OSMANLI TÜRK DEVLETİ VE DÜNYA MEDENİYETİ
Dünya uygarlığına en çok katkıda bulunan iki medeniyet vardır. Biri Roma Medeniyeti, diğeri ise Türk Medeniyetidir.
İki anlayış arasındaki en önemli fark, bünyelerindeki farklılıklara karşı davranışlarıdır. Romalılar, Önceleri Roma şehri, sonraları bugünkü İtalya sınırı dışında kalanları vatandaş olarak görmemişlerdir. Türklerde böyle bir anlayış hiçbir dönem olmamıştır.
Roma Devletinin çağdaşı Hun Türk Devletinde, günümüz anlamındaki hükümet yöneticileri Hakanın mensup olmadığı boylardan seçilirdi. Bugünkü Haziran ayında bütün boyların çağrıldığı şölenler yapılırdı. Bu kurultaylar sırasında devlet işleri görüşülür, ana konular karar bağlanırdı.
Roma Devleti kendi din anlayışlarını kabul etmeleri için halka baskı yapardı. Önceleri çok tanrılı anlayışları için baskı yaptılar. Hırıistiyanlığı kabul ettikten sonra ise, Hıristiyan olmayanlara ve hatta Hıristiyan olmalarına rağmen kendi anlayışları gibi olmayanlara ölümüne baskı uyguladılar.
Türklerde devlet olarak böyle bir baskı hiçbir dönem olmadı. Sadece Karahanlı Devleti’nin yönetiminin Müslümanlığı seçtiği dönemde halkın Müslüman olması için benzer bir baskı oldu.
Osmanlı Devlet yönetiminin uygulamaları Türklerdeki bu anlayışın zirvesi olmuştur. Denilebilir ki, Yüce Yaradan Türklerin tarihin bilinen ilk dönemlerinden itibaren sahip oldukları bu yapılarından dolayı lütfuyla onları desteklemiştir.
Anadolu’ya geldikten sonra bir taraftan Haçlı Seferleri, diğer taraftan Moğol istilasına ve toplumun yarısını oluşturmalarına rağmen tekrar doğrulmuşlar ve tarihin altın sayfalarında yankılanmaya başlamışlardır.
Romalıların oluşturdukları güzel medeniyete rağmen, yanlış olan bu anlayışlarından dolayı yıkıldıktan sonra bir daha kendilerini toparlayamamışlardır.
Allah, Avrupa insanına Roma Devleti’nin yıkılışından 1000 yıl sonra yeni bir şans vermiştir. 1492 keşifleriyle o güne kadar bilinmeyen yeni topraklara ve imkânlara kavuşmuşlardır. Böylece kendilerini toparlamışlardır.
Ancak Yüce Yaradan’ın verdiği bu fırsatı, yine eski anlayışlarının nüksetmesiyle iyi kullanamamışlardır. Yeni gittikleri yerlerdekileri ve kendileri dışındaki herkesi ‘ötekileştirmişlerdir’. Kendileri dışındaki her yere kötülük tohumları ekmeye çalışmışlardır. Sonunda bu kötülük tohumları kendi içlerine de bulaşmış ve birbirleriyle kıyasıya mücadele ederek kazançlarını boşa harcamışlarıdır.
Dünyadaki yeni keşiflerin meydana getirdiği çok büyük imkânlardan mahrum kalan Osmanlı Türk Devleti, Avrupa’nın zenginlemesine ve baskılarına rağmen 400 yıl daha yaşamıştır. Yüce Yaradan onları desteklemiştir.
Avrupa’nın bu anlayışından dolayı dünya, bugüne kadar iyilik uğrunda değil, kötülük uğrunda daha sıkı bir işbirliği yaptı.
Dünya ancak savaşlarda ve ekonomik krizlerde tek bir dünya haline geldi. Yani insanlık, barış ve mutluluk dünyasından ziyade, bir harabe ve ıstırap dünyası kurmayı daha iyi becerdi.
Dünyanın barış ve mutluluk yolunda ilerleyememesinin temel sebebi, insanların kendi hayat tarzlarını ve kendi yönetim anlayışlarını, bütün dünyaya dayatmaya çalışmalarıdır.
Hâlbuki Türkler, insanların hayat tarzlarının ve sosyal sistem anlayışlarının farklı olmasını, ayrışmanın bir sebebi olarak değil, güçlü olmanın nedenleri olarak değerlendirmişlerdir.
Türkler, farklılıklar ve ayrılıklara hoşgörü ile yaklaşmışlardır. Herkes için aynı anlayışla hak ve adaleti uygulamaya gayret etmişlerdir. Fakat farklılıkları ayrıştırmak için ve kendi menfaatleri için kullanmak isteyenlere kesinlikle taviz vermemişlerdir.
Hoşgörü anlayışlarını kötüye kullananları ’nankör’ olarak nitelemişler ve nankörlük yapanlara karşı acımasız olmuşlardır. Hiçbir gurubun ve halkın tecavüzkâr davranışına izin vermeyerek onlara gerekli dersleri vermeye çalışmışlar ve böylece bölgelerinde barışı korumuşlardır.
Tabii ki bütün bunları güçleri nispetinde ve bazı içten pazarlıklı yöneticilerin zaman zaman engellemeleri ölçüsünde yapmışlardır. 1492 keşiflerinde yeni ve işlenmemiş topraklar bulunmasaydı, yani bugünkü Amerika kıtası ile Afrika’nın Cezayir vb. çöllerinden aşağısı dünyada var olmasaydı, Osmanlı Türk Devleti halen ihtişamını ve adaletini, muhtemelen devam ettiriyor olurdu.
Bütün bu tarihi gerçeklerden çıkarılacak sonuç ve alınacak ders, insanlığın geleceği için hayati önem taşımaktadır.
Dünya insanlığının huzuru ve tek medeniyet haline gelmesi, farklı hayat tarzlarının ve sosyal sistem anlayışlarının ayrışmak için değil, birlikte yaşayarak oluşturulacak medeniyetin gücü olarak kullanılmasına bağlıdır.
Osmanlı Türk Devletinin yönetim anlayışı ve sistemi, günümüz anlayışındaki kapitalizm, sosyalizm, demokrasi, despot bir tek kişilik totaliter rejim gibi yapılarla bağdaşmaz. Hepsinden farklıdır. Osmanlının anayasası olan Mecelle, sadece dini kurallar içermez.
Günümüzün de sıkıntısı, ideal bir sistem bulunamamasıdır. Böyle bir sistemin bulunabilmesi ihtimali, Yüce Yaradan’ın insanlığın huzuru ve mutluluğu için bizlere gösterdiği yolları, evrensel prensipler haline getirme gayretlerimizle doğru orantılıdır.
Tarihi ve Kur’an’ı aklımız ve sezgimizle birlikte ciddiyetle irdeleyip sonuçları uygulamaya geçirdikçe dünya barışına ve insanlığın huzuruna daha çok yaklaşırız.
Tarihte Türklerin örnekliği ile, Allah’ın Kur’an’da verdiği misallerin ortak yönleri; anlayana hoşgörü ile yaklaşmak, anlamayana şiddetli ceza vermektir.
Kutadgu Bilig’te “Bilgin beyler anlayana kalemle, anlamayana kılıçla vardılar” denilerek yol haritası verilmektedir.
Günümüzdeki Bilgin Beyler, dünyadaki güzel düşünen ve kendi menfaati peşinde koşmayıp, yolsuzluğa ve soysuzluğa en az bulaşan yöneticiler ile yanlışlıklara bulaşmakla birlikte pişmanlık duyarak iyilikler peşinde koşan etkili kişilerdir. Bu yapıdaki yöneticilerin ve etkin kişilerin görevleri, görevlerin en asili ve en büyüğüdür. Aynı zamanda en zoru ve en fazla hayal kırıklığı yaşatandır. Hayal kırıklıkları hiç bir mücadelede engel olmamalıdır.
Allah, bozgunculara ve hainlere karşı, barış ve huzuru sağlamak için mücadele edenlere yardım edeceğini müjdelemektedir.
Yüce Yaradan’ın yardım ettiğini kim(ler) engelleyebilir? Allah’ın terk ettiğini kim(ler) koruyabilir?