DÜŞÜNÜRLERE VE KUR’AN’A GÖRE, ERDEM VE ÖLÇÜSÜ

ÜNLÜ DÜŞÜNÜRLERE VE KUR’AN’A GÖRE, ERDEM VE ÖLÇÜSÜ

 

Erdem ve ölçüsü, erdemin doğuştan mı geldiği, sonradan mı kazanıldığı gibi konular her dönem tartışılmıştır. Fakat düşünürler arasında fikir birliği hiç olmamıştır. Ayrıca erdem ve ölçüsü hakkında düşünürler arasında fikir birliği de görülmemiştir. Ciltlerle kitapta anlatılması gereken erdem ve ölçüsü konusunu, Kur’an’dan alıntılar yaparak, kısa bir yazıda aktarmaya çalışacağız.

Ayrıca bu makalemizde, bu sitede daha önce yayınladığımız “Erdemliler Paktı” ve “Erdemliliğin Ölçüsü Üzerine” başlıklı yazılarımızdan farklı bir irdeleme yapacağız.

Hemen herkes, insan öldürmenin erdemsizlik olduğunda hemfikirdir. Ama büyük çoğunluğa göre savaşta insan öldürmek erdemliktir. Hâlbuki savaş sırasındaki davranışlarda bile bazı ayrıntıları dikkate almak gerekir. Bu gerçeğe rağmen, erdem hususundaki birçok ayrıntıda olduğu gibi, bu konuda da, aradaki çelişkiyle, erdemin tanımıyla ve ölçüsüyle ilgili olarak, pek çok ünlü düşünür, insanları tatmin edecek bir yorum getirememiştir. Bunlar arasında, M.Ö. 10nuncu yüzyıldan günümüze kadar yaşamış olan, Homeros’tan Thales’e, Sokrates’ten Aristotoles’e (Aristo’ya), Buda’dan Konfüçyüs’e,  Kant’tan Nietzsche’ye kadar meşhur düşünürler sayılabilir.

İslâmiyet’te bir mümini kasten öldürmek en ciddi suçlardandır. Bu yasak hem normal hayatta hem de savaşlarda geçerlidir. Bilindiği gibi savaş; Allah’ı ve gösterdiği yolları tanımayan, müminleri yurtlarından çıkaran, onlara eziyet edenlere karşı yapılır. Ancak, savaş sırasında karşı taraf Lâilâheillaallah diyerek Müslüman olduğunu söylerse veya aman dilerse (teslim olursa), İslâmiyet’e göre artık onu, o anda öldürmek günahtır. Bu davranış, güzel bir erdemdir.

Savaş sırasındaki sözünden, sonradan vazgeçer ve ihanet ederse, o kişi cezalandırılmayı hak eder. Çünkü ihanet etmek erdemsizliktir ve Yüce Yaradan hainleri sevmez.

Savaşın dışındaki normal hayatta; münafıkları, insanlar arasına nifak sokanları, müminlerle yaptıkları anlaşmalara uymayarak hile yapanları, Firavun misali halkını kandırarak onları ateşe götürenleri, halkına zulüm edenleri öldürmeye izin vardır.

İslâmiyet, “bir mümini öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir” demesine rağmen, bazı insanları öldürmeye izin vermektedir. Bu izin verilirken hedeflenen amaç, dünyanın (insanların) huzurunun bozulmasını önlemektir. Bu amaç, güzel bir erdemdir.

Talan etmek, başka insanların ve ülkelerin mallarını gasp etmek, güç gösterisinde bulunmak, makul bir sebep olmadan saldırmak vb. sebeplerle yapılan savaşlarda ölmek, İslâmiyet’e göre erdemlik değildir. Bakara Suresi 2/190: “Korunun da sizinle savaşanlarla Allah yolunda (siz de) çarpışın fakat haksız taarruz etmeyin; çünkü Allah haksız taarruz edenleri sevmez.”

Erdemle ilgili olarak iyi ve kötü üzerine yapılan tartışmalar iki ana temelde yapılmıştır. Eski Yunan’da Protagoras gibi düşünürler, “iyiyi kötüden ayıramayız. Çünkü her kişinin ölçüsü kendine göredir” demişlerdir. Sokrates ise, iyiyi kötüden ayırmanın töre ile mümkün olduğunu savunmuştur.

Yani, bir gurup, özel (kişiden kişiye değişen) iyilik konusunu savunurken, diğer gurup, genel (töreye uygun) iyiliği işlemiştir. Dikkat edilirse, özel iyiliği işleyenler, insanı tek başına incelerken, insanların ortak yanlarını görememişlerdir. Töreleri ve genel iyiliği savunanlar ise, genel iyiliğin neler olduğu konusunda anlaşamamışlardır.

İslâmiyet ikisi arasında denge kurmaya çalıştığı gibi, bazı ayrıntıları da açıklamıştır. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” sözü, iyiliğin hem kişisel hem de toplumsal yönünü birleştirir.

Diğer taraftan, Türkçede bir söz vardır: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halîk (Yüce Yaradan) bilir.” Bu söz, şahısların iyilik anlayışıyla, toplumun iyilik algılamasını birleştirmektedir. Ayrıca, iyiliği, karşılıklılık konumundan çıkararak, erdemlilik konumuna yükseltmektedir.

Bakara 2/263: “Bir tatlı dil, bir mağfiret arkasına eza takılacak sadakadan daha iyidir. Allah zengindir. Halimdir.” Demek ki, yaptığın iyiliği ve yardımı insanların başlarına kakmak, onları horlamak, yapılan maddi yardımın güzelliğini bile gideriyor. Bir tatlı dil ve bağışlama, her insanda var olan sevme ve sevilme duygusunu geliştiriyor. Bu davranışlar, erdemliliğin güzel örnekleridir.

Al-i İmran 3/130: “Ey iman edenler! Öyle kat kat katlayarak faiz yemeyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” Dikkat edilirse ayet, hem kişinin kurtuluşuna, hem de toplum düzenini korumaya yöneliktir.

Sokrates, “erdemlerimiz olmazsa toplumumuz çürür” inancındaydı. Bernard de Mandeville ise, tam ters açıdan bakmaktadır. Ona göre, “erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz gelişemez”.

İslâmiyet insanların nefislerini tamamen reddetmemiştir. Onların zevk alma, ünlü olma, kıskanma, rekabet gibi isteklerini göz ardı etmemiştir. Bu duyguları, hem insanın kendi huzuru hem de toplumun huzuru açısından aşırıya gitmeden dengeli olarak uygulamayı öğütlemiştir. Böylece, nefsimizin arzuları olan erdemsizliklerimizi sınırlandırarak, toplumsal erdem oluşturmaya çalışmıştır.

İslâmiyet, şehevi açıdan zevk almayı, evlilik düzeni içerisinde ve ters olmayan yollardan gerçekleştirmeyi tavsiye etmiştir. Ünlü olmayı; mal-mülk ve makam sahibi iken halka adaletle hizmet ederek elde etmeyi uygun görmüştür. Böylece insan, kendi kendisini övmek durumuna düşmeyecek, insanlar onu öveceklerdir.

Başkalarını kıskanmayı hasetliğe dönüştürmeden, gıpta anlayışı içerisinde, rakibimizden daha başarılı olma mücadelesini yapmayı öğütlemiştir. Yarışmalarda haksız rekabet yapılmasına izin vermemiştir. (Gıpta ile kıskançlık arasındaki farkı, bu sitede yayınladığımız, “Medeniyet Ve Kültür” başlıklı makalemizde daha geniş olarak ele aldık.)

Takdir edileceği gibi, yardımlaşmak erdemdir. Ama her yardımlaşma erdem değildir. Hatta bazen erdemsizliktir. Bu hususta Kur’an bize şöyle yol gösteriyor; Maide Suresi 5/2: “Ey iman edenler! ………….birtakımlarına karşı beslediğiniz kin, sizi sakın tecavüze sevk etmesin! İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın!”  

Erdemin konularından biri olan yalan söylemek, düşünürlerin çoğunluğu tarafından erdemsizlik olarak görülmüştür. Kant “yalan söylememelisin” derken Shopenhauer şöyle karşı çıkıyordu: “Issız bir yolda gidiyorum. Yanımda param var. Bakışını beğenmediğim bir adama rastlıyorum. Yoldaşlık yapıyoruz. Adam bana param olup olmadığını soruyor. Kant’ın kuralına uyarak doğru söyleyip soyulayım mı?”

Yüce Yaradan, Kendisi hakkında yalan söyleyenleri sevmediğini, birçok ayetinde ifade etmektedir. İslâmiyet, yalana karşıdır. Ancak Hz. Muhammed’in bazı konulardaki tavsiyelerine bakılınca, yalana izin verilen yerler olduğu anlaşılır. İlk Müslüman şehitler Yesir ve Sümeyye uzun süre işkence görmüşlerdi. Daha sonra oğulları Ammar’a da aynı kişiler işkence etti. Ailesinin çektiklerini ve şehadetlerini yaşayan Ammar, baskılara dayanamadı ve putları Tanrı olarak kabul ettiğini söyledi. Serbest bırakıldı.

Fakat büyük bir pişmanlıkla ve ağlayarak hemen Hz. Muhammed’e gitti. Onun inancını sağlam olduğunu test eden Hz. Muhammed yaptığı davranışı onayladı.

Bir başka olay Hendek Savaşı sırasında oldu. Savaşın en zorlu günlerinde Nuaym bin Mesud isimli tanınmış bir kişi gizlice Hz. Muhammed’e geldi. Müslüman olduğunu söyledi. Yardım etmek istediğini belirtti. Hz. Muhammed “Git aralarını bozmak için elinden ne geliyorsa yap!” dedi. Nuaym, yalan söyleyip söyleyemeyeceğini sordu. Hz. Peygamber: “Üzerimizdeki baskıyı kaldırmak için ne istiyorsan yap. Savaş bir hiledir” diyerek onu gönderdi.

Birinci örnekte, ferdin dayanılmaz işkenceyi kapsayan olağanüstü bir durumda hayatını kurtarması için, imanı sağlam iken, yalana izin verilmiştir. İkincisi ise, savaşta yenilgi ihtimali belirdiğinde, söylenmesinde sakınca görülmemiştir. Çünkü savaşta, Yüce Yaradan’ın yolunda savaşanların galip gelmeleri, dünyadaki huzurun sağlanmasına hizmet edecektir.

Nisa Suresi 4/147inci ayette, “Allah, çirkin sözün açıklanmasını sevmez” demektedir. Bir şeyi açıklamamak, düşündüğümüz anlamda yalan söylemek değildir. Ama yine de, insanların arasını bozması ihtimali olduğu için, sorulmasına rağmen, çirkin sözü açıklamayarak yalan söylemek de, muhtemelen izin verilen yalanlar arasındadır.

Bunların dışında, bedeli ne olursa olsun, İslâmiyet, yalan söylemeye izin vermez.

Bir başka olay, Hz. İsa için anlatılır. Hz. İsa, gitmeyeceğim dediği bir toplantıya gizlice gittiğini söylemiştir. Burada Hz. İsa’nın yalan söylemesinin sebebi, ona kurulması muhtemel bir tuzağı bertaraf etmektir.

Diğer bir erdemli davranış, fakirlere yardım etmektir. İslâmiyet, bu konuda bazı sınırlamalar getirmiştir. Birincisi yukarıda söylediğimiz gibi, yardımın arkasına eza koymamaktır.

Diğer sınırlama da, yardım edilecek kazancın, helâl yollarla kazanılmasıdır. Sırf yardım etmek için haksız kazanç elde ederek, başkalarının hakkını yiyen veya devletten çalan kişinin fakirlere yardım etmesi, erdemli davranış değildir.

Müslüman olmadan önce haksız yollardan kazanan kişi, fakirlere yardım ederse, Allah’tan bağışlanma bekleyebilir. Yüce Yaradan’ın merhameti geniştir. Ama Müslüman olan bir kişi bilerek hak yerse, cezası cehennemdir. Tek olan Tanrı, kendisine ortak koşanları ve kul hakkıyla huzuruna gelenleri affetmeyeceğini söylemektedir. Kur’an’da doğrudan kul hakkı konusu geçmez. Ama Yüce Yaradan’ın; zalimlik yapanları, büyüklük taslayarak hakkı kabul etmeyenleri, haksız saldırıda bulunanları, faiz yiyenleri sevmediğini ayetlerinde vurgulamaktadır.

Bir kimsenin başka bir dinden olması, hatta zalim olması, bir Müslümanın onun hakkını yemesini mübah(sakıncasız) kılmaz. Aksine ceza gerektirir. Dolayısıyla bir Müslüman, ancak helâl kazancından yardım etmelidir.

Erdem ve ölçüsü konusunda örnekler çoğaltılabilir. Ama İslâm’ın bakışı ile düşünürlerinki arasındaki farklılıklar, her örnekte görülebilir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş düşünürlerin hareket noktalarındaki ortak yönleri, bilgimizin kaynağını duyularımız (beş duyu) olarak görmeleridir. Bu sebeple insanların; mutluluk, iyilik, kötülük, yalan, hırsızlık, adam öldürme gibi konularda görüşleri farklı olmuştur. Hatta aynı düşünürler, hayatlarının farklı evresinde birbirine zıt düşüncelere kapılmışlardır.

İslâmiyet ile düşünürlerin erdem anlayışında böyle farklılıkların olmamasının temel sebebi, bilginin kaynaklarının düşünürlerinkinden farklı olmasıdır. İslâm’da bilginin kaynakları; sadece beş duyu değildir, ayrıca, doğru haber (vahiy yoluyla iletilenler) ve aklın tefekkürü de bilginin kaynaklarıdır.

Dolayısıyla, bilginin kaynakları daha şaşmaz ilkelerdir. Hem insanın şahsı, hem de toplumun huzuru için daha ayrıntılı yol göstericidir. Hayat kavgasının içerisindeki erdemsizlikler insanları güçlendirebilir, ama huzurlu yapmaz. İç yüzünü bilmediğimiz olaylar, iç dünyasını bilmediğimiz kişiler bizler için yanlış örnek olabilirler.

Bu sebeple en az hata yapmak için, vicdanımızı ve irademizi kullanmamız gerekir. Bunun için de, aklımızı kullanırken vahyin aydınlığına ihtiyacımız vardır. Aklımız ve duyularımız bize bir noktaya kadar yol gösterebilirler, sonrasında nefsimizin hizmetine girerler.

Bu yazı KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.