TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bu makaleyi yazmamızın sebebi, Türkiye’de son dönemlerde hükümete yakın gurupların yaptıkları bazı garip uygulamalara kızarak, Türklerin, Araplaştığı şeklinde bir anlayışın oluşmaya başlamasıdır. Amacımız, tarihi inceleyerek, böyle bir iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunu irdelemektir.

Gerek Türklerin ve gerekse Arapların büyük çoğunluğunun aynı anlayışlarda olmaları mümkün değildir. Bu sebeple biz burada sadece, devletler olarak yaptıkları uygulamaları esas alarak, daha baskın olan anlayışları ele alacağız. Ayrıca, mutasavvıflarının ve âlimlerinin dini yorumlamaları arasındaki farkları da kısaca inceleyeceğiz. Tasavvuf anlayışları arasındaki farklara da kısaca değineceğiz.

Öncelikle, Türklerin ne zaman ve hangi süreçler sonrasında Müslüman olduklarını dikkate almak gerekir. Türklerin Müslümanlıkla ilk tanışmaları Arap Hilafet Ordusunda köle ve paralı askerlik şeklinde 674 yılından itibaren başlamıştır. Bu askerlerin bazılarının komutanlıklara kadar yükselmiş olmalarına ve Hilafet Ordusunda etkili olmalarına rağmen, Türklerin Müslümanlığa geçişlerinde hemen hiç tesiri olmamıştır denilebilir. Bu durumu, Karahanlı Türk Devleti hükümdarı Saltuk Buğra’nın iki yüz bin çadırıyla birlikte 944 yılı gibi çok geç bir tarihte Müslümanlığa geçmesiyle anlıyoruz. (İlk Müslüman Türk devleti, İdil (Kama) Bulgar Türk Devletidir. Ancak onlar Karadeniz’in kuzeyinde kaldıklarından, Türk dünyasının Müslümanlığa geçişinde fazla bir etkileri olmadı.)

Gerek Karahanlı Türk Devletinin ve gerekse Gazneli Türk Devletinin Müslüman oluşunda, Araplarla devlet olarak çatışma ve temas yok gibidir. Müslüman bir devletle ilk temas eden Karahanlı Hükümdarı Musa Baytaş’tır. Güneye doğru inen Karahanlılar, 999 yılında Samanoğulları Devletini yıkarak İran bölgesine giriş yapmışlar ve bölgenin 1926 yılına kadar hâkim sakini olmuşlardır. Dolayısıyla, Türklerin Müslümanlarla iç içe yaşamaları Farslarla olmuştur.

Bu makalemizin konusu, Türklerin ve Arapların Müslümanlık anlayışı olduğundan, Türklerin İslâmiyet’e girişlerinden sonra, İslâm âleminde oluşturdukları etkileri ve gelişmeleri başka yazılarımızda ele alacağız.

Türklerin tarihteki uygulamalarına bakıldığında, yeni gittikleri yerlerdeki diğer dinlere mensup olanlara hoşgörülü davrandıklarını görmekteyiz. Araplar da, başlangıçta gittikleri bölgelerde sadece yöneticileri cezalandırmışlar, halka hoşgörülü davranmışlardır. Ama sonrasında, Türkler diğer halkları Müslüman olmaya zorlamazken, Araplar bölge halklarını Müslüman olmaya zorlamışlardır. İnsanları Müslüman olmaya zorlamak, tek olan Tanrı’nın peygamberine bile yasakladığı bir husus olup, Kur’an’ın ruhuna ve anlatımına aykırıdır.

Türkler yeni gittikleri yerlerdeki insanların dinlerine karışmadıkları gibi, onları Türkleştirmeye de çalışmamışlardır. Araplar ise, yeni gittikleri yerlerdeki halkı Müslümanlığa zorladıkları için, bunun sonucunda aynı halkın Araplaşması olayı, zaman içerisinde kendiliğinden gerçekleşmiştir. Asurlular, Babilliler, Firavunların Mısır’ı, Kartacalılar ve diğerleri bugün kendilerini Arap olarak görmektedirler. Kur’an, Hucurat Suresi 49/13’te “…birbirinizle tanışmanız için sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık…” denilmesi, Türklerin uygulamalarının, Yüce Yaradan’ın isteklerine uygun olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, Müslüman olduktan sonra da, farklı soylara mensup insanları yönetici yapmaya devam etmişlerdir. Araplar ise, Emeviler devrinde hemen hiçbir yabancıyı yönetici yapmamışlardır. Abbasiler döneminde ise, bazı mecburiyetler dışında, yabancıları yönetici yapmamışlardır. Görüldüğü gibi Türklerin uygulamaları, Yüce Yaradan’ın, “emaneti ehline veriniz” emrine uygun bir davranıştır.

Türklerde, Hz. Peygamber sevgisi hep önde olmuştur. Halen de aynen geçerlidir. Bu durumun belirgin bir uygulaması, namazlarda kılınan Hz. Peygamberin sünneti rekâtlardır. Bu uygulama Araplarda yoktur.  Müslüman Türklerin, Araplar için “kavmi necip” demelerinin bütün sebebi, Hz. Peygamberin, Arapların içerisinden çıkmasıdır. Yoksa Arapları üstün gördükleri için değildir. Hâlbuki Türklerin, Ermeniler için “milleti sadıka” demeleri, Ermenilere karşı besledikleri sevgidendir. (Türklerdeki bu ince insanlığı göremeyen bazı Arapların ve Ermenilerin büyük hatalar yaptıkları, sonradan söyledikleri itiraflarından anlaşılmaktadır.)

Arapların ilk fetihlerinde, peygamberin kendi soylarından olmasının etkisi açıkça görülür. Bu durum Araplara ayrı bir güç kaynağı olmuştur. Ancak, fetihler bitip, zevk ve sefaya düşerek birbirleriyle uğraşmaya başladıktan sonra, peygamber konusunu geri plana itmişlerdir. Günümüzde Araplardaki Hz. Peygamber sevgisinin, Türklerinkinden daha önde olduğunu söylemek mümkün değildir. Türklerin bu sevgileri, Ali İmran Suresi 3/31: De ki, “siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” ayetine uygundur.

Türkler, Müslümanlığı, devlet dini haline getirmemişlerdir. Dini, kişisel bir kavram olarak görmüşlerdir. Günümüz Türkiye’sinde Arap Müslümanlığı yaptıkları iddia edilen bazı tarikatların, devlet kurumlarında etkin olmaya çalışmalarının sebebi, dini, kendi anlayışları doğrultusunda devlet dini haline getirmektir.

Arapların, dini, kişisel bir algı olarak görmeyip, devlet dini haline getirdikleri, herkesi Müslüman yapmaya ve Müslüman olanlardan da, kendileri ile aynı anlayışta olmayanlara baskı yapmalarından anlaşılmaktadır. Bu hususta Kur’an bize ışık  tutmaktadır.  Bakara Suresi 2.272: “Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dileyeni yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir…”. Demek ki, dini, devlet dini gibi görmek Kur’an’a aykırıdır.

Türklerdeki, ulema Müslümanlığı ile halk Müslümanlığı, birbirinden bazı hususlarda ayrılmıştır. Bunun bariz örneği, türbe geleneğidir. Türklerdeki halk Müslümanlığında, türbelerin özel bir yeri vardır. Türbe dediğimiz velilerin mezarları saygıyla ziyaret edilir. Bedeninin mezarda yattığı düşünülen veli kişiden, o andaki dertlerinin çözümü için yardım istenilir. Bu durum Türklerin ilk Müslüman olmaya başladıkları dönemlerden itibaren günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Araplar ise, Müslümanlıkta mezar anlayışının olmadığını düşünürler. Belki de bu sebeple, velilerin kabirlerini ziyaret hususu Türklere göre çok az sayıdadır. Endülüs doğumlu bir Arap olan İbni Arabi’nin, Şam’daki (Dımaşk) mezarını bulup türbe haline getiren, Yavuz Sultan Selim ve şeyhülislam Kemal Paşazadedir (İbni Kemal).

Kabir konusu İslâmiyet’te var mıdır diye bakalım. Tövbe Suresi 84: “Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.”

Önceki ayetlere bakıldığında bu ayet, münafıklar için ne yapılması gerektiğini anlatıyor. Münafıklardan biri ölürse, namazını kılma deniyor. Demek ki, bir Müslüman ölünce, önce onun namazı kılınacak. Sonra defnedilecek. Defnedileceğini de “münafıkların kabrinin başında durma” emrinden anlıyoruz. Demek ki, münafık da olsalar kabir olacak. Ayet münafıklara kabir yapın, ama Müslümanlara yapmayın demiyor. Aksine kabrinin başına gidip durma denildiğine göre, Müslümanlardan vefat edenlerin kabirlerinin başına gidip durulacak demektir. Başında durulacak bir kabrin en azından baş taşı ile belirlenmesi gerekir.

Bu konuda Türk halkının hatası, Tanrı’dan isteyeceği şeyleri, türbelerde sadece bedeni bulunan insanlardan istemesidir. Arapların hatası, İslâm’da kabir yoktur demeleridir.

Türklerdeki Müslümanlık anlayışı, yaşadıkları bölgelere göre bazı farklılıklar gösterir. En azından Anadolu’daki Türkler olarak incelediğimizde, Erzurum’daki, Bursa’daki ve Üsküp’teki Müslümanlık anlayış ve uygulamaları farklılık arz eder. Bursa, bilhassa 16ıncı yüzyılda, uluslararası bir hüviyete girmiş ve bir süre çeşitli halkların etkili bir şekilde yaşadığı bir şehir olmuştur. Ama Erzurum ve Üsküp arasındaki bariz fark, Erzurum’da sadece Müslümanların, Üsküp’te ise farklı dinlere mensup insanların, uzun süre bir arada yaşamasıdır.

Araplarda ise, İspanya’daki Endülüs Devletinde biraz farklı anlayış vardı. Ancak onlar da yıkıldıktan sonra, farklı uygulamalar görülmedi. Fikir olarak ise, Mutezile taraftarlarının etkin oldukları dönemde bazı farklılıklar oluştu. Ancak, Mutezile taraftarları sert bir şekilde bastırıldıktan sonra, tek düze bir fikri yapıya dönüştü denilebilir. Şii Fatımilerin bile, Abbasilerle egemenlik mücadeleleri hariç tutulursa, yukarıda bahsettiğimiz uygulamalar açısından çok farklı olduklarını söylemek zordur.

Türklerin Müslümanlık anlayışında, akıl ve vahiy birbirinin zıttı ve rakibi olarak düşünülmemiştir. Farabi, İmamı Azam Ebu Hanife, Maturidi, İbni Sina, Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Aşık Paşa, İsmail Hakkı Bursevi, hattâ Mevlâna Celaleddini Rumi gibi din ulularında bu durum görülebilir.

Araplarda ise, Mutezilenin aklı çok öne çıkardığı iddiasına karşı, aklı dışlayan fikirler etkili olmaya başlamıştır. Sonraları ise, aklı dışlamakla kalınmamış, vahiyleri de sessizce saf dışı bırakabilmek için, Hz. Peygamber adına hadisler uydurulmuştur. Bu uydurma hadisler sadece Arapları değil, giderek Türklerin de bir kısmını etkilemiş ve Kur’an’ın özünden uzaklaşılmaya başlanmıştır.

Akıl, vahiy ve iman konularında bu sitede yayınladığımız “Akıl Vahiy Dayanışması” ve “Akıl İman İlişkisi” başlıklı makalelerimizde fikirlerimizi ifade ettik. Burada söylenebilecek şey, akıl ve vahiy dayanışmasının, insanları huzura götüren en uygun yol olduğudur.

Türkler, cennete girebilmek için, salih amel işlemeye, ibadete göre öncelik vermişlerdir. Bu durum Türklerin yapılarıyla uyuşmaktadır. Türklerin Müslümanlığı Bakara Suresinin 177inci ayetindeki tanıma uygundur. Araplarda ise, bol bol nafile ibadetler ve riyazatlarla cennete girmeyi hedeflemek daha yaygındır.

Ancak İmam Gazali’den sonra, Orta Doğu bölgesine yakın Türklerin bu anlayışlarında değişiklik olmuştur. İbadetler ve dualar, cennete girmekte daha öncelikli hale gelmiştir. Bu duruma rağmen Türklerdeki tasavvuf anlayışı, sadece zühtçü (ibadet ve riyazat ağırlıklı) bir algılama değildir. Türklerin tasavvuf anlayışlarında; salih amel, ahlâk, ilâhi aşk ve züht anlayışı harmanlanmış gibidir. Araplarda ise, zühtçü tasavvuf anlayışı daha baskındır.

Diğer taraftan ilâhi aşk konusunda bazı yanlış anlaşılmalara vesile olacak gelişmeler olmuştur. Önce Hallacı Mansur, sonra İbni Arabi “vahdeti vücud” derken, kendilerini derinlere sürüklemişler ve böylece, bazı insanların, Tanrı’yı insanlaştırmasına, insanı da Tanrılaştırmasına vesile olmak durumuna düşmüşlerdir.

Tek olan Tanrı, hepimizin yaratıcısıdır. Yarattığı kullarına rahmet etmeyi Kendi üzerine yazdığını Enam Suresi 12inci ayetinde bahsetmektedir. Bizler, bizi yaratmayan ama dünyaya gelmemize vesile olan babamızla arkadaş gibi dertleşip, sıkıntılarımızı açıkça anlatıp yardım isteyebiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olursak, babamız bize yardımcı olmak istese bile, istediği gibi bir faydasının olması mümkün değildir. Ayrıca bizim hayat dersinde başarısız olmamıza sebep olur.

İşte, biz de yaratıcımız olan Yüce Yaradan ile bir dostumuzla dertleşir gibi konuşabiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olarak, eşitmişiz gibi davranmamalıyız. Tek olan Tanrı karşısında bir hiç olduğumuzu, ama Onun yolunda ve Onunla dertleşir gibi yürürsek, bir insan olarak da çok güçlü olduğumuzu unutmamalıyız.

İsmail Hakkı Bursevi’ye göre, Yüce Yaradan’ın halifesi olmanın sırrı, yaratılış özelliklerindedir.

“Allah insanı Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın vekil yöneticisi olma gayretinde olmalıyız. Bu sebeple, Türklerin bir bölümünün tasavvuf anlayışlarındaki gibi; iyi işler yapma, ahlâklı davranma, ilâhi aşkı yüreğinde hissetme ve gönülden ibadet etme gibi anlayışları harmanlamalıyız. Böyle yapmamız,  bizim, hem dünyada yaşarken cenneti, hem de ebedi hayat olan ahiretteki cenneti yaşamamıza vesile olacaktır inancındayım.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.