TARİHİN SONU VE İNSANLIĞIN SÜRESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER1
Hemen belirtelim ki, insanlığın süresini biz hiçbir zaman bilemeyiz. Kıyamet konusu, bütün evreni yaratan Yüce Yaradan’ın uhdesindedir. Hiçbir şeyi sebepsiz yaratmayan Tanrı, sadece Kendisinin bildiği sebepler doğrultusunda ne zaman uygun görürse, kıyameti o anda oluşturur. İnsanlığın sonu olan kıyameti, belki de, biz bu yazımızı yazarken oluşturur, belki de, uzun asırlar sonra gerçekleştirir.
Bizim bu makalede beyan edeceğimiz fikirler, tek olan Tanrı’nın bize verdiği aklımızı kullanarak ve yeryüzünün güzelliklerinin ve sosyal düzeninin korunmasından sorumlu insanlar olarak söyleyeceklerimizdir.
Vefatından bir süre önce Stephen Hawking, insanlığın en fazla 800 yıl ömrünün kaldığını söylemişti. Yeryüzündeki ve güneş sistemimizdeki fiziki varlıkları ve bunların hoyratça kullanılmalarını değerlendirerek bu fikre ulaştığını açıklayıcı bir şekilde belirtmişti. Hawking’den sonra bu hususta fikir beyan edenlerin bazıları, dünyanın daha az zamanının kaldığını, bir kısmı ise, daha uzun süren bir yaşam olacağını savundular.
Bu konuda fikir beyan edenlerin hepsi de, yeryüzünün fiziki varlıklarını, örneğin; su, yiyecek, madenler, enerji kaynakları gibi hususları incelemişlerdi. Bir taraftan da, dünyanın kaynaklarının çok sınırlı olmasına rağmen, hızla artan insan nüfusunun ihtiyaçlarını irdelemişlerdi. Ayrıca, insanların tahrip ettiği doğanın ve doğal yaşamın sonuçlarını dikkatle izlemişlerdi. Bütün bu etkenleri grafiklere dökünce, insanlığın sonunun uzun olmayacağına inananlar çoğunluktaydı. İnsanlığın ömrünün tahmin edilenden daha uzun olacağını düşünenler ise, bilimin yeni kaynaklar bulacağına inandıkları için, iyimser tablo çiziyorlardı.
Şimdi de, yazımızın başlığındaki “Tarihin Sonu” anlayışının nereden kaynaklandığını irdelemeye çalışalım. Bundan yaklaşık iki yüz yıl önce tarihin sonu ifadesi kullanılmıştı.
Friedrich Hegel, bu konuda fikir beyan edenlerin öncüsüdür. Konuya diyalektik açıdan yaklaşmıştır. Dolayısıyla, tarihi de bu bakış açısıyla incelemiştir. Tarihin akışını, düz bir çizgi gibi düşünerek, gelişmeleri aynı çizgi üzerinde yürüyen doğrusal bir sistem olarak değerlendirdikten sonra bu sonuca varmıştır.
Hegel, Fransız Devrimi sonrasında, Napolyon’un Prusya’yı yenmesini, Prusya’daki monarşiyi yenmesi olarak değerlendirerek, bu fikre ulaşmıştır. İnsanlığın o zamana kadar toplumsal açıdan ulaşabildiği sistem olan monarşinin, demokrasi ve eşitlik anlayışı tarafından yenildiğini varsayarak, tarihin eşitlik ve demokrasi yönünde ilerleyeceğini söylemişti.
Karl Marks, Hegel’in bu düşüncelerindeki maddi dünya ve ideal dünya kavramlarını, kendi anlayışına uydurarak pratik bir fikre dökmeye çalışmıştır. Marks, tarihsel gelişimin yönünün maddeci güçler tarafından bilinçli bir şekilde belirlendiğini düşünmüştür. Hegel’deki ideal dünyayı, yani din, kültür, sanat, felsefe gibi kavramları, maddi dünyanın yönlendirdiğini iddia ederek, tarihe tamamen maddeci bir açıdan bakmıştır. Hegel’in ideal dünya düşüncesinin yerine, moral değerleri maddecilerin yönlendirmesindeki çelişkiyi önlemek için de, komünist bir ütopya ortaya koymuştur.
Hâlbuki Marks ile liberal aydınlanmacıların, Doğulu halklara, Kızılderililere, Meksikalılara ve Güney Amerikanın bazı halklarına bakışları örtüşmektedir. Marks’a ve liberallere göre bu halklar, tam olarak insan bile değildir. Çünkü medeni değillerdir. Dolayısıyla, onları ezmek pahasına ve zorla da olsa, onları medenileştirmek gerekir. Bu hususla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Osmanlılar, İbni Haldun ve Marks’ın Tezlerinin Yanlışlığını Gösterdi” başlıklı makalemizde, Marks ve takipçilerinin sözlerinden bazı örnekler verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.
Marks’ın olaylara bakışının, aslında liberaller ile aynı açıdan olduğunu fark edemeyen bazı devletler, onun çözüm olarak sunduğu fikirlerini uygulamaya çalıştılar. Savaşlar döneminin acılı ortamında dünyada çok taraftar buldular. Bu şanslarına rağmen, sonuçta uygulamalar başarısız olmuştur. Marks’ın fikirlerini uyguladıklarını iddia eden iki büyük ülke olan SSCB ve Çin, 1980’lerde bu iddialarından vazgeçmişlerdi. En azından, uygulamalarını ciddi anlamda gevşeterek, liberal ekonomi ile barışmışlar ve karma bir sistem kurmaya başlamışlardı.
SSCB ve Çin ile birlikte diğer bazı küçük devletlerdeki bu gelişmeler, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu mu?” adlı eserini yazmasına sebep olmuştur. Fukuyama’ya göre, ekonomik ve siyasal liberalizm zaferini ilan etmiştir. Çünkü Batıdaki liberalizmin alternatifi olduklarını iddia eden sistemler olan komünizm ve faşizm tükenmiştir. Dolayısıyla, Batı düşüncesi zafer kazanmıştır. Ayrıca, müziğiyle, kot pantolon giyimiyle, hızlı yemek (fast food) anlayışıyla günlük yaşama yansıtılmış haliyle, dünyanın geniş bölgesine yayılan Batı kültürünü artık engellemek mümkün görünmemektedir.
Fukuyama’ya göre bu gelişmeler, ideolojilerin sonunu, bir diğer anlatımla, ideolojik evrimleşmenin sonunu getirmiştir. Böylece insanlığın bulduğu yönetim biçimlerinin son evresi olan Batılı liberal demokrasi, evrenselleşmiştir. Dolayısıyla bütün bunlar, Fukuyama’ya göre, tarihin sonuna şahitlik ettiğimizin işaretleridir.
Fukuyama’nın bu yaklaşımı, tarih felsefecisi olan Hegel ile örtüşmektedir. Diğer yandan bahsettiği bu zafer, genel anlamda, henüz düşüncelerde ve bilinçaltında gerçekleşmiştir. Bize göre, eğer bu zafer gerçek ve maddi dünyada gerçekleşirse işte o zaman insanlık için tehlike arzedecektir. Eğer böyle bir ortam gerçekleşirse, Fukuyama’nın tarihin sonu dediği olgu sayesinde, insanlık kendi sonunu hazırlamış olacaktır.
Tarihin sonunu savunan Fukuyama, temelde iki görüşe dayanmaktadır. Birincisi, beşeri tarihin, en ileri milletleri, liberal demokrasiye ve pazarlara götürecek bir gelişimci mantık içerisinde yer aldığını savunmuştur. İkinci olarak, tarihi süreci bilimin yönlendirdiğini var saymıştır.
Fukuyama’nın birinci iddiasına bakarsak, 1492 keşifleri sonrasında, Avrupalıların yok ettikleri Kızılderililer, İnkalar, Mayalar, Papular gibi halkların demokrasi, diğer bir anlatımla, istişare ve pazar kültürlerinin, onlara göre maddeten güçlü olan Avrupalılardan geri olduğuna inanmamız gerekiyor. Böyle bir şeye inanmamız için gerekli delillerin olduğunu düşünmek zor. Aslında konuya insanlık anlayışı açısından yaklaşıldığında, Avrupalıların, yok ettikleri kültürlere göre sınıfta kaldıklarını söylemek daha mantıklıdır. Fukuyama’nın ikinci savunması ise, gerçeğe biraz daha uygundur. Gerçekten de, bilim tarihin sürecini yönlendirmeye çalışmaktadır. Makalemizin ikinci bölümünde, bu hususla ilgili fikrimizi okuyucularımızla paylaşacağız.
Yazar, tarihin sonu fikrini savunurken, insanlığın başka bir alternatif sistem arayışına girmesi ihtimalini yok saymış ve başka bir sistem kurulamayacağını düşünmüştür. Hâlbuki insan, bilinmesi zor karmaşık bir varlıktır. Kur’an’ın tanımıyla, kerih bir suyun milyonda bir hücresinden meydana geldiğini unutup, itirazcı bir çene olmuştur.
Eğer insanlık, Batının maddeci ve kazanmak için her yolu mubah gören liberal anlayışına tamamen teslim olursa, gerçekten de kendi sonunu yaklaştıracaktır. Yapılacak hesaplara göre, Stephen Hawking’in söylediği sekiz asır bile çok uzun zaman olacaktır. İnsanlık, hiçbir nükleer savaşa gerek kalmadan, kendi sonunu getirmeye doğru hızla gitmektedir.
Nitekim günümüzde Hindistan ve Çin Hindi bölgesinde yaşayan halkların, ileriki yıllarda, ortalama bir Avrupalı standardında yaşaması halinde yeryüzünün kaynaklarının yetmeyeceği açıktır. Konuyu, hiç dikkatimizi çekmeyen gübre hususunu ele alarak irdeleyelim. Bu bölgelerdeki çiftçilerin, Hollanda çiftçisinin kullandığı oranda gübre kullandığını düşünelim. Bu devasa miktardaki gübreyi temin edecek kaynakları her yıl sağlamamız mümkün görünmemektedir.
Peki, tarihin sonu olarak nitelenen ve yeryüzünü ticari bir hapishaneye çevirerek, zenginlerle fakirlerin arasının süratle açılmasına vesile olan, aynı zamanda ahlâken çöküntüye sebep olan Batı liberal düzen anlayışının, insanlığın sonunu getirmesinin süresini uzatabilmek için neler yapılabilir?
Bu sitede yayınladığımız çok sayıdaki makalemizde, insanlığın geleceğiyle ilgili fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu sebeple, insanlığın kendi sonunu getirmesini geciktirecek tedbirlerle ilgili ayrıntılara girmeden, kısa açıklamalarla değineceğiz.
Liberal ekonominin, tüketimi körükleyen anlayışını dengeleyerek, zararlarını azaltacak olan en önemli husus, kanaatkârlıktır. İnsanlardaki kanaatkârlık arttıkça, yeryüzünün sahip olduğu varlıkların daha uzun yıllar dayanması mümkün olacaktır. Öncelikle, su ve yiyeceklerden başlayarak madenlerin kullanılmasındaki kanaatkâr anlayışın yaygınlaşması, insanlığın daha uzun süre bunlara ulaşabilmesine vesile olacaktır.
İnsanlığın kendi sonunu getirmesinin süresini uzatabilecek bir başka önemli husus, yeryüzünde aynı anda yaşayan insan sayısının azalmasıdır. Günümüzde dünyanın nüfusu 8 milyara yaklaştı. Hâlbuki 1800 yılında, sadece 1 milyar civarındaydı. Diğer yandan, 1800’lü yıllarda yaşayanların kullandıkları ortalama enerji miktarı ile günümüzün ortalaması karşılaştırıldığında, ne kadar büyük bir fark olduğunu görebiliriz. Bir taraftan nüfus 8 katı artmış, diğer yandan kullanılan enerji 8-10 kat artmış. İkisini çarpınca, günümüz insanının yeryüzünün bütün varlıklarını silip süpürmeye çalıştığını anlayabiliriz. Dolayısıyla, sadece enerji kullanımında kanaatkârlık etmemiz yeterli olmayacaktır. Nüfus artışı devam ettikçe, insanlık kendi sonunu hızlandırmış olacaktır.
Kanaatkârlık konusu Kur’an’da insanlardan istenilen ahlâki konuların önemlilerindendir. İsraf edeni sevmeyen Yüce Yaradan, infak edeni, yani sahip oldukları varlıklarını fakirlerle paylaşanları övmektedir. Diğer yandan Kur’an, çok çocuk sahibi olmakla, güç sahibiyim diye övünmenin iyi bir şey olmadığını vurgulamaktadır.