PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ?

PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ?

 

Eski Ahit (Tevrat), Yeni Ahit (İncil) ve Kur’an’da bahsedilen peygamberlerin birkaçı hariç, hepsi Ortadoğu bölgesinde yaşamış olanlardır. Bu durum bazı insanlarda tereddütlere sebep olmaktadır. Bazı insanlar, neden başka bölgelere görevlendirilen peygamberlerin isimlerinden bahsedilmediğini sorgularken, konuyu daha yüzeysel irdeleyenler, neden sadece bu bölgeye peygamber gönderildiği gibi sorular sormaktadır.

Bu soruların gerçek cevaplarını yalnızca Yüce Yaradan bilir. Bizim yapabileceğimiz, fikir yürütmektir. Önce, Ahitlerde ve Kur’an’da, neden sadece Ortadoğu bölgesindeki isimlerden bahsedilmiş olabileceği üzerine düşünelim.

Bilindiği gibi, son peygamber Hz. Muhammed de, Ortadoğu bölgesinde yaşamıştır. Peygamberin yaşadığı bölgede, farklı inanışlara sahip insanlar bir arada yaşıyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar, Hz. İbrahim’in getirdiklerine inanan Hanifler ve Allah ile birlikte başka tanrıların olduğuna inanan, yani Allah’a ortak koştukları için “müşrik” olarak nitelenen insanlar vardı. Hz. Muhammed’in doğduğu Mekke’de müşrik denilen insanlar çoğunlukta idiler. Bunlar, Peygamberin vahiy olarak söylediklerinin doğru olup olmadığını, Yahudilere ve Hıristiyanlara soruyor, onların cevaplarına göre karar veriyorlardı. Bazen de, kendi bölgelerinde kulaktan kulağa dolaşan menkıbelerle, Peygamberin anlattıklarını karşılaştırıyorlardı.

Bölgede böyle bir ortam mevcut iken, Kur’an’da neden başka bölgelerdeki peygamberlerden bahsedilmediğini irdelemeye çalışalım.

Meselâ, Kur’an’da, Çin’de yaşamış bir peygamberden bahsedilerek “Yan Zhengzai’yi de an” diye bir tabir olsaydı ne olurdu? Müşriklerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Haniflerin hiç duymadıkları ve hattâ söylerken dillerinin bile dönmediği bir isim geçince, Peygamber ile alay etmezler miydi?

Kur’an’da, Hindistan’da yaşamış “Siddarta’yı da an” denilseydi, aynı tepkiyi vermezler miydi? Veya Germen asıllı bir peygamberden bahsederek “Friedrich’i de an” denilse ne düşünülürdü? Ya da Afrika kökenli bir peygamberin ismini vererek “Kunta Kinte’yi de an” denilse, insanlar, Hz. Muhammed’i, sırf bu isimlerden dolayı, yalancı olarak suçlamazlar mıydı?

İnsanların verecekleri tepkileri biz tahmin ederken, hepimizi yaratan ve tek olan Tanrı’nın tahmin etmemesi düşünülebilir mi?

Dolayısıyla Kur’an’da bahsedilen isimlerin çoğu, bölge insanlarınca duyulmuş kişiler olmalıydı. Hem Tevrat’ta hem de İncil’de bu isimlerin bazılarının geçmiş olması gerekirdi. Hattâ, Allah’a ortak koşan müşriklerin bile duyduğu isimlerden olması önemliydi.

Sadece isimlerin değil, anlatılan olayların da bölge halkı tarafından duyulmuş veya önceki kutsal kitaplarda bahsedilen hadiseler olması gerekmez miydi? Bölgedeki Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal kitaplarında anlatılan olaylarla hiç ilgisi olmayan olaylardan bahsedilseydi, ne düşünülürdü? Kur’an’da, İsrailoğullarının Hz. Musa ile birlikte Mısır’dan çıkışları yerine, Siddarta’nın Hindistan’da yaşadıkları anlatılsaydı, Hz. Muhammed’i dinleyenlerden hangi biri bir şey anlardı. Peygamberin getirdiği vahiylere inanan mümin insanlar bile tereddüte düşmez miydi?

Kur’an’da bahsedilen peygamber isimleri ve hadiselerin bölge halkı tarafından biliniyor olması ile vahiylerin bölge halkının dilinde ve hattâ lehçesinde indirilmesi, aynı gayeye yöneliktir. Nitekim Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’ın İbranice değil de Türkçe olmasının yaratacağı şaşkınlık ve duygular ne ise, bahsedilen isimler ve olaylarda da, bölge dışından örneklerin verilmesinin sonuçları aynıdır.

Yukarıda aktardığımız anlayışlar, sadece Ortadoğu bölgesinde yaşayan hakla sınırlı değildir. Bütün insanlık için geçerlidir. Böyle olup olmadığına karar verebilmemiz için, konuyu farklı bir açıdan ele alalım.

Diyelim ki, son peygamber olarak Ortadoğu bölgesinde değil, Çin’de yaşayan bir kişi görevlendirildi. Çin’de yaşayan bu peygambere gönderilen kitapta, bölge halkına eski peygamberlerden bahsederken, Çinliler tarafından hiç duyulmamış isimleri sıralasaydı ne olurdu? İbrahim, Salih, Süleyman gibi peygamberlerden örnekler verilseydi, Çin halkının tepkisi, Araplardan farklı mı olurdu? Bu ve benzeri isimleri ve Mısır’dan çıkış gibi olayları dinleyen Çinliler, bunları söyleyen kişinin sahte peygamber olduğunu ve hepsini kendisinin uydurduğunu söylemezler miydi?

Yazımızın başlangıcında ifade ettiğimiz gibi, bazı insanların sordukları bir başka soru, son dönemlerdeki peygamberlerin neden hep Ortadoğu bölgesinden olduklarıdır. Neden Çin’de, Hindistan’da, Orta Asya’da veya Avrupa’da yaşamadıkları sorgulanmaktadır. Bu sorgulamaya da gerçek cevabı verecek olan sadece Yüce Yaradan’dır. Biz burada yine, tek olan Tanrı’nın bize verdiği aklı ile fikir yürütmeye çalışacağız.

Kur’an, her kavme peygamber gönderildiğini belirtir. Bu anlatımı temel alan Müslüman âlimler, 124.000 veya 128.000 civarında peygamber geldiğini düşünürler. Sayı konusunda bizler net bir şey söyleyemeyiz. Gerçek sayıyı, peygamberleri seçen Yüce Yaradan bilir. Biz ancak, Kur’an’a dayanarak bir fikir yürütebiliriz. Bilindiği gibi, Enam Suresi 12inci ayetinde Yüce Yaradan, insanlara rahmetini Kendi üzerine yazdığından bahsetmektedir. İnsanlara karşı en merhametli ve en bağışlayıcı olan Allah’ın, insanlar zalimliğe doğru meylettikçe, onları toparlamak için peygamberler görevlendirmesi, gerçekçi ve beklenen bir durumdur. Dolayısıyla sayı hususunda söyleyebileceğimiz şey, insanlık tarihi boyunca her dönemde, yeterli sayıda peygamberin görevlendirildiği olacaktır. Bazen peygamberlerin birbirini takiben gönderildikleri de dikkate alınırsa, bahsedilen sayı abartılı değildir.

Her kavme peygamber gönderilmiş iken, son kutsal kitaplarda, sadece Ortadoğu bölgesindekilerden bahsedilmesinin sebepleri üzerine fikir yürütebilmemiz için, Dünya Tarihine bakmak gerekir. Bilinen tarih içerisinde en çok kargaşanın olduğu bölgenin Ortadoğu olduğu fikrinde genel ittifak vardır. Bu bölge, en netameli coğrafya bölgesidir. Bu bölge, Yüce Yaradan’ın görevlendirdiği ve kendi içlerinden çıkan peygamberlerin bir kısmını öldürmüş insanların yaşadığı bölgedir. Bu bölge, tek olan Tanrı’nın gönderdiği peygamberlerin bazısını kabul ettikleri halde, kendilerinin kabul etmediği diğer peygamberlere inanan insanlarla sürekli savaştığı bölgedir. Bu bölge, aynı peygamberin ümmetinden olduklarını söyleyenlerin, birbirlerini acımasızca öldürdükleri bölgedir. (Yahudilerde de, Hıristiyanlarda da, Müslümanlarda da aynı acımasızlık varittir.) Bu bölge, sürekli peygamberler göndermesine rağmen, Yüce Yaradan’ı değil, parayı kutsayan bir bölgedir. Bu bölge, farklı dinlere ve inançlara sahip olduklarını söyleyenlerin ve tanrıtanımazların aynı terör örgütü içerisinde birlikte mücadele ettikleri bölgedir. Sonuçta bu bölge, kargaşanın en çok görüldüğü bölgedir. Günümüzde de, kitle iletişim ve ulaşım araçlarının hızlı gelişimi sonrasında bu bölge, kötü niyetli insanların para için terör amacıyla toplandığı yer haline gelmiştir. Dolayısıyla bütün dünyadaki kötü niyetli insanların rahatça kullanabilecekleri uygun bir ortam oluşmuştur.

Belki de Yüce Yaradan, bizlerin dikkatini bu hususa çekmek istemiş olabilir. Bilhassa günümüz açısından bakılınca, bu bölgedeki kargaşanın önlenerek huzurun sağlanması halinde, dünyanın geri kalan bölgelerindeki kargaşanın çok daha kolay düzeltilebileceğini anlatmak istemiş olabilir. Ayrıca, Kur’an’daki “helâk edilen kavimler” örnekleriyle, huzurun sağlanabilmesi için, gerektiğinde bazı lâf anlamayan gurupların helâk edilmesinden çekinilmemesi gerektiğini bize göstermiş olabilir.

Yani insanlığın toparlanabilmesinin yolunun, Ortadoğu bölgesinin düzeltilmesinden geçeceğini bizlere göstermek istemiş olabilir. Son peygamber Hz. Muhammed’in ümmetinden olan Abbasilerin ve Osmanlının tam hâkimiyetlerinin olduğu dönemlerde, hem bölgedeki hem de çevresindeki kargaşanın çok azalmış olması, Yüce Yaradan’ın bize böyle yol gösterdiği şeklinde düşünmemize vesile olmuştur.

Kur’an’a bakıldığında, Yüce Yaradan’ın, Ortadoğu bölgesindeki insanların huzurunu sağlayabilmek, kargaşayı önleyebilmek için iki yöntemi bir arada uyguladığını görmekteyiz. Önce, insanları düşünmeye ve akıl erdirmeye yöneltmek için çeşitli bilgiler vermiş. Ahiret hayatının varlığını haber vererek, zalimlerin ahiret hayatında cezalandırılacaklarını belirtmiş. İnsanlara kendilerini düzeltmeleri için çok çeşitli fırsatlar vermiş. Tövbe edenleri affetmiştir. Ancak, lâftan anlamayıp “ille de odunumun parası” diyenleri de helâk etmiştir. Diğer bir anlatımla, bir taraftan insanların kalbini kazanırken, diğer yandan sopasını her zaman hazır tutmuştur.

Abbasilerin ve Osmanlının tam hâkim oldukları dönemlerdeki uygulamalarına bakılınca, Kur’an’daki yöntemi takip ettikleri anlaşılmaktadır. Önce sevgiyle yaklaşılmıştır. Bir taraftan insanlara hizmet götürülürken, diğer yandan huzuru bozanlar uyarılmışlardır. Bu arada tövbe edenler affedilmiştir. Ama tövbe ettikten sonra da kötülüklerini sürdüren gurupları helâk etmekten çekinilmemiştir.

Bu yazı KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.