korumaları için ancak toprağımızın yarısını, taraflardan birine bizim kendiliğimizden vermemiz gerekirdi.
Bu durumu şöyle tasavvur edelim. Günümüzde ABD ve Rusya, Türkiye’yi paylaşmak için aralarında anlaşsalar, biz ne yapardık? Bizi yöneten ve ülkeyi borç batağına sokmuş, Irak’ın kuzeyindeki referandumdan sonra bir günde Kerkük’ten çıkarılan bir PKK ile bile baş edememiş yöneticilere mi güvenirdik? Böylesine başarısız konumdaki yöneticilerin, büyük devletlerin ülkeyi paylaşmalarını engellemenin bir yolunu bulmalarını, evimizde oturur bekler miydik?
Enver’in dönemindeki durum, günümüzden daha kötüydü. Alınan borçlarla saraylar (Yıldız, Dolmabahçe), kasırlar ve yalılar vs yapılmıştı. Ne ordumuz, ne de donanmamız güçlendirilmemişti. Bırakın denizaltı gemisini, bir Kuruvazörümüz bile yoktu.
Ama har vurup harman savurduğumuz borçlarımızı ödeyebilmek için, Muharrem Kararnamesiyle kurulan Duyunu Umumiye Reisliğine, vergilerimizi bile doğrudan tahsil etme yetkisini vermiştik. Hattâ vergisini ödeyemeyen Osmanlı tebaasını, devlete sormadan Duyunu Umumiyenin kendisinin kurduğu silahlı birliğinin öldürmesine izin veren bir yasa çıkarmıştık. Mısır’ın, Tunus’un, Bosna’nın işgaline de ses çıkaramamıştık.
Böyle bir yönetim örneği karşısında dururken, Enver’in keyfine bakıp, evinde veya kışlasında oturması mı uygun olurdu? Enver, devletinin ona verdiği çete kovalama görevini en üst seviyede yerine getirmiş bir kişi iken, sessiz kalabilir miydi? İşte bütün bunlar, Enver’i ve arkadaşlarını harekete geçirdi.
Selanik’e gitti, dağa çıkan Resneli Niyazi’ye katıldı. Padişah, bunların üzerine ne kadar kuvvet ve hattâ ordu gönderdiyse de, isyanı bastıramadı. Bir ay gibi kısa bir süre sonra, padişah II. Abdülhamit Han, Meşrutiyeti ilan emek mecburiyetinde kaldı. Bu olaylar sonunda Enver, artık “hürriyet kahramanı”dır.
1909 yılının Mart ayı başlarında, Berlin’e askeri ateşe olarak tayin edildi. Dolayısıyla 31 Mart Vakasında Türkiye’de değildi. Olaydan bir süre sonra geldi. Ancak kısa bir süre sonra, geri görevine gitti.
Berlin’de görevi başında iken, İtalyanlar Trablusgarp’a yani bugünkü Libya’ya asker çıkardı. Bunu haber alan Enver Paşa, kimseye haber vermeden İstanbul’a döner. Doğrudan Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’ya gider. Bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi, iktidarda İttihat ve Terakki’nin doğrudan kendi adamları yoktur. Kendi genç üyelerinin doğrudan göreve gelmesinin, ülkede kamplaşmaya yol açacağı düşünülür. Şevket Paşa gibi, kendi fikirlerine yakın insanlar tercih edilir. Bu sebeple Nazır ile samimiyeti vardır. Ayrıca Enver, o sırada artık sarayın damat adayıdır. Naciye Sultan ile söz kesilmiştir.
Nazıra, derhal Trablugarp’a asker göndermemiz gerektiğini söyler. Şevket Paşa, Osmanlı Devletinin orada sadece bin civarında askeri olduğunu ifade eder. Ayrıca, Trablusgarp’ın doğu sınırındaki Mısır’ın İngilizlerin, batı sınırındaki Tunus’un ise Fransızların işgalinde olduğuna dikkat çeker. Harbiye Nazırı sonra şöyle devam eder: “devlet olarak, bırakalım oraya gönderebileceğimiz bir donanmayı, Trablusgarp’a askerlerimizi taşıyacak gemilerimiz bile yok”.
Gerçekten de Osmanlı Devletinin hali perişan idi. Donanmamız, Plevne Savaşında kullanılmayarak Rusların önü açılmış, sonrasında yine İstanbul’da çakılı kalmıştı. Nitekim kısa bir süre sonraki Balkan Savaşı sırasında sadece bir Yunan kuruvazörü, Çanakkale boğazının çıkışını tuttuğu için, donanmamız boğazdan dışarı çıkamamıştı. Bu konuda fikir yürüten askeri uzmanlar, eğer donanma boğazdan dışarı çıksaydı, en fazla bir (sadece bir) saatin içerisinde tamamen yok olurdu demişlerdir.
Nitekim 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi, Almanlardan 1914 yılında alınan ve dönemin en güçlü silahları olan toplarla, mayınların desteğiyle kazanılmıştır. Yoksa, Türkün iman gücüne ve savaşma azmine rağmen, dönemin en güçlü ve en büyük savaş gemilerini batırmaya imkânları yetmeyebilirdi.
Görüldüğü gibi, Osmanlı Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa, tamamen gerçekçi davranmıştı. Hiç bir asker gönderemeyeceğimizi, Trablusgarp’ı kurtaramayacağımızı kabul etmişti. Bu sebeple, Enver Paşa’ya, “biz orayı gözden çıkardık” diyerek sözünü noktalamıştı.
Enver Paşa’nın cevabına geçmeden önce kendimizi sorgulayalım. Acaba bu ortamda biz olsaydık ne yapardık? Bu soruya cevap verirken, daha 1990 ların ortasında Bosna’da yıllar süren katliamlara (en meşhuru Srebrenitsa katliamı), güçlü Türkiye Devleti ve petrol zengini Müslüman devletler ne yaptılar, bir düşünelim. Veya benzer tarihlerde sınırımızın yanındaki Irak’ta Saddam Hüseyin, Türklere ve Kürtlere karşı kimyasal silah kullanıp katliam yaparken, Türkler ve diğer Müslümanlar neler yaptı, bir araştıralım. Sınırımıza yakın Telafer’de 2004 ve 2005’te yapılan katliamlara nota bile veremediğimizi dikkate alalım.
Türkiye’nin toprağı sayılan Süleyman Şahın mezarını, gece yarısı YPG’nin koruması altında açıp, Şahın kemiklerini kaçırdığımız sırada ordumuzun dünyanın dördüncü büyük ordusu olduğunu hatırlayalım. Bir terör örgütünün sınırımıza kadar yaklaşıp işgal ettiği Kobani’den Türkiye topraklarına top atışları yaptığını, bizim buna bir şey yapamadığımızı hatırlayalım. Kobaniyi kurtarmak için neden YPG ve PYD yi çağırdığımızı araştıralım.
Konuyu daha fazla dağıtmadan Enver Paşa’nın cevabına dönelim. Paşa aynen şöyle söyler: “Orada tek umutları biz olan mazlum insanlar var, onları yalnız bırakamayız.”
Şimdi durup, bu ortamda böyle bir cevap veren insanın kişiliği üzerine biraz fikir yürütelim. Sonra böyle cevap verebilen şahsiyetlerden kaç kişiyi tanıyoruz düşünelim.
Eğer, Enver Paşa böyle bir söz sarf etmemiştir diye düşünüyorsak, olayların devamını izleyerek, kararımızı tekrar gözden geçirelim. Enver Paşa’nın, bu cevabı verirken amacı hava atmak değildir. Yürekten konuşur. Sözünün altını doldurur. Nazırın bu cevabıyla karşılaşan Enver, “Ne yapalım, devletimiz bir şey yapamıyorsa, ben ne yapabilirim? Geri Berlin’e döneyim. Keyfime bakayım” demez. Kendisine biraz maddi destek verildiği takdirde, yanına alacağı arkadaşlarıyla birlikte, Trablusgarp’a gideceğini, Nazırın bedevi dediği Sunusilerden ordu kurarak İtalyanları durduracağını söyler. Maddi destek verilir. Yanına arkadaşlarını alır. Tebdili kıyafetlerle yola çıkarlar. Gurubun bir kısmı İngiliz toprağı olan Mısır üzerinden, az bir kısmı da, Fransız toprağı olan Tunus üzerinden kaçak olarak tehlikeli ve maceralı yolculuklardan sonra, çöl tarafından Trablusgarp’a ulaşırlar.
Bundan sonrasını gelecek makalemizde inceleyeceğiz.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.