TARİHİN SONU VE İNSANLIĞIN SÜRESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2
İnsanlığın, kendi sonunu getirmesini geciktirmenin bir başka yolunu irdeleyebilmek için, tarihin sonu kavramına, Fukuyama’nın, bilimin, tarihi süreci yönlendirdiği savunması açısından yaklaşmaya çalışalım.
Marcelin Berthelot (1827-1907), organik kimya alanında başarılı bir Fransız bilim insanıydı. Kendi alanının dışında verdiği bir konferansta şöyle diyordu: “Din dönemi kapanmıştır. Yerini bilimin alması önlenemeyecektir.”
İnsanlık tarihinde dinin çok önemli bir yerinin olduğu, en azından belgelenmiş tarihteki olaylardan anlaşılmaktadır. Tarihi verilerden hareket eden Tolstoy’a göre de, “insanlar kalpsiz nasıl yaşayamıyorsalar, din olmadan da akılcı bir hayat yaşayamazlar.” Bu açıdan bakılınca, Berthelot’un söyledikleri bir başka anlamda tarihin sonu demek olmaktadır.
Bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde, bilim, bilim ahlâkı, bilimcilik, bilim ve din ilişkileri gibi çok farklı konuları ele almıştık. Bu yazılarımızda, bilim ve bilimin geliştirdiği teknolojinin, sermayenin himayesinde olduğunu ve hattâ sermayenin emrinde olduğunu, örnekleriyle gözler önüne sermiştik.
Bilim ve teknoloji, insanın rahatı için bazı güzellikler sunmasına rağmen, diğer yandan, sermayenin az sayıda insanın elinde toplanmasına vesile olmuştur. El emeği ile mal üretimi, teknolojinin gelişmesiyle makinenin yaptığı üretim karşısında iflas etmiştir. Fakat günümüzde bilgi üretmek, mal üretmekten de çok daha fazla kazançlıdır.
Sermaye, bilim ve teknoloji ile güçlendikçe, bilim ve teknoloji araştırmalarına pay ayırmayı artırarak sürdürmüştür. Çünkü her yeni gelişme, insanların tüketime bakışlarını değiştirmiştir. İnsanlar tüketime zorlanmıştır dersek, abartmış olmayız. Nitekim günümüzde en zeki bilgisayar mühendisleri, internette alışveriş yapan insanları yönlendirmekte istihdam edilmektedirler. Bu hususlardaki yazılarımızda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere, liberal ekonomi anlayışının insanların büyük çoğunluğunu ezmesinin en önemli vesilesi bilim ve teknoloji olmuştur.
1492 ile başlayan keşifler döneminde, barut üstünlüğüne sahip olan insanların yaptıkları vahşetler de dikkate alındığında, bilimin, dinin yerine geçmesiyle başlayacak olan tarihin sonunun, insanlığın kendi sonunu getirişini hızlandıracağı açıktır. Ayrıca, bilim, evrende var olmayan bir şeyi yaratmamaktadır. Yani bir şeyi yoktan var etmemektedir. Bilim ve teknoloji, yeryüzünde mevcut olan varlıkları kullanarak ilerlemektedir. Yeryüzünün kaynakları yetersiz hale geldiğinde, insanlığın sonunu uzatmak için bilimin yapabileceği adımların yeterince işe yaramayacağı anlaşılmaktadır.
Bilimin her şeyi çözeceğine inanan bazı insanları uyarmak için, daha önceki yazılarımızda bazı örnekler vererek, bilimin üreteceği çözümlerin maliyetlerinin giderek artacağını ve bir gün karşılanamaz hale geleceğini vurgulamıştık. Küresel ısınmanın önüne geçebilmek için, sıcaklığı sadece 2 derece düşürebilmek için yapılan tekliflerin muazzam maliyetlerini vurgulamıştık.
Bu makalemizde, sadece bir konuda örnek vermekle yetineceğiz. Yeryüzünün tatlı su kaynakları hususunu ele alacağız. Kullandığımız bazı su kaynaklarını kirletiyoruz. Yanlış kuyu açmaktan dolayı, yer altı su kaynaklarının daha aşağılara kaçmasına sebep oluyoruz. Hızla artan şehirleşmeler, su kaynaklarını bu şehirlere taşımamızın maliyetini artırmaktadır. Hemen her yıl, sonbahar geldiğinde, barajlardaki su miktarının çok azaldığı ve kısa bir süre içerisinde yağmurlar yağmazsa, içecek su bulamayacağımız yetkililer tarafından mutlaka ifade edilmeye başlanmıştır. Dünyanın artan nüfusunu doyurabilmek için yapılması gereken tarım ve hayvancılık alanında yeterli suyun bulunabilmesi, her geçen gün zorlaşmakta ve maliyeti artmaktadır.
Diyelim ki, bilimsel çalışmaların sonunda, tuzlu sulardan tatlı içme suyu elde ettik. Veya atık sulardan, tam biyolojik arıtma ile kullanma suyu sağladık. Peki, bu teknolojileri kullanarak elde ettiğimiz suların maliyetini karşılayabilecek insan sayısının, dünya nüfusunun yüzde kaçının olacağını söyleyebiliriz. Yakınında akan nehir varken açlıktan ölecek kadar fakir insanlar zaten bir şey yapamazlar. Ama günümüzdeki orta halli yaşam süren insanların bile bu maliyetleri ödemeleri mümkün görünmemektedir.
Demek ki, insanlığın kendi sonunu getirmesinin süresini biraz daha uzatabilmesi için, bilim ve teknolojinin, sermayenin değil, insanlığın hizmetinde olması gerekmektedir. Bilim ve teknikle uğraşan insanlar, tıpkı, Madam Curie ve diğer bazılarının anlayışıyla çalışmalıdır. Yani daha önceki bir yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bilimin ve ticaretin ahlâkı olmalıdır. Bilimin ve ticaretin ahlâkının güzelleşmesi yaygınlaştıkça, insanlığın kendi sonunu getirme süresi uzayacaktır.
Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, insanlığın sonu yani kıyamet, mutlaka gelecektir. Bunun kararı, sadece ve sadece Yüce Yaradan’a aittir. Bizim yukarıda yaptığımız önerilerin amacı, insanlığın kendi sonunu kendisinin getirmesi bedbahtlığından uzaklaştırmaya çalışmaktır. Yani, insanlığın bile bile “lades” diyerek kendini aldatmamasıdır.
Bir diğer amacımız, insanlığın sonunu uzatacak yöntemler düşünürken, aynı zamanda, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldan yürümeye çalışmaktır. Böylece, bu dünyadan ayrılacakların, tek olan Tanrı’nın Cennetine girmesi ihtimalini artırarak, daha çok insanın ebedi hayatta mutlu olmasına vesile olmaya çalışmaktır.
İnsanlığın sonu her hâlükârda geleceğine göre, hem bu dünyada huzur içerisinde hem de ahiret hayatında güven içerisinde yaşayacak insan sayısının artmasına gayret etmekten daha ulvi amaç ne olabilir?
Tarihi incelediğimizde, dinlerin de, tıpkı canlılar gibi, doğduğunu, büyüdüğünü ve öldüğünü görmekteyiz. Tek olan sonsuz bir varlığa inanılan dinler, ölmemişler ama çöküş ve can çekişme dönemlerini yaşamışlardır. Bu durumu bilen Yüce Yaradan, yeni elçiler göndererek, dini, tekrar canlandırmıştır. Günümüzde, herkesin her olaydan haberi olabilme şansı olduğu için, yeni bir peygambere ihtiyaç olduğu söylenemez. Çünkü insanlara doğru yolu gösteren ve değişmeden kalan bir kutsal kitap olan Kur’an mevcut. Dolayısıyla, yeni Peygamber veya Mesih beklemek yerine, Kur’an’a sarılmak yeterlidir.
Liberal ekonomi ve liberal siyaset anlayışının, bütün dünyada yaygınlaşmaya başlamasındaki temel dinamiğin, Batı dünyasındaki toplumlarda sınıfların kalmadığı, dolayısıyla eşitlik ilkesinin etkin olduğu söylenir. Hâlbuki Karl Marks’ın liberal ekonomiye itiraz ettiği dönemlerde sınıf farkları vardı. Nitekim Marks da teorisini işçi ve sermaye sınıfı arasındaki çatışma temelinde oluşturmuştu. Fakat Batı dünyasında Marks’ın fikirleri tutmamıştı. İşte bu durumun sebebi olarak, Batıda sınıf farkının azalması gösterilmektedir.
Batı dünyasında sınıflar arasındaki farkın azaldığı söylenilmesine rağmen, konu, şekil değiştirerek karşımızda durmaktadır. ABD’de zenginlerle fakirler arasındaki maddi fark giderek artmaktadır. Bu durum, göçmen kabul eden Avrupa devletleri için de geçerli olmaya başlamıştır. Diğer yandan, toplum içerisinde, giderek artan sosyal statü farkları oluşmaktadır. Bu durumun önemli bir göstergesi, yapılan bir zammın fazlalığına, vergilerin artmasına veya bir polisin sert tavrına karşı yapılan öfkeli protesto gösterileridir. Devletin kolluk güçlerinin müdahalesine rağmen kolay dindirilemeyen öfkeler, sadece zengin-fakir farkına bağlanamaz. Eğer, böyle olaylar doğru okunamazsa, Fukuyama’nın tarihin sonu olarak nitelediği sistemin alternatifinin oluşması ihtimali kuvvetlidir. İnsanların itirazcı yapısının, yeni bir alternatifin oluşma süresini azaltacağı aşikârdır. Ancak liberalizme itiraz ederek karşı gelmenin sonucu oluşacak alternatifin, aynı şekilde yanlış bir sistem olmasından korkulur.
Libaraller gibi, Marks’ın da aynı hataya düşmesinin sebebi, sınıfların oluşmasının ve aralarındaki çatışmaların sadece ekonomik sebeplerden kaynaklandığını düşünmeleridir. Liberaller, oluşturulan artık katma değeri, sermayeye bağlarken, Marks da, katma değeri oluşturanların işçiler olduğunu iddia etmiştir. Konuya sadece maddi açıdan baktıkları için, her iki fikir de başarılı olamamıştır. Komünizm, yenilgiyi kabul etmiştir. Liberalizm ise zaferini ilan etmiştir. Hâlbuki kendi içinde krizleri barındıran liberal ekonomi sistemi, insanları ekonomik buhranlara sürüklemektedir. Ekonomik buhranların oluşma süreleri de giderek kısalmaktadır.
Marks ile liberallerin, olaylara bakışlarındaki ortak hatalarının bir diğeri de, din hususundadır. Marks, sınıfların oluşmasının sebebinin ve sınıflar arasındaki çatışmaların önlenmesinin önündeki engelin, din olduğunu düşünmüştür. Dolayısıyla, din kavramına savaş açmıştır. Liberaller de, dinin yerini bilimin aldığını iddia etmişlerdir.
Hâlbuki dinin, insanlar ve toplumlar üzerindeki etkisi tek yönlü olmayıp, çok daha karmaşıktır. Bu konuyla ilgili olarak, “Marks, Teorisini Savunabilmek İçin Neleri Suçladı” başlıklı makalemizde örnekler vererek açıklamalarda bulunmuştuk.
Tarihin sonu fikriyle ilgili olarak, daha fazla örnekler ve düşünceler serdedebiliriz. Ancak, derinlemesine örnekler vermeyi okuyucularımıza bırakmanın daha mantıklı olacağını düşünüyoruz.
Sonuç olarak, bilhassa geçmişteki ve günümüzdeki uygulamalarıyla, liberal düşünce ve liberal siyasetin, tarihin sonu olduğunu söylersek hata yapmış oluruz. Çünkü olaylara sadece maddi gözlükle bakmak, bizi her zaman yanıltır.
Bizim arzumuz, tarihin sonunun, insanların kalplerine yerleşecek Yüce Yaradan sevgisinin oluşturacağı ortamın olmasıdır. Ancak, insanların itirazcı yapıları dikkate alındığında, gelecek hakkında fikir beyan etmemiz, sadece tahmin olarak kalır. İnsanlık, nefsine yenilerek, zulmün etkili olduğu bir dünyaya tekrar yönelebilir. Ama aşağıdaki ayetlere baktığımızda, arzumuzun mutlaka bir gün gerçekleşeceğine inanıyoruz.
Tevbe Suresi 9/32 ve Saff Suresi 61/8: “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”
Yüce Yaradan’ın vaatleri en şaşmaz ve en hak vaatlerdir. Ne kadar çok insan bu gerçekleşmede samimi davranışlar göstererek bir pay alacak şekilde gayret ederse, tek olan Tanrı’nın nurunu tamamlaması hızlanacaktır.
1500 yılından beri uygulanan kapitalizmin (liberalizmin) ve günümüzdeki demokrasi uygulamalarının, tek olan Tanrı’nın insanlara öğütledikleriyle uyuşmadığı açıktır. Geçmişin hatalarının yükünden kurtulabilmemiz, insanlar arasındaki kardeşlik duygularının ve sevgi bağlarının güçlenmesiyle doğru orantılıdır.
Fukuyama, yazdığı “tarihin sonu mu?” başlıklı makalesinden on yıl sonra, yeni bir makale ile düşüncelerini aktarır. İlk makalesinden sonra savunmaları aynı kalmıştır. Ancak gelecekle ilgili olarak yeni bir iddia ortaya atmıştır. Biyoteknolojideki gelişmeleri çok önemseyen yazar, biyoteknoloji alanındaki ilerlemenin, beşeri tarihi sonlandıracağını iddia etmiştir. Fukuyama yeni makalesindeki yorumu aynen şöyledir: “O aşamaya geldiğimizde de, beşeri tarih ile işimizi kesinkes bitirmiş olacağız. İşte o zaman yeni bir tarih başlayacak, insanî olanın ötesinde yeni bir tarih.”
İlk makalesindeki savunmalarının –bize göre yanlış bilgiye dayanmış bile olsa- bir temeli olduğu için, kendimize göre bazı fikirlerimizi sizlerle paylaştık. Ancak, Fukuyama’nın, tamamen hayal ürünü olan bu yeni iddiasına cevap verilmesi düşünülemez. Yazarın bu iddiasına cevap verebilmemiz için, onun söylediği ortamın oluşması gerekmektedir. Fukuyama’nın hayali; insanın kendisini tanrı olarak görüp yepyeni bir beşer yarattığı aşamadır.
Fukuyama, son iddiasıyla, bilim insanı gibi değil, bilimcilik yapan bir maceraperest gibi tavır almıştır. Bilim ile bilimcilik arasındaki farkları, bu sitede yayınladığımız “Bilim ve Bilimcilik” adlı makalemizde ayrıntılı bir şekilde ele almıştık. Yazımızın sonunda da şöyle demiştik: “Sonuç olarak bilimcilik, bilimi, halkın afyonu haline getirir. Tıpkı dincilerin, dini yaptıkları gibi olur.”
Henüz tek bir buğday tanesini yaratamamış olan beşerin, insanlardaki şuur, zihin, bilinçaltı, nefret, sevgi, kıskançlık, merhamet, adalet gibi derin duyguları değiştirebileceği veya yok edebileceği iddiasında bulunmasını okuyucularımın değerlendirmesine bırakıyorum. Ben kendi adıma, Fukuyama’nın son iddiasına cevap vermeyi, havanda su dövmek olarak görüyorum.