İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 2

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME KONUSU ÜZERİNE 2

 

Varlıklar arası geçiş evrimini savunan âlimlerin dayandığı ayetlerden bazıları şunlardır:

Mürselat Suresi 77/20: “Biz sizi adi bir sudan yaratmadık mı?” Benzer ifadeler Furkan 25/54, Secde 32/8, Fatır 35/11, Yasin 36/77, Mümin 40/67, Kehf 18/37 gibi ayetlerde de vardır.

Enbiya Suresi 21/30: “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”

Nur Suresi 24/45: “Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki yağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür… Allah dilediğini yapar; çünkü Allah her şeye kâdirdir.”

Yukarıdaki ayetlere göre bütün canlılar, yani bitkiler, hayvanlar ve insanlar sudan yaratılmıştır. Bazı âlimlerin evrimleşme için temel referans aldıkları çekirdek varlık “su” olsa bile, suyun, evrimleşmenin çekirdeği olarak kabul edilmesi için çok daha fazla açıklayıcı bilgiye ihtiyaç vardır. Ayrıca Kur’an’da, cansızların hangi maddeden yaratıldığı hakkında bilgi verilmemiş. Meleklerin ise ateşten (nurdan) yaratıldığı bilgisi verilmiştir. Dolayısıyla Mevlana’nın şiirindeki, cansızlardan meleğe doğru evrimin açıklaması için, canlıların sudan yaratılmış olmaları savunması yetersiz kalmaktadır.

Bu konudaki bir önceki makalemizde belirttiğimiz üzere, insanlarda, hem beden hem de ruh vardır. Dolayısıyla, çekirdek varlık olarak ileri sürülen biyolojik kavram, bütün canlılarda ortak olsa bile, ruh konusunda evrimden bahsedilmesi için, bilimsel olarak bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz ruh konusunda, ancak Kur’an ne diyor diye bakarak fikir yürütmemiz gerekmektedir.

Secde Suresi 32/9: Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine Kendi ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!

Sad Suresi 38/71: Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım.”

72: “Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın.” Hicr Suresi 15/29uncu ayette de benzer ifade vardır.

Demek ki, meleklerin yapıları insanlardan farklıdır. .Yüce Yaradan, insanlardan başka bir varlığa Kendi ruhundan üflememiştir. Bu durumda, insandan meleğe dönüşme ihtimalimiz de, sadece, Tanrı’mızın “ol” demesine bağlıdır. Başka şekilde mümkün değildir.

Nitekim Nahl Suresi 16/61: Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı…” ayetine göre,  “değil melek, melek gibi insan, yani günahsız insan” olabilmek bile mümkün değil.

Ruh konusundaki bir başka ayet şöyle:

Enam Suresi 6/93: Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde: “bana vahyedildi” diyen ve: “Allah’ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim” diye iddiada bulunandan daha zalim kim olabilir? O zalimlerin halini ölüm şiddeti içindeyken bir görsen! Melekler onlara ellerini uzatırlar ve: “Ruhunuzu teslim edin. Bugün, Allah’a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derler.

Ayete göre, Tanrı, bize üflediği ruhu, ölüm anında geri almakta ve her insan kendi ruhunu teslim etmektedir. Dolayısıyla, Tanrı’mızın üflediği her insanın ruhunun, evrimleştiğini söylemek mümkün değildir. Yüce Yaradan’ın, insanlardan başka bir varlığa Kendi ruhundan üflememiş olması, insanlara verdiği ruhu da ölüm anında geri alması, ruhta evrimleşmenin olmayacağının delillerindendir.

Belki de âlimleri, evrim yönünde düşünmelerine sebep olan olaylar, Hz. Âdem’in iki çocuğunun arasında görülen kavgalardır. Hz. Âdem’in iki oğlu arasındaki, ruhun farklı kullanılarak birinin diğerini öldürmesi gibi olaylar, günümüzde de geçerlidir. Aslında, sahip olduğumuz ruhların kullanımındaki bu farklılık, Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” sözüyle bağlantılıdır. Yani, Tanrı’nın verdiği özgürlüğün hangi yönde kullanıldığıyla ilgilidir.

Yüce Yaradan’ın kullarına Kendi ruhundan üflemesini, İsmail Hakkı Bursevi şöyle yorumlar: (Biz de bu yoruma katılıyoruz.)

“Allah, insanı, Kendi zatının sıfatlarının suretinde; hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Evrimleşmeyi veya başkalaşmayı savunan Amr El Cahız gibi bazı İslâm bilginleri, muhtemelen aşağıdaki ayetleri delil olarak almışlardır.

Bakara Suresi 2/65: İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara “sefil maymunlar olun!” dedik.

Araf Suresi 7/166: Yasaklandıkları şeylerden vazgeçmeye yanaşmayınca da onlara “sefil maymunlar olun” dedik.

Ayetlerde, İsrailoğullarının “kadir bilmez” davranışlarına üzülen Tanrı’nın, onlar için, “sefil maymunlar olun” dediği anlatılıyor. Ama burada aktarılmak istenilen, onların hakikatte maymun olmaları değildir. Mecazi anlamdadır. Eğer biyolojik anlamda maymunlar olunması istenseydi, İsrailoğullarının büyük çoğunluğunun maymun haline dönüştürülmesi beklenirdi.

Çünkü İsra Suresi 17/108: “Ve derler ki: Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz ki Rabbimizin vaadi gerçekleşir.” ayeti var. Diğer yandan, insanları gerçek maymunlar haline getirmek isteseydi, onların maymun haline getirilmeleri için, Yüce Yaradan’ın, sadece “ol” demesi yeterliydi. Sadece bu emrin sonunda, hepsi gerçek maymun haline dönüşürdü.

Yukarıda verdiğimiz Bakara Suresinin 65inci ayetinin devamı olan 66ıncı ayette: “Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.”

Bu ayete göre, sonraki gelen nesillere ibret olarak böyle bir ifade bahsedilmesine rağmen, hakikatte maymun yapılmadıklarına bakılınca, verilmek istenilen öğüdün, mecazi anlamında olduğu açıktır.

Bu hususta bir başka ayet şöyle:

Maide Suresi 5/60: De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kulluk eden kimseler yapmışsa, işte bunların makamı daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır”

Yukarıdaki ayette de, gazaba uğrattıkları için, “maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar” olarak bahsedilmesi de, bize göre, mecazidir. Yoksa maymun, domuz ve şeytana kulluk eden kimseler yapıldıkları anlamında değildir. Bilindiği gibi, şeytana kulluk etmenin diğer anlamı, kişinin, nefsinin egemenliğine girmesidir. Yani, “şeytana kulluk eden kimse yapılması” ifadesi, “nefsine kulluk eden” anlamındadır ve mecazidir. Tıpkı “maymunlar ve domuzlar yapılması” sözünün mecazi olduğu gibidir.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın, Kendisinin yarattığı hayvanları, maymunları ve domuzları bu şekilde kötülemesi düşünülebilir mi? Kendi yarattığı insanı bile eleştirirken, “insan çok zalim ve çok cahil” gibi açıklayıcı bir şekilde ve verdiği özgürlüğü yanlış kullandıkları için, beğenmediği özelliklerini bahseder (Ahzab Suresi 33/72). Tek olan Tanrı, bu eleştirisine rağmen, insanı, Kendisinin yeryüzündeki halefi yapmıştır.

Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen bu hayvanların davranışlarından, insan onuruna yakışmayan bazılarının benzerinin, lanetlenen insanlarca yapılmış olmasının yanlışlığının vurgulandığı kanaatindeyim. Nitekim aşağıdaki ayette, bu anlamda bir öğüt vardır.

Lokman Suresi 31/19: “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.”

En çirkin sese sahip olmalarına rağmen, Tanrı’nın, yarattığı eşeklere verdiği diğer özelliklerine bir bakalım. Eşeklerin çok güzel göze sahip olduklarını, hiç itiraz etmeden yükleri taşıdıklarını, cefakârlıklarını, dağların arasından en az meyilli ve uygun yolu bulduklarını, sütünün faydalarını biliyoruz. Belki, onları yaratan Tanrı, bizim henüz bilmediğimiz daha başka özellikler de vermiştir. Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın, hayvanlarla ilgili olarak bize vermek istediği örneklik, hayvanların davranışlarındaki, insan onuruna yakışmayanlarını yapmamamız içindir. Birçok yönden insanlara güzel örnek olan eşek, anırmasıyla kötü bir örnektir. Bu nedenle, ayetlerde bahsedilen maymunlar ve domuzlar hususunu da, bu açıdan irdelemek gerekir.

Yukarıda yaptığımız irdelemelerin sonunda ulaştığımız sonuç, cansızlardan bitkiye, bitkilerden hayvana, hayvanlardan insana, insanlardan meleğe evrim, velev ki, Tanrı’nın müdahalesiyle olduğu düşünülse bile, Kur’an’ın anlatımlarından çıkmamaktadır. Melekten madenlere doğru bir cezalandırma da görülmemektedir.

 Zaten böyle durumlar, sadece ve sadece, Yüce Yaradan’ın irade buyurması ve “ol” demesiyle olabilir. İlâhi dokunuş dışında, türler arasında geçiş olamaz. Her tür, tek olan Tanrı tarafından ve bağımsız yaratılmıştır. Türlerin başlangıç yaratılmaları ve sonrasında üreyerek yaratılışın sürmesi, tamamen Yüce Yaradan’ın verdiği bir iç kuvvet ve bu kuvvete Tanrı’nın müdahalesiyle olmuştur.

Her konuda olduğu gibi, bu hususta da gerçeği, sadece ve sadece, her şeyi bir sebeple yaratan Yüce Yaradan bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 2 için yorumlar kapalı

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 1

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME KONUSU ÜZERİNE 1

 

Mevlana Celaleddini Rumi’den Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar birçok İslâm bilgini, varlık hiyerarşisine dayalı ve madde ile başlayıp manen devam eden bir evrimi savunmuşlardır. Bu fikri ilk ortaya atan Fars asıllı İbn Miskeveyh’tir (932?-1030). Ancak Mevlana, bu hiyerarşiyi, yani, insanın ruhsal, biyolojik ve maddi evrime tabi olduğu fikrini ahirete kadar uzatmıştır.

Amr el Cahız, Bakara Suresi 2/65inci ayete dayandırarak, İslâm’da biyolojik evrimi savunmuştur. (Bu ayet, makalenin ikinci bölümünde ele alınacaktır.) Cahız, bu ayete dayanarak, yapay canlı yapılabileceğini de savunmuştur. İbni Haldun, biyolojik evrim fikrine sosyolojik evrimi ekleyerek geliştirmiştir. İslâm’da anlık sıçrama (tafra veya mutasyon) yoluyla evrimi savunmuşlardır.

Bu fikre göre, bazı varlıklar diğerine dönüşür. Bu dönüşümler, bitip tükenmeden devam eder. Her bir varlık ait olduğu basamaktan bir üste yükselme ve dönüşme yeteneğine sahiptir. Bu yeteneğe sahip olan varlıklar, bazen de dönüşür. Madenlerden bitkilere, oradan da hayvanlara muazzam bir yükseliş söz konusudur. Yani hurma ve üzüm, sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir (geçebilir).

Evrimi savunan bu âlimler, bu başkalaşım şeklindeki evrimin kendiliğinden olduğunu iddia etmezler. Bunları, Allah’ın oluşturduğunu düşünürler. Bu sebeple, biz bu iki makalemizde de konuyu, Kur’an ayetleri yönünden inceleyeceğiz. Tanrı’nın bize verdiği aklı kullanarak, iddialarının mantığını irdeleyeceğiz.

Mevlana bir şiirinde şöyle der:

Bir madendim, öldüm ve bitki oldum

Bitkiydim, öldüm ve hayvan oldum

Hayvandım, öldüm ve insan oldum

Öyleyse ölümden korkmak niye?

(Şiirin devamı şöyle: Hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü? Bir gün insan olarak ölüp, nurdan bir mahlûk, rüyaların meleği olacağım. Fakat yolum devam edecek. Allah’tan başka her şey kaybolacak. Hiç kimsenin görüp duymadığı bir şey olacağım. Yıldızların üstünde bir yıldız olup, doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.)

Şiir böyle olunca, çıkarılan anlamlar da çok farklı olmuştur. Kimisi, reenkarnasyon olarak anlamıştır. Kimisi, fizyolojik bir evrim olmayıp, ruhsal gelişme ve kâmil olma şeklinde yorumlamıştır. Ama şiirle ilgili olarak Mevlana’nın aslında neyi kastettiği bilinmemektedir. Bu hususta, sadece fikir yürütmeler vardır.

Gerçekten de şiir, farklı anlamlar çıkarmaya çok müsait dizeler içermektedir. (Şiirin, parantez içerisindeki koyu renklendirilmiş sözlerini tekrar okuyup anlamaya çalışırsak, zorluğu kendimiz de görürüz. Ben anlayamadım.)

Eğer Mevlana bu şiiriyle, yalnızca ruhsal gelişimi ve kâmil insan olmayı, yani tekâmülü anlatmak istemiş olsaydı, böyle bir şiire ihtiyaç duymazdı diye düşünüyorum. Yine kendisine ait olan “hamdım, piştim, yandım” sözü yeterli olurdu.

Diğer taraftan, şiirdeki, “hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü” sözü, Kur’an’da anlatılanlarla çelişmektedir. Şöyle ki;

Araf Suresi 7/179: Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğu cehennemliktir. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.

Anlaşılan o ki Mevlana, şiirindeki “hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü” sözüyle, muhtemelen kendisini anlatmış. Kur’an’da bahsedilen ve hayvanlardan daha aşağı olan diğer bazı insanların davranışlarını dikkate almamış.  Eğer amaç, sadece kendi ruhsal gelişimini anlatmak olsaydı, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, “hamdım, piştim, yandım” demesi yeterliydi. Ama böyle söylemeyip, şiirdeki yaşam macerasına madenlerden başlayınca, sadece kendi hayatını değil, insanlığın geçmişini de anlatmak istediği kanaati oluşuyor. Bu sebeple biz de, âlimlerin anlattığı bu konuyu, insanlığın serüveni açısından ele alacağız.

Bu sitede yayınladığımız, “İnsan, Hem Bu Dünyaya, hem Ahirete Aittir” başlıklı yazımızda ifade ettiğimiz düşüncelerimin bir kısmını, bu makale konusuyla bağlantılı olduğunu düşündüğümden tekrar veriyorum:

“Akıl, bu dünyaya aittir, ruh ise ahirete aittir. Diğer bir deyişle, akıl bu dünyadan, ruh semadandır.

Akıl ile geliştirdiğimiz bilim bu dünyadan, sahip olduğumuz özgürlük semadandır.

Akıl ile oluşturduğumuz düşünce bu dünyadan, idrak ve irade semadandır.

Yani, Biyolojik yaşam bu dünyadan, insani duygular semadandır.”

Bu durumda madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana, insandan meleğe geçişteki; ruh, özgürlük ve duygular gibi manevi boyutlar nasıl evrimleşmektedir? İslâm âlimleri bu evrimin kendiliğinden olmayacağını bilirler. Muhtemelen düşündükleri şey, Yüce Yaradan’ın, yeni halimize göre (bitki, hayvan, insan veya melek olma hali) yeni akıl, yeni ruh ve yeni duygular verdiği şeklinde olabilir.

İslâm bilginlerinin madenden-meleğe doğru giden evrim düşüncelerini, konuyu irdelemeden reddedemeyiz. Çünkü biz biliyoruz ki, Allah’ın gücü her şeye yeter. Ancak, burada sorulacak soruların bazıları şunlardır:

Her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, bir varlığı, neden, madenden bitkiye geçirsin ve ona yeni bir ruh versin? Aynı şeyleri neden bitkiden; hayvana, insana ve meleğe geçerken yapsın?

Madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları imtihan edip, başarılı olanları mı bir üst varlığa dönüştürüyor? Eğer böyleyse, Yüce Yaradan’ın, sonucu böyle olacak bir imtihan hususunda madenlere, bitkilere, hayvanlara ve insanlara haber verdiği bir kutsal kitabı var mı? Eğer hiçbir varlığın (maden, bitki, hayvan, insan), bu imtihandan haberi yoksa onların suçu ne? Böyle bir uygulama Allah’ın zerrece şaşmayan adaletiyle çelişmez mi? Bu durum Hinduculuktaki, hattâ Budizm’deki, başka bir varlıkta yeniden doğma fikrine benzemiyor mu?

Eğer Yüce Yaradan, yarattığı varlıkların ölümünden sonra böyle bir uygulama yaparak, onları bir başka tür olarak geri gönderecekse, cennet ve cehennem diye bir sistemi yaratmasının anlamı nasıl olur? Kötülük yapanlar cehennem ile cezalandırılmayacak, iyilik yapanlar cennet ile mükâfatlandırılmayacak ise, vaadi en gerçek vaat olan bir Yüce Yaradan’dan bahsedilebilir mi?

Her şeye gücü yeten bir Tanrı, her türü, doğrudan bağımsız olarak yaratmak yerine neden böyle bir yöntem izlesin?

Eğer, eski dönemlerdeki âlimler, Allah’ın, canlıları yaratma kurgusunu, her bir canlının kendisine verilmiş bir görevi olduğunu, yeryüzündeki halifeliğini dağlara, taşlara teklif ettiğini, ama onların kabul etmeyip insanın kabul ettiğini daha iyi kavrayabilmiş olsalardı, yukarıdaki sorulara gerek kalmazdı ve varlıklar arası geçişten bahsetmezlerdi.

İslâm âlimlerinin hataya düşmelerinin, muhtemel bir başka sebebi daha var.  Bu durum, Hz. Âdem’in ilk insan olduğunu düşünmeleri sebebiyle yaptıkları yanlışla benzeşmektedir.

Hâlbuki Yüce Yaradan’ın, bir tek Hz. Âdem’i yaratıp, ondan eşini ve ikisinden de çocuklarını yaratarak, çocuklarının kardeşler arası aile içi ilişkilerle çoğalmalarını sağladığı düşünülebilir mi? Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın bir batında doğan ikizleri, bir sonraki batında doğan ikizlerle evlendiklerinde, kardeşleriyle evlenmiş olmuyorlar mı? (Bu konuyla ilgili olarak, Kur’an ayetlerine dayanarak yaptığımız geniş açıklamaları, bu sitede yayınladığımız “Hz. Âdem Konusu Üzerine” başlıklı seri makalelerimizde yaptığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.)

Bu sebeple, aynı anda çok sayıda âdemler ve onlardan da eşlerini yaratarak ve aile içi ilişkileri yasaklayarak, her türü kendi içinde bağımsız ve ilk yaratışta çok sayıda yarattığı hususu, Tanrı’mızın yüceliğine çok daha fazla yakışır. Yani, sadece insanları değil, cansız varlıkları, bitkileri ve hayvanları da birbirinden bağımsız şekilde ayrı ayrı ve aynı çeşitten çok sayıda yaratması, çoğaltması hususu da, Yüce Yaradan’ın yüceliğine çok daha fazla yakışır.

Bütün kâinatı oluşturan, sadece yeryüzünde binlerce çeşit kara bitkileri ve hayvanlarını, on binlerce çeşit deniz bitki ve hayvanlarını yaratmaya gücü yeten bir Tanrı’nın, insan olarak sadece Hz. Âdem’i yaratması, başka ademler yaratmaya gücünün yetmemesi düşünülebilir mi?

Şimdi, Amr El Cahız benzeri İslâm âlimlerinin söylediklerini Kur’an ayetlerine bakarak değerlendirmeye devam edelim.

Evrimi savunanlar; çevre, iklim, hayat tarzı ve benzer şeyleri evrime etken olan sebepler arasında sayarlar. Onlara göre, evrime tabi varlıkların hepsi, Allah’ın iradesiyle yarattığı çekirdek varlıklardır. Her tür, kendi içinde taşıdığı potansiyel kuvvet sayesinde evrimleşir. Bu potansiyeli yerleştiren ise, Allah’tır. Bu fikri savunanlar aşağıdaki ayete dayanmaktadırlar.

Araf Suresi 7/189: Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah’tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi. Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah’a şöyle dua ettiler: “Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.”

Evrimi savunanlar, bu ayetten, “Allah yaratılışı başlatmış, yarattıklarının içine potansiyelleri koymuş, dolayısıyla insanın (canlının) içerisinde henüz açığa çıkmamış bir potansiyel kuvvet olduğu” anlamı çıkardılar.

Bize göre, her türün kendi içerisinde taşıdığı bir potansiyel kuvvet vardır fikri, gerçeği yansıtmaktadır. Bu kuvveti veren de, Yüce Yaradan’dır. Ancak canlının, kendinden eşini yaratması, sadece Tanrı’mızın yapabileceği bir iç kuvvettir. Ayette, “sizi bir tek nefisten yarattı” denilirken, eşlerin, birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları olduğu vurgulanmaktadır. Ayetin devamında, eşinin yük yüklenmesi konusundan bahsedilmesi, yaratılışın yine, tek olan Tanrı tarafından devam ettirildiğini gösterir. Biz çok istesek, ama Yüce Yaradan istemese, hiçbirimiz çocuk sahibi olamayız.

İnsan Suresi 76/30: “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Yani Yüce Yaradan’ın bize verdiği potansiyel kuvveti kullanmamız da, Tanrı’mızın iznine bağlıdır. Tanrı dilemezse, değil evrim, üreme bile gerçekleşmez.

Yukarıda verdiğimiz Araf Suresi 189uncu ayette geçen “nefis” kelimesi, fert anlamındadır. Tasavvuftaki nefisin anlamı, insan bedeninden ayrı bir manevi şahsiyetçilik şeklindedir. Biz de, bu sitede yayınladığımız yazılarımızda bahsettiğimiz “nefsine uyma” sözünün anlamını, ferdin kendini düşünmesi olarak bahsettik.

Dolayısıyla, ayetten de anlaşıldığı üzere, Tanrı’nın yerleştirdiği bu iç kuvvet, başkalaşım için değildir. Bu kuvvetin bir hâl’den diğerine geçmek için olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu güç, türlerin soylarını sürdürebilmeleri için yumurtlama veya doğrudan doğum kuvvetidir. Ayrıca, türlerin, kendilerinin tamir ve bakımlarını yapabilmeleri içindir. Diğer yandan, türlerin kendi içlerinde taşıdığı kuvvet, karşılaştıkları farklı ve zor ortamlarda yaşamlarını ve soylarını sürdürebilmelerine yardım etmeye yarar.

Günümüzün biliminin ışığında anlıyoruz ki, Yüce Yaradan, bir canlı çeşidini yaratmayı planlarken, önce ona bir yaratılış amacı veriyor. Sonra, canlının yaratılış amacına uygun donanım ve yazılımı içine yerleştiriyor. Nitekim Yüce Yaradan, bize verdiği bu yazılım ve donanıma istinaden, Araf Suresi 172inci ayetle, insanı kendi nefsine karşı şahit tutmaktadır. Bu konudaki geniş açıklamaları, bu sitede yayınladığımız, “Allah, İnsanı Kendi Nefsine Karşı Neden Şahit Tutuyor” başlıklı makalemizde ele aldığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.

Dolayısıyla, bilimin ve Kur’an’ın ışığında baktığımızda, evrendeki bütün türlerin, tek olan Tanrı tarafından, birbirinden bağımsız olarak yaratıldığı anlaşılıyor. Her yaratılma ilâhi bir müdahale sonucu oluşmuştur. Dolayısıyla, türler arasında geçiş olabilmesi için, Yüce Yaradan’ın müdahalesi ve “ol” demesi gerekmektedir. Birbirinden bağımsız olan türler, kendiliğinden zaman içerisinde başkalaşacak şekilde evrimleşemezler. Sadece hayatta kalarak soylarını sürdürebilecek ufak değişiklikler yapabilirler. Onu da, Yüce Yaradan’ın içlerine yerleştirdiği kuvvet sayesinde ve Tanrı’nın bu kuvveti kullanmalarına izin vermesi ile başarabilirler. Yani kendiliğinden bir kuvvet söz konusu değildir.

Mevlana ve diğer âlimler, madenden meleğe doğru geçişlerin, kendiliğinden değil, Yüce Yaradan’ın müdahalesiyle gerçekleştiği inancındadırlar. Makalemizin ikinci bölümünde Kur’an ayetlerinden bazı aktarımlar yaptık. Bu ayetlerde, insanın topraktan ve her canlının sudan yaratılmış olduğu ve tesviye edilip düzeltildiği anlatılıyor. Âlimler de bu gelişmeleri madenden-meleğe doğru cereyan eden bir serüven içerisinde düşünmüş olabilirler. Ancak bu hususta Kur’an’da açık bir bilgi verilmemiştir. Makalemizin ikinci bölümünde, Kur’an’da yaratılışla ilgili olan ayetler ele alınarak değerlendirilmeye devam edilecektir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 1 için yorumlar kapalı

İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA

İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA

 

Günümüzdeki bazı İslâmcı yazarlar tarafından, “Arabi’nin kurduğu sistem o kadar etkili oldu ki, sadece zamanının tasavvuf anlayışını değil, günümüze kadar hemen bütün İslâm Dünyasındaki tasavvuf düşüncelerini etkiledi” şeklinde bir savunma yapılmaktadır. Bu sebeple, bu yazımızda iddianın gerçeklik derecesini irdelemeye çalışacağız.

Anadolu’ya gelen Türklerde, 13üncü yüz yılda kurulan tarikatlar aracılığıyla tasavvuf anlayışı oluşmaya başladı. Bu dönemde, bilhassa Moğol istilalarından kaçarak Anadolu’ya gelen çok sayıda mutasavvıf vardır.

Kübreviye tarikatının kurucusu Necmeddin Kübra’nın 1221 yılında ölümünden sonra onun öğrencileri Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya geldiler. Sadeddin-i Hamevi gibi ünlü öğrencileriyle birlikte gelen Necmeddin Kübra’nın müritleri, Anadolu’da bu tarikatı yaymaya çalıştılar.

Moğolların önünden gelen diğer mutasavvıflardan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Bahaddin Veled, onunla birlikte gelen ve halefi olan Burhaneddin Muhakkık-ı Tırmızi de Anadolu’da tasavvufun yayılmasında etkili olmuşlardır. Bunlardan sonra Bahaddin Veled’in oğlu Celaleddin-i Rumi devam etmiştir.

İbni Arabi ise, 1164’te Endülüs’te doğmuş olup, oradan dolaşarak Anadolu’ya gelen mutasavvıflardandır. Arabi’nin Anadolu’da tam olarak kaç yıl kaldığı bilinmemektedir. Ama Endülüs’ten çıkışının 1200 civarı olması, Kahire, Mekke, Bağdat, Şam gibi İslâm kültür merkezlerini dolaşarak, oralarda bir süre kalarak Anadolu’ya gelmesinin 1208 yılından önce olması ihtimali zayıftır. Arabi, Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti Konya’da 1223 yılına kadar kaldıktan sonra Eyyubi şehzadesi Melik Eşref’in daveti üzerine Şam’a gitmiştir. Şam’da 1241 yılında vefat etmiştir.

Moğolların zulmünden çekindikleri için Anadolu’ya gelenler, genellikle Maveraünnehir bölgesinin âlimleriydi. Bu bölgenin, İslâmiyet ile tanışmadan önce, dini konularda ve bilimde etkisi pek duyulmamıştır. Ancak, İslâmiyet’ten sonra durum değişmiştir. Çok parçalı olan dini yapı, İslâmiyet şemsiyesi altında toplanmıştır. Bunun sonucu olarak Maveraünnehir bölgesi, İslâm’ın yorumlandığı ikinci büyük bilim ve fikir merkezi haline gelmiştir.

Bu gelişmeler bize, 800’lü yıllarda Türklerin arasında bir süre yaşamış olan Şumama bin el Aşras’ın şu tespitlerini hatırlatıyor. “Eğer onların memleketlerinde peygamberler yaşayıp da, bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi, sana Basralıların edebiyatını, Yunanlıların felsefisini, Çinlilerin sanatını unuttururlardı.”

İşte, Anadolu’ya gelen âlimler, böylesine güçlü bir bilim ve fikir merkezinde yetişen insanlardı. Böylesine gelişmiş ortamda yetişmiş mutasavvıfların, Anadolu’ya geldikten sonra, İbni Arabi’den ciddi anlamda etkilendiklerini ve onun fikirleri doğrultusunda ilerlediklerini söylemek pek inandırıcı durmuyor.

Diğer yandan, İbni Arabi’nin Endülüs’te yaşadığı gençlik yıllarında, bölgenin en meşhur âlimi İbni Rüşd idi. Hiç görüşmedikleri anlaşılan İbni Rüşd’ün fikirleri ile Arabi’nin Ortadoğu bölgesine geldikten sonra anlattıkları hiç uyuşmamaktadır. Hattâ İbni Rüşd ile birbirine zıt sayılır. Diğer yandan, Arabi’nin Endülüs’teki 38 yıllık yaşamı sırasında yayınladığı bir eseri bilinmemektedir. Dolayısıyla İbni Arabi’nin, Endülüs’te iken oluşturduğu fikirlerini yaymak için memleketini terk ederek dolaşmaya çıktığını düşündürecek bir belgeye sahip değiliz.

Aksine, İbni Arabi’nin belki de Endülüs’te iken sahip olduğu bazı fikirlerini, dolaştığı Kahire, Mekke, Bağdat ve Şam gibi merkezlerde değiştirerek geliştirmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Çünkü bu yörelere geldiğinde karşılaştığı âlimlerden, bölgede geçmişte yaşamış meşhur âlimler hakkında daha net ve açıklayıcı bilgiler edindiği muhakkaktır.

Eski meşhur âlimlerden Beyazıd-i Bistami (öl.874), Cüneydi Bağdadi (öl.910), Hallacı Mansur (öl.922) gibileriyle ilgili hikâyelerden etkilenmediğini söylemek güçtür. Çünkü bu âlimlerin, kelime olarak söylemeden dile getirdikleri Vahdet-i Vücud anlayışını, kendisi de net bir şekilde dile getirmemesine rağmen, bu anlayışı sistemli hale getirenin Arabi olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla, İbni Arabi’nin doğduğu ve 38 yıl yaşadığı ortamdan değil, geldiği bu bölgelerdeki fikirlerden etkilendiği aşikârdır. Eğer Arabi, Endülüs’te iken bu âlimlere yakın fikirlere sahip idiyse, bunun sebebi İbni Rüşd değil, yukarıda saydığımız âlimlerin eserlerini okumuş olması ihtimalidir.

Bilenlerin takdir edeceği gibi, Vahdet-i Vücud düşüncesi; anlatımı da anlaşılması da zor ve karışık bir kavramdır. İbni Arabi, kitaplarını yazarken, Vahdet-i Vücud kelimesini kullanmadan açıklamalar yapmaya çalışmıştır. Zaten kendisi karışık olan bir fikri, onu tanımlayacak kelimeleri bile kullanmadan açıklamanın zorluğu ortadadır. İbni Arabi için yapılan eleştirilerin en yaygın olanı, anlattıklarının muğlak ve anlaşılması zor olduğudur. Hâl böyle iken, İbni Arabi’nin hem âlimleri (entelektüelleri) hem de halkı etkilediğini iddia etmenin ne kadar geçerli olduğunun takdirini okuyucuya bırakıyorum. Nitekim Arabi’nin söylediklerini daha anlaşılır bir şekilde açıklamaya çalışmış olan kişi, onun halefi olan Sadreddin-i Konevi’dir.

Diğer yandan, İbni Arabi’nin “insan sayısı kadar Allah kavramı vardır” sözünü düşünelim. Bu sözle anlatılmak istenilen şey, her insanın hayalindeki Tanrı fikrinin farklı olduğudur. Dolayısıyla, İbni Arabi’nin yukarıdaki kendi sözü esas alındığında, insanları etkilemesinin ve yönlendirmesinin çok sınırlı kalacağının bir delili olarak görülebilir. Böyle bir tesirden bahsedilebilmesi için, aksine, insanların üzerinde ittifak yapacakları bir Tanrı fikrini savunuyor olması icap ederdi.

Peki, bu anlattığımız gerçeklere rağmen, İbni Arabi’nin tanınması nasıl oluşmuştur. Arabi’nin övüldüğü yerlerin tarikatlar olduğunu görüyoruz. Ancak konu derinlemesine incelendiğinde, tarikatlardaki bu tanınmışlığın, Arabi’nin ortaya koyduğu fikirlerinden kaynaklanmadığı anlaşılmaktadır. Tarikat şeyhleri, Arabi’yi ziyadesiyle övmüşlerdir. Kendisine şeyhül ekber (en büyük şeyh) demişlerdir. Onu bu şekilde övmelerinin önemli bir sebebi, Arabi’nin bir iddiasına sarılmalarıdır. Arabi, sadece konuşmalarında değil, eserlerinde de, kitaplarında yazdığı bilgilerin, kendisine rüyasında verildiğini iddia etmiştir. Kendisinin Cennete götürüldüğünü, peygamberlerle namaz kıldığını yazdıktan sonra kendisine bu bilgilerin Cennette verildiği iddiasını da eserine kaydetmiştir.

İşte, tarikat şeyhlerinin Arabi’yi çok sevmeleri ve övmelerinin sebebi de bu iddialarını yazması olmuştur. Şeyhler de, şeyhül ekber diye tanıttıkları Arabi’den aldıkları bu destekle, mesnetsiz konuşmalar yapabilmişlerdir. Arabi’yi öven tarikat şeyhleri de, rüyalarında peygamberimizi gördüklerini, Onunla sohbet ettiklerini müritlerine anlatmışlar ve insanları inandırmışlardır. Daha inandırıcı olmak için, müritleriyle konuştuğu sırada bile, peygamberimizin karşısında durduğunu söyleyerek, onunla sohbet ediyormuş gibi tavır almışlardır. Muhtemeldir ki, Arabi eserlerinde böyle iddialarda bulunmasaydı ve şeyhler de Arabi’yi çok övmeselerdi, şeyhlerin müritlerini inandırması daha zor olurdu.

Arabi’nin, çok sayıda karmaşık konuya cevap vermeye çalıştığı görülmektedir. Ancak bu hususlarda açıklamalar yapmaya çalışırken, muğlak kelimeler kullanması, ifadelerinin anlaşılmasının çok zor olması, bir kısım mutasavvıfların tepkisini çekmiştir. Arabi’ye tepki gösteren bu mutasavvıflar, aynı zamanda, Arabi’nin, Cennete götürüldüğü şeklindeki açıklamasındaki olayın, Allah’ın gücü dâhilinde olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak böyle bir husus gerçekleşmiş olsa bile, bunun açıklanmasının çok yanlış olduğunu, yazılmasının ise tamamen İslâm’i anlayışa aykırı olduğunu söylemişlerdir. Bu gibi sebeplerle bazı mutasavvıflar Arabi’yi dinsizlikle suçlamışlar ve ona, eş-şeyhül-ekfer (en kâfir şeyh) demişlerdir.

Dolayısıyla, yaşadığı dönemde bile söyledikleri anlaşılmayan, ayrıca dinsizlikle suçlanan birisinin, hem mutasavvıfları hem de halkı etkileyen en önemli âlim olduğunu iddia etmek temelsizdir.

Diğer yandan Arabi’nin, “kâinatta gördüğünüz her şey vehimdir, hayaldir” sözünü düşünelim. Bu sözü anlayarak içselleştirecek halktan birinin olacağını kim düşünebilir. Bu sözü, Arabi’nin aktarmak istediği şekilde anlayacak mutasavvıf bile bulmak zordur. Bu sebeple, “Arabi’nin kurduğu sistem o kadar etkili oldu ki, sadece zamanının tasavvuf anlayışını değil, günümüze kadar hemen bütün İslâm Dünyasındaki tasavvuf düşüncelerini etkiledi” şeklindeki bir savunmanın geçerliliğini okuyucularımıza bırakıyorum. Tasavvuf konusundaki etkileri hakkında daha geniş bilgi ile yorum yapmak isteyenler, bu sitede yayınladığımız “Türklerde Ve Araplarda Müslümanlık Anlayışları Üzerine” başlıklı makalemizden istifade edebilirler.

Görünen odur ki, Arabi’nin etkisi en çok onun Cennete götürüldüğü, rüyalar gördüğü şeklindeki hikâyelerini kullanarak, müritlerini ve insanları aldatmaya çalışan şeyhler aracılığıyla olmuştur. Ama bu etkinin de, onun fikirlerinden ileri gelmediğini anlamak zor değildir.

Arabi’nin etkisi hususunda fikir yürütülürken dikkate alınacak bir başka husus, dil konusudur. O dönemi anlatan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, halk ve Türkmen Beyleri Türkçe ’den başka bir dil bilmemektedir. Demek ki, Türkçe bilmeyen Arabi’nin, Türkçe ’den başka dil bilmeyen halkı ve Türkmen Beylerini doğrudan etkilemesi söz konusu değildir.

Sonuç olarak Arabi’nin etkisi, şeyhler sayesinde ve tıpkı Atilla Han’ın şu sözündeki gibi olmuştur: “Senin ne yaptığın değil, Hunların, senin ne yaptığını zannetmeleri önemlidir.”

Sosyal kategorisine gönderildi | İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA için yorumlar kapalı

DOĞARKEN EŞİTİZ ORTAMLARIMIZ FARKLI 2

DOĞARKEN EŞİTİZ ORTAMLARIMIZ FARKLI 2

Şimdi de, ruhsal özelliklerimiz hususunu irdelemeye çalışalım.

Ruh konusunda bilgimiz çok yetersizdir. Dolayısıyla, bizim fikir yürütebileceğimiz husus, sahip olduğumuzu bildiğimiz duygularımız olacaktır.

Belli başlı duygularımızı; sevgi, kızgınlık, sabır, öfke, affetmek, kin, merhamet, nefret, utanma, kurnazlık, paylaşma, kıskançlık, sevinç, üzülme, sakinlik, acelecilik, korku, cesaret, iman, güven, inanma vb şeklinde sıralayabiliriz.

Bu duyguların, kendisinde olmadığını söyleyen bir kişi var mıdır? İster sakat doğmuş olsun, ister işitme ve görme engelli olsun her insanda, bu duygular vardır. Diğer yandan, bana şöyle bir duygu daha verilseydi diyebilir misiniz? Veya insanlara şu duygular verilmeseydi diye düşünenlerden, iyiler ile kötüler arasındaki farkların anlaşılması ve iyiler ile kötüler mücadelesinin anlamı açısından baktığımızda, mantıklı bir savunma yapabilenimiz var mı?

Diğer yandan, bir insanın merhametsizce davranması, onda merhamet duygusunun olmadığını göstermez. Yukarıda saydığımız ve yazmadığımız bütün duygular, her insanın içerisinde aynı anda mevcuttur. Tıpkı, her insanın içerisinde evliyalık ve eşkıyalık hissinin, aynı anda var olduğu gibi. Evliya gibi görülen bir insan, sakinlik duygusunu değil, öfkesini öne çıkarırsa, eşkıyaya dönüşebilir. Eşkıya olan bir insan, sadece bir olay karşısında, iman ve güven duygularını öne çıkararak evliyalığa dönebilir. Dolayısıyla merhametsizce davranan kişinin içerisinde de, merhamet duygusu vardır.

Her insanın yaşayarak şahit olduğu bu duygusal eşitlik konusunda, okuyucularımız bizim vereceğimizden daha çok örnekleri sıralayacaklardır. Bu nedenle doğarken, ruhsal özellikler olarak eşit doğduğumuz kesindir. Değişen şey, sonradan yaşadığımız ortamlara göre, bizim öne çıkardığımız özelliklerimizdir.

Bazen öne çıkardığımız özelliklerimiz bile, ortamına göre değişiklik göstermektedir. Aynı kişinin karıştığı aynı olay karşısında, bazen farklı tepkiler vermekteyiz. Sonradan düşündüğümüzde, bu farklı duygusal karşılığımıza kendimiz bile şaşırabilmekteyiz.

Tepkilerimizin farklı olmasının bir sebebi, o andaki duygusal halimizdir. Bir diğer sebebi, içinde bulunduğumuz topluluğun anlayışının bizi yönlendirmesidir. Bir başka nedeni de, düşünerek veya düşünmeden hareket etmemizdir. Bilhassa çocuklarda, tepkiler anında değişebilmekte ve ağlayan bir çocuk, bir söz veya olay üzerine hemen gülebilmektedir. Benzer durum, biz yetişkinlerde de görülebilmektedir.

Ruhsal özellikler olarak bahsedebileceğimiz bir diğer özelliğimiz hafızamız ve aklımızdır.

Günümüzdeki bilim insanları hafızamızın anne karnında iken başladığını söylemektedirler. Hattâ, çocuklarının bazı şeyleri daha erken öğrenebilmeleri için, annelere, karnındaki çocuğuyla konuşmaları, ona bazı müziklerin dinletilmesini tavsiye etmektedirler. Yapılan bu tavsiyelerin bir sebebi, çocuğun hafızasını geliştirmek içindir.

Günümüzde, hafızamızı güçlendirmek için çeşitli tavsiyeler yapılmaktadır. Bu öğütlerin kimisi, neleri yiyeceklerimizle ilgili, kimisi de, kullanılacak bazı teknik yöntemlerle ilgilidir. Ancak, günümüzde yapılan bu tavsiyelerden hiç haberi olmayan dedelerimiz ve nenelerimizin hafızalarının güçlülüğü, bizleri hep şaşırtmıştır.

Demek ki hafıza, doğuştan eşit olarak gelmektedir. Değişen şey, onu nasıl kullandığımızdır.

Aslında hafıza hususu, bütün özelliklerimizden önce gelir denilebilir. Bunu ancak, hafızasını kaybeden bir insan gördüğümüzde anlayabiliyoruz. Yıllar önce Türkiye’yi dolaşırken, sohbet ettiğim guruplarda, bu konuda söylediğim şey şöyleydi:

“Şu anda sahip olduğumuz kabiliyetlerimizle fazla övünerek kibirlenmeyelim. Bütün bunlar, bize Allah’ın verdiği özelliklerimizdir. Yüce Yaradan, sadece hafızamızı bütünüyle alsa, diğer kabiliyetlerimiz ne işe yarar” diye sorardım.

Yani, hafıza diye bir özeliğimiz olmasa, bilgimizi nerede saklayabilir ve nasıl artırabiliriz. Öğrendiğimizi kaydeden ve saklayan bu özelliğimiz olmasa, ne yemek yapabiliriz, ne şarkı söyleyebiliriz. Konuşma kabiliyetimiz varken, konuşacak konu bulamadığımız için susar kalırız. Refleks hareketlerin dışında hiçbir şey yapamayız.

Diğer özelliğimiz olan akıl hususuyla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde fikirlerimizi beyan ettik. Bu sebeple burada akıl-zekâ arasındaki farklar gibi, anlatanların bile karıştırdığı hususlara girmeyeceğiz. Konuyu uzatmamak için, söyleyebileceğimiz tek şey, meşhur atasözüdür:

“Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış.”

Her insan, kendi aklını daha üstün görür. Elli yıl evli kalmış çiftlere soralım. Hangisi kendisinin değil de eşinin aklının daha üstün olduğunu söyler? Kendimizden pay biçelim. Biz, eşimizin aklını, bizimkinden daha fazla beğenir miyiz? Bizim yetiştirdiğimiz 18 yaşına gelmiş çocuklarımızdan, ebeveynlerinden herhangi birinin aklını, bunca yılın tecrübe farkı ortada iken bile, kendisininkinden daha çok beğenen bir genci gören, duyan var mıdır?

Bir ülkenin en ücra köşesinde yaşayan, günlük geçim derdindeki insanları gözlemleyelim. Bu kişilerden, bir profesörün veya devleti yöneten bir başbakanın, kendinden daha akıllı olduğunu, içten gelen bir şekilde, kabul eden var mıdır? Var olsa, neden ilkokulu ancak bitirmiş insanlar “ben onun gibi elli tane mühendisi cebimden çıkarırım” desinler. Veya her gün haberleri izlerken, “ben başbakanın yerinde olsam, şöyle yaparım” diye ahkâm kessinler?

Demek ki, akıllar da doğuştan eşittir. Değişen şey, onu hangi yönde kullandığımızdır.

Yukarıda verdiğimiz örnekler ve akıl yürütmelerden ulaşılacak sonuç, insanların doğarken, ruhsal özellikler açısından da eşit doğduklarıdır. Sizlerin de kendinizin vereceğiniz misaller ve fikir yürütmelerle aynı sonuca ulaşacağınıza inanıyorum. Farklılaşmaların, doğduğumuz ortamlardan ve bizim kendi kararlarımızdan kaynaklandığı açıktır.

Bazı insanlar zengin veya fakir olunmasını eşitsizlik olarak aktarırlar. Rızıkların eşit dağıtılmaması, bizim hiyerarşik bir yapı oluşturarak sosyal düzeni oluşturabilmemiz içindir. Bu konuda, bu sitede yayınladığımız, “İnsanları Tanrı Yaratmasaydı, Manevi Eşitlik Olur muydu”, gibi birçok yazımızda Kur’an’dan ayetlerle açıklamalar yapmıştık. Yine bu sitemizde yayınladığımız “Eşitsizlik Üzerine” başlıklı makalemizde ilgili bazı konuları irdelemiştik. Bahsettiğimiz yazımızda, insanların özellikleri arasında eşitsizlik olup olmadığı konusunu incelemiştik. Doğuştan gelen özelliklerin, sonraki ortamların etkisiyle ve kararlarımızda özgür olmamızın sonucunda farklılaşması olmasaydı, Yüce Yaradan’ın milyarlarca insan yaratmasının bir anlamının olmadığını ifade etmiştik.

İster zengin ister fakir olalım ve ten rengimiz ne olursa olsun, ölünce de eşitleniyoruz. Ölen kişinin kendisinin göremediği cenaze törenlerinin farklı olması, eşitsizliğin delili olamaz.

Kutsal kitaplara göre, ahiret hayatındaki yerimiz konusunda eşitliği bozan tek şey, bizi yaratan Tanrı’mızın gösterdiği yolda ne kadar yürüdüğümüzdür. Bu konudaki bazı fikirlerimizi bu sitede yayınladığımız, “Sosyal Konumumuzu Takva Değil, Servet Belirlerse” başlıklı makalemizde belirttik.

Yani, eşitliği bozan şey, Yüce Yaradan’ın bize verdiği yazılım ve donanımı kullanma kararlarımızdır. Özgürlüğümüzdür. Daha açık bir ifadeyle, eşitliği bozan biz insanlarız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DOĞARKEN EŞİTİZ ORTAMLARIMIZ FARKLI 2 için yorumlar kapalı

DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1

DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1

 

Derler ki, “Bir insanın zengin olabilmesi için üç ihtimal vardır. Birincisi, doğarken zengin bir ailenin çocuğu olmaktır. İkincisi, evlenirken zengin bir ailenin çocuğuyla evlenmektir. Üçüncüsü ise, bir çekilişte büyük ikramiye kazanmaktır.”

Yukarıda bahsedilen ihtimallerin hepsinin de, doğduğumuz ve yaşadığımız ortamlarla ilgili olduğu görülmektedir. Yaşadığımız şartlar bizi yönlendirmektedir.

Peki, acaba farklı zeminlerde yaşadığı için farklı konumlarda olan insanların, doğarken sahip oldukları vasıflar da farklı mıdır? Bu sorunun cevabına ulaşabilmemiz için, öncelikle doğarken sahip olduğumuz özelliklerin neler olduklarını irdelememiz gerektiği açıktır.

Sahip olduğumuz vasıfları birbirinden net bir şekilde ayıracak sınıflandırma yapmak zordur. Hangi başlıklar altında guruplarsak, yine de bazı mantıklı itirazlar olacaktır. Biz, yapılacak itirazların, makalemizin konusunu etkilemeyeceğini düşündüğümüz  iki başlıkta irdeleyeceğiz.

Birincisi bedensel, ikincisi ruhsal özellikler.

Bedensel vasıflarımızı incelemeye iki açıdan yaklaşabiliriz. Biri, bilim insanlarının bilhassa son dönemlerde yaptıkları araştırmalar, diğeri ise, her insanın kendisinin yapabileceği gözlemlerle.

İster zengin, ister fakir veya ister beyaz tenli, ister siyah tenli olsun, her insanın yapısının temel taşı, hücrelerdir. Her insanın hücrelerinde; çekirdek, kromozon, kromatin, gen, nükleozon denilen yapı vardır. Yani, her insanda aynı temel taşı hücrelerdir ve hücrelerin yapıları da aynıdır.

Her insanın hücresinin çekirdeği aynı görevleri yapar. Her insanın hücrelerinin çekirdeklerinin işlevleri saymakla bitmez. İster fakir ister zengin doğsun, her insanın hücrelerinin çekirdekleri, hücrenin beynidir, bilgi işleme ünitesidir, karar organıdır. Dolayısıyla hücrenin geleceğidir. Yani, doğuştan gelen özellikler, her insanın geleceğini aynı şekilde yönetmek için programlanmıştır.

Ancak, çekirdekte meydana gelen değişmeler, o insanın beslenme ve diğer ortamlarına bağlıdır. Bilim insanlarına göre, çekirdekte meydana gelen değişmeler, sadece hücrenin kendisini değil, bütün organizmayı etkilemektedir.

Her insanın hücresinde on mikrometre bir odada, tam 25 milyon nükleozon vardır.

Bilindiği gibi DNA’lar, canlının bütün hayati faaliyetlerinin sürdürülmesini sağlayan moleküllerdir. İnsan DNA’sında üç milyar nükleotid vardır. Bunlar hücre çekirdeğinde, mitokandri ve kloroplast organellerde bulunur. Bu durum, ten rengi ne olursa olsun her insanda aynıdır.

Her insanda, beyin-kemik-deri ve kalp gibi organlarda hücreler vardır. Her insanda aynı olan bu hücreler, her şahısta birbirinden daha farklı görünürler. Her insanın değişik organlarındaki hücrelerin işleyişleri, diğer organlarınınkinden farklıdır. Zengin insanın kemik hücreleri, deri hücresi gibi davranmaz. Veya fakir insanın kalp hücreleri beyin hücreleri gibi hareket etmezler.

Aslında her insanın hücrelerindeki DNA yapıları aynıdır. Birbirinden farklı işlemesini sağlayan şey, her birinde farklı genlerin devrede olması ve devre dışı kalmasıdır. Bilim insanları, böyle farklılık olmasına sebep olanın, mitokondrial DNA olduğunu söylemektedirler. Mitokondrial DNA, hücrenin çekirdek DNA’sından farklı özelliklere sahipmiş.

Epigenetik olarak adlandırdıkları bu ortamı, genetik aklın üzerindeki “üst akıl” olarak tanımlıyorlar. Bilim insanlarının söylediği gibi, bu mitokondrial DNA da, her insanda var ve aynı işlevi görüyor. Değişen şeyler ortamlar. Yani DNA’lara işlemeleri için verilen veriler. Ne verirsek onu alıyoruz denilebilir.

Bu konularda daha fazla ayrıntıya girmek bizim işimiz değil. Bu sebeple biz, bedensel özelliklerimizin her insan tarafından gözlemlenebilecek olanlarını irdelemeye geçeceğiz.

Her insanın organlarının, insanların zengin veya fakir olmalarına bakılmaksızın aynı olduklarını hepimiz görebiliyoruz. Sadece erkekler ve kadınlar arasında bazı küçük farklılıklar var. Ama ten renkleri ne olursa olsun, her erkek ve her kadın aynı organlara sahiptir. Doktora gittiğimizde anlıyoruz ki, sadece dıştan görülen organlarımız değil, iç organlarımız da aynı. Herhangi bir hastalıktan şüphelenen doktor, her insan için aynı kan tahlillerini ister. Her insan için aynı kan tahlilinin standart sınırının oluşturulabilmesi de yaratılıştaki aynılıktandır.

Tam burada bazı okuyucularımın, ama bazı sakat doğan çocuklar var dediklerini duyar gibiyim. Bu konuda fikir yürütebilmek için önce, vahşi doğa dediğimiz yerlerde kendi başlarına, yanında veterinerleri olmadan yaşayan ve ebeleri olmadan doğum yapan hayvanları incelemekte fayda var. Bu hususlarda yayınlanan belgesellerden anlıyoruz ki, doğal yaşamdaki hayvanlarda sakat doğum görülmüyor.

Peki, insanlarda sakat doğumun sebepleri nelerdir diye bir düşünelim. Zirai alanda çiftçilerimizin kullandıkları ilaçlar ve hormonların, sakat doğumlara neden oldukları artık bilinmektedir. Hamile kalan hanımların dikkatsizce ilaç kullanmaları veya o dönemdeki yaşamındaki bilinçsiz hareketleri, sakat doğumun sebepleri arasında sayılmaktadır.

Anaç tavuklar kuluçkaya yatarlar, yani yumurtaların üzerine otururlar. Yumurtadan yavrular çıkana kadar, sadece aceleyle karnını biraz olsun doyurabilmek için ayrılırlar ve hemen geri dönerler. Arkadaşları dolaşırken ve üzerlerinde böcekler gezinse bile sabrederek otururlar. Ama hamile hanımların birçoğu, “bir şey olmaz” diyerek, her türlü sakıncalı hareketi yapmaktan çekinmezler. Sonra çocuk sakat doğarsa, kabahati Yüce Yaradan’a atarlar.

Diğer yandan yakın akraba arasındaki evliliklerin de sakat doğumlara yol açabildiği anlaşılmıştır. Hayvanlarla ilgili yapılan belgesellerden öğrendiklerimiz ise, hayvanların insanlar gibi şuursuz davranmadıklarıdır. Ren geyikleri gibi, tabiatta az sayıda bulunan hayvanların erkekleri, dişilerle çiftleşmeden önce birbirleriyle güreş tutmaktadır. Aralarındaki bu mücadelelerden en güçlü çıkan erkek, diğer bütün dişilerle çiftleşme hakkını elde etmektedir. Yenilen erkekler, kaderlerine razı olarak, dişilere yaklaşmamaktadır. Bu hayvanların, böyle yaparak kendi türlerini koruduklarının farkında olduklarını düşünemeyiz. Bu, onlara, tek olan Tanrı’nın verdiği bir özelliktir.

Biz insanlar ise, yaptıklarının ve davranışlarının farkında olan yeryüzündeki tek yaratığız. Ama yakın akraba evliliğiyle kendi sülalemizi koruduğumuzu düşünerek, yanlış yaptığımızı fark etsek bile, yine aynı hatayı yapmaya devam ediyoruz.

Doğarken eşitlik hususunda aklımıza takılan en önemli soru, ebeveynlerimizden bize geçen genlerimizdir. Bu konuda bilim insanlarının bize net söyledikleri bir şey, genlerle taşınan özelliklerin en fazla %30 civarında olduğudur. Bunun da bir kısmı anneden, bir bölümü babadan geçmektedir.

Bilhassa kabiliyet genlerinin çocuklara geçmesi, ebeveynlerin sevdikleri bir husustur. Ebeveynler, çocuklarının kendilerine benzemelerini isterler. Kendilerine daha çok benzeyen çocuklarını daha çok severler. Kabiliyet genleri de en fazla %30 civarında geçmektedir. Eğer ebeveynlerin kabiliyetleri, çocuklara tamamen taşınsaydı ne olurdu? Edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler, zanaatkârlar, sporcular gibi sosyal yaşam, belirli sülalelerin tekelinde kalırdı. Araya başkaları giremezdi. Çok şeyin baştan belli olduğu berbat bir dünya olurdu. Eğer, ebeveynlerin kabiliyetleri çocuklara hiç geçmeseydi ne olurdu? Ebeveynlerin çoğunluğu, kendilerine benzemeyen çocuklarını daha az benimserler ve daha az ilgi gösterirlerdi.

Hastalıklarla ilgili genlerin de, ebeveynlerinden çocuklarına geçtiği bilinmektedir. Ama bu konuda net bir oran verilememektedir. Bunun muhtemel bir sebebi, aynı hastalık genini taşıyan kardeşlerin, sonraki yaşayışlarında, ailesininkinden kısmen farklı beslenme ve davranış alışkanlıklarını benimsemeleri sonucu, aynı hastalığa hiç yakalanmamaları veya çok daha hafif atlatmaları olabilir. Aslında, kendilerine dikkat edenlerin hastalığı daha hafif atlatmaları, ebeveynlerin evlat sahibi olma sorumluluklarını üstlenmeleri gerektiğinin bir göstergesidir. Ebeveynlerin, kendilerinde olduğunu gördükleri hastalıkları, çocuklarının da aynı şiddette yaşamaması için, kendilerini sorumlu tutarak, bilinçli davranmaları beklenir. Çocuklarını koruyacak uygulamaları yapmaları gerekir.

Hastalıklar konusuna bir başka açıdan bakılınca, çocuklarında ebeveynlerinden geçmeyen nice hastalıkların oluşabildiği görülmektedir. Bu konuda da net bir oran verilemez. Ama genlerle taşınmayan hastalıklara yakalananların oranının, genlerle taşınan hastalıklara göre, çok daha fazla olduğunu, kendi çevremiz ve kendimizde yapacağımız gözlemlerle anlayabiliriz.

Kabiliyet genlerinin bir kısmının taşındığını, ama hastalık genlerinin hiç taşınmadığını düşünelim. Ebeveynlerinden hiç hastalık geni almayan bir insanın, hiç hastalığa yakalanmayacağı iddia edilebilir mi? Hattâ korunma tedbirlerini almazsa, ebeveynlerinde görülen hastalığa yakalanmayacağı söylenebilir mi?

Diğer taraftan, sülalesindeki büyüklerin bazısında yüksek tansiyon, şeker, böbrek gibi hastalıklar olduğunu bilen bir kişiyi düşünelim. Bu insanın, kendisine bu konularda korumaya alacak şekilde dikkatli davranma ihtimali artacaktır. Dolayısıyla, bu şahsın aynı hastalıklara yakalanma riskinin, hiç hastalık geni taşınmaması ortamına göre daha az olacağı açıktır.

Eğer bir insan, ebeveynlerinde bu hastalıkların olduğunu bile bile, halen dikkatsiz davranıp 50-60 yaşlarına gelene kadar hata yapmaya devam ediyorsa, onun hasta olmasının bütün sorumluluğunun, genlere ve bu sistemi kuran Yüce Yaradan’a yüklenmesi abesle iştigal olur.

Doktorların hastalarına sordukları soru, sadece ebeveynlerinde aynı hastalığın olup olmadığı değildir. Sülalenin içerisinde büyük hala, büyük amca, dede, nene gibi fertlerinde de olup olmadığına bakarlar. Yani, benim annemin halasında olan bir hastalığın, bana da genlerle geçebileceğini varsayarlar. Bu kabullerin, kendilerini hastalıklara karşı korumaya almayıp, nefsinin istediğini ve o an hoşuna gideni yapan hastayı, kendi hatasını göremeyip başkalarına suç atmasından başka bir işe yaradığını zannetmiyorum.

Ebeveynlerden ve onların da ebeveynlerinden geçtiği söylenilen hastalıkların hepsini saysak bir elin parmakları kadardır. Geniş sülalemizin sayısı ise, en azından bizim yaşlar için (72), dört elin parmakları kadardır. Dolayısıyla zaten sülaledeki her dört kişiden biri, bu hastalıklardan birine yakalanmış olabilir.

Dolayısıyla, hastalıkların ne kadarının genlerle geçtiği, kişinin kendi dikkatsizliğinin ne kadar etkili olduğu hususu, ciddi araştırmacıları beklemektedir. Araştırmacıların, plasebo ve nosebo denilen kavramları da dikkate alacaklarına inanıyorum. (Bu konuda bu sitede yayınladığımız “Biyolojik Sistemler Ve Tanrı Üzerine” başlıklı yazımızda bilgi verilmiştir.)

Diğer yandan, eğer her insanda, bazı hastalıkların genleri, ebeveynlerinden taşınıyorsa, doğuştan gelen genel bir eşitlik var demektir.

Ruhsal özelliklerimizle ilgili irdelemelerimizi ikinci bölümde yapacağız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1 için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

MUTLU OLMANIN EN KESTİRME YOLU, KARŞIMIZDAKİNİ MUTLU EDEBİLMEKTİR.

BAYRAMLAR, BUNU BAŞARMANIN EN KESTİRME YOLUDUR.

BAYRAMLARI, KARŞILIKLI MUTLULUĞA ULAŞMAYA VESİLE YAPAN BÜTÜN YARATILMIŞLARIN BAYRAMINI KUTLUYORUM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

KUTADGUBİLİGDE DÜNYAYI YAŞANABİLİR HALE GETİRME

KUTADGUBİLİGDE DÜNYAYI YAŞANABİLİR HALE GETİRME

 

Önceki makalelerimizde olduğu gibi, bu yazımızın başlığında da, kitabın ismini esas aldık. Ancak Kutadgu Bilig adlı kitaptaki bütün fikirler, eserin müellifi Yusuf Has Hacib’e aittir. Bu sebeple, onu rahmetle ve saygıyla anıyoruz. 1069 yılında yazılan kitap, çok geniş kapsamlıdır. Biz bu makalemizde, sadece, dünyayı yaşanabilir hale getirmek için neler yapılması gerektiği hususundaki fikirlerini ele alacağız.

Aşağıda serdedeceğimiz bütün fikirler, Yusuf Has Hacib’indir. Elbette, ben dâhil her yazar gibi, Yusuf da, başkalarından etkilenmiştir. Ama başka bazı insanlarla bazı konularda benzer düşüncelere sahip olması, o şahsın kendi özgün fikirlerinin olmadığını göstermez. Bana göre, Kutadgu Bilig adlı bu eserinde, Yusuf Has Hacib’in, bilhassa çözüme yönelik özgün düşünceleri, onu derin bir saygıyla hatırlamamıza sebep olacak kadar çok ve etkilidir.

Şimdi bunlardan, başlıktaki konumuzla ilgili olan bazılarını ele alalım. Siyah yazılmış sözler, Yusuf Has Hacib’e aittir.

İnsanın yaptığı iyi şeyler de, kötü şeyler de, insanın aklının ürünüdür. Bu sözden benim anladığım, hiç kimse, “benim kaderim böyleymiş” deme lüksüne sahip değildir. Ne yapıyorsak, kendi aklımızla yapıyoruz. Ölümle tehdit edilen bir insanın verdiği karar bile, aklının ürünüdür.

Aklın ışığı, bilgidir. Demek ki, bilgimiz olmazsa, aklımız karanlıkta kalabilir. Dolayısıyla, bilgi sahibi olmadığımız bir konuda, iyi niyetle bile karar alsak, yanlış yapabiliriz.

Konumuza, Yusuf’un akıl konusundaki bu sözleriyle başlamamızın sebebi açıktır. Maksadımız, dünyayı yaşanabilir hale getirmemizin veya tersini yapmamızın, bizim elimizde olduğunu göstermektir. Diğer yandan, doğal olmayan her şey, insanların aklının ürünüdür.

Başkalarıyla paylaşılmayan bilgi değersizdir. Yazar, aklın ışığı olarak nitelediği bilginin paylaşılmasını istemektedir. Günümüze kadar olan belgelenmiş tarihi göz önüne getirelim. Eğer, âlimler veya buluş yapanlar bilgilerini paylaşmasalardı ne anlamı olurdu? Bilgi sahibi insanlar, öğrenciler yetiştirmeselerdi, onların bilgilerinin bir değeri olur muydu?

Değerli olan bilgi, dönüştürülen bilgidir. Bilginin dönüştürülmesi, paylaşıldıkça gerçekleşir. Paylaşılan bilgiyi alanların bir kısmı, o bilginin ışığında kendilerine çeki düzen verebilirler. Kendilerinde değişimi gerçekleştirebilirler. Dolayısıyla, dünyayı yaşanabilir hale getirebilmek için, bilginin paylaşılması çok önemli bir etkendir. Paylaşımın çoğalması, bedelsiz veya düşük bir ücretle aktarılmasına bağlıdır.

Dünyada akıllı ve bilgili, dolayısıyla ahlâklı insan azdır. Yazar, akıllı ve bilgili olmayı yeterli görmemektedir. Yusuf’un, az olarak nitelendirdiği insan tipi, akıllı ve bilgili olmakla beraber aynı zamanda ahlâklı olanlardır.  Yazarın bu tespiti sadece o dönem için geçerlidir diyemeyiz. Günümüzde de, aklını ve bilgisini ahlâklı bir şekilde kullanan insanların oranında, iyi yönde değişiklik olduğunu iddia etmek güçtür. Hattâ, giderek ticari bir hapishaneye dönüşen dünyamızda, tersini söylemek bile mümkündür.

Onlar için (akıllı, bilgili yani ahlâklı insanlar), dünya dikenler ve zehirlerle doludur. Yusuf’un bu tespiti günümüzde de geçerlidir. Aynı dikenler ve zehirler, her zaman var olmuştur. Eğer, dünyayı yaşanabilir hale getirebilmek için, akıllı, bilgili ve ahlâklı olmak gerekiyorsa, az sayıda olan bu insanların, sorumluluklarını kavramaları şarttır. Bu yapıdaki güzel insanların, yükümlülüklerini yerine getirmeye gayret etmeleri gerekmektedir. Yusuf, insanların bu gayreti gösterebilmeleri için cesaret gerektiğini, halka hâkim olmak isteyen kişiyi tarif ederken aktarmaktadır.

İnsan tabiatı kötüdür. İnsanın yapısı değişmediği için, günümüzde de aynı söz geçerlidir.

Ancak, insandaki doğruluk, kurtuluş için umuttur. Yukarıda insan tabiatı hususunda doğru bir tespit yapan yazar, kurtuluş için de, aynı güzellikte bir saptama yapmaktadır. Demek ki, dünyayı yaşanabilir hale getirebilmemiz için, insanın içerisinde, belki de ruhunun derinliklerine inmiş olan bu doğruluk anlayışını, gün yüzüne çıkarmamız gerekmektedir.

Faydasız insan, ölü gibidir. Yusuf, içinde yaşadığı ailesine ve toplumuna faydası olmayan insanın, yaşayıp yaşamadığını sorgulamaktadır. Demek ki, bir insan çevresine yararlı işler yapmamışsa, yaşamış olmasının hiçbir anlamı yoktur. İçinde yaşadığı çevresine yararlı işler yapan insanın, insanlığın mekânı olan dünyanın yaşanabilir hale getirilmesine de katkı sağlayacağı açıktır.

Er olan, çoğu elde edebildiği halde az ile yetinendir. Takdir edileceği gibi, dünyanın yaşanabilir hale gelmesinin göstergelerinden birisi de, zengin ve fakirlerin yaşayışları arasındaki farkın az olmasıdır. Bu cümlesinde anlatmak istediklerinin yanlış anlaşılmaması için Yusuf, şöyle demektedir.

Bütün insanlar derviş gibi davransaydı, dünya bozulur, insan nesli tükenirdi.

Yukarıdaki sözlerinden anlaşılacağı üzere, Yusuf Has Hacib, az ile yetinmeye de bir sınır koymaktadır. Derviş gibi, yani bir lokma bir hırka anlayışıyla ve yardımlarla yaşanılmasına karşı çıkmaktadır.

Derviş gibi yaşamak isteyenlerin en önemli savunmaları, böyle yaparak erdemli yaşadıklarıdır. Yusuf, bu konuya itiraz ederken aşağıdaki sözleriyle, erdem hususunda şöyle bir tespit yapmaktadır:

Varlık içerisinde erdemli yaşamak, yokluk içerisinde erdemli yaşamaktan daha önemlidir.

Yusuf’un erdem tanımının, dünyanın yaşanabilir hale getirilmesinde önemli bir etken olduğu açıktır. Zenginlerin erdemli bir hayat sürmeleri, insanlığın yaşamını güzelleştirecektir.

Her iki dünyayı da Tanrı yarattı. Cennet ve Cehennemi de Tanrı yarattı. Verdiği iki gözün biri Cennete, diğeri Cehenneme bakmalı. Verdiği iki elin biri bu dünya için, diğeri ahiret için çalışmalı.

Yusuf’un bu tanımlaması da, bizim, dünyayı yaşanabilir hale getirme düşüncemizin gerçekleşmesi için, tam anlamıyla ihtiyaç duyulan bir yöntemdir. Bu dünyayla ilgili çalışmalarında, ahireti ve ahiretteki yerini gözeterek davranan kişilerin, bu dünyanın yaşanabilir olmasında ciddi adımlar atacakları aşikârdır.

Yusuf’a göre halkın yönetimden (Bey’den) beklediği hakları şunlardır:

Gümüşün aynı kalması, adil kanunlar ve yol güvenliği. Gümüşün değerinin aynı kalması ifadesinin günümüzdeki anlamı, enflasyon yani fiyat artışlarının olmamasıdır. Halkın hakları olarak sıraladığı diğer konular olan adil kanunlar ve yol güvenliği, bugün de en çok arzulanan hususlardır. Sıfıra yakın enflasyon, adil kanunların varlığı ve yol güvenliğinin sağlanması, dünyayı yaşanabilir hale getirecek unsurlardandır.

Yusuf Has Hacib, dünyayı yaşanabilir hale getirmek adına, çok fazla sayıda beytinde, farklı fikirlerinden bahsetmiştir. Bunların bir kısmı konumuzla dolaylı bağlantılıdır. Bütün bunları burada bahsetmeye yerimiz müsait değil. Ama aktardığı beyitlerden anladığımız kadarıyla, özet olarak şöyle diyebiliriz:

Yusuf, dünyayı yaşanabilir hale getirmek için; iktisat, hukuk, din ve aile gibi değer sistemlerinin hepsinin, ahlâki temellere oturtulmasını savunmaktadır.

Yusuf’a göre, ahlâki temele dayalı iyi yönetimlerin, insanları kurtarmaları mümkündür.

Yusuf, ahlâki temellerin neler olduğunu da aşağıdaki şekilde açıklayarak, farklı yorumlamaların önünü kesmiştir:

Ahlâk; zarar vermemek, yardım etmek ve sorumluluklarını yerine getirmek ilkelerini uygulamaktır.

Yusuf Has Hacib, bahsettiği ahlâk anlayışını, öncelikle insanın kendisinde uygulaması gerektiğini düşünerek şöyle söyler:

“Başkalarının iyi olmasını istersen, önce kendin iyi ol.”

“Bütün bulanıklıkları durultmak istersen, önce kendi ruhunu arıt.”

Yusuf Has Hacib’in yukarıda yaptığı önerilerinin, Dünyayı yaşanabilir hale getirmeye çabalayan güzel insanlara umut vereceği inancındayım.

Kötü tabiatlarını ön plana çıkarmış olan insanların, bu güzelliği bozmaya çalışacaklarını düşünüyorum. Ama doğruluk tabiatlarını öne çıkarmış olanların da, kuracakları sistemin çabuk yıkılmasına izin vermeyeceklerine inanıyorum.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KUTADGUBİLİGDE DÜNYAYI YAŞANABİLİR HALE GETİRME için yorumlar kapalı

KUTADGUBİLİGDE DEVLET YÖNETİMİ VE YÖNETİCİLER

KUTADGUBİLİGDE DEVLET YÖNETİMİ VE YÖNETİCİLER

 

Bilindiği gibi, eserini 1069 yılında kaleme alan Yusuf Has Hacib’in yaşadığı dönem, devletlerin tek kişi tarafından idare edildiği devirlerdi. Hattâ bu tek kişinin, Tanrı’nın ülkedeki ve hattâ dünyadaki gölgesi olduğunun düşünüldüğü dönemdi. Yani, Kut’u temsil ediyorlardı.

Nitekim eserde, hükümdar Gündoğdu ismi, güneşle teşbih kılınmıştır. Bu teşbih, ülkenin ve hattâ bütün dünyanın hâkimi olan bir hükümdar düşüncesinden gelir. Bu sebeple Yusuf’un tavsiyeleri de, bu meyandadır. Ancak, insanların yapısı değişmediğinden, ister tek adam ister demokrasi yönetimi şeklinde olsun, Yusuf’un tavsiyelerinin çoğu geçerliliğini korumaktadır.

O devirlerdeki ve çok uzun süre devam eden bu kutsallık anlayışına rağmen Yusuf, hükümdarın, çevresindekiler tarafından iyiliğe yönlendirilmesinden yanadır. Bu fikrini, Bey’in, zahit hayatı yaşayan Odgurmuş, veziri Aydoldu ve onun oğlu olan veziri Öğdülmüş ile yaptığı konuşmalarında, hükümdarın kendisine söyletir.

Hükümdar, Aydoğdu’ya sorduğu sorulara aldığı cevaplar karşısında Allah’a dua ederken, “…Ben aciz, günahkâr ve kusurlu bir kulun iken, bana güzel yardımcılar ve bütün iyilikleri verdin. Bütün bu nimetlere karşı şükürden acizim.” diyerek, iş bilen ve dürüst vezirlere sahip olduğu için mutluluğunu dile getirir.

Eserin yazıldığı dönemdeki anlayışlara göre devrim niteliğinde olan, Yusuf Has Hacib’in fikirlerinden, yazımızın konusuyla ilgili bazılarını aktarmaya çalışacağız. Yusuf’un aşağıda vereceğimiz sözleri gayet açık olduğu için, biz ilave bir açıklamaya gerek görmüyoruz.

Beylik makamı, tıpkı güneşin ışıklarını her yere eşit olarak dağıttığı gibi, adaletini tüm reaya ve hizmetkârlarına eşit olarak dağıtmalıdır.

Devlet dönektir, ikbal ve saadet geçicidir. Devlet sürekli el değiştirmektedir. Devlet, hem yapan hem de bozan bir yapıya sahiptir. Kararsızdır. Yeni ve güzel şeyleri seçmek, döneklik değildir.

Devletteki ikbal, Bey için de, vezir için de, her çalışan için de geçicidir.

Halkın hakları; gümüşün aynı kalması (enflasyon olmaması), adil kanunlar ve yol güvenliğidir.

Beyin hakları; emirlere itaat, hazine hakkı (vergi), Beyin dostuna dost, düşmanına düşman olmaktır.

Ülkenin düzeninin sağlamlığı, şu iki esasa bağlıdır: Halkın hakkı olan yasalar, çalışanların hakkı olan ücret. İnsan çalıştıracağı hayvanın karnını her zaman tok tutar. İnsan ise, hayvandan daha değersiz bir varlık değildir. Beyin adı, ancak çalışanlar sayesinde yükselir.

İyi yasa çöldeki su, zulüm ise ateş gibidir. Şu üç şey, insanlar arasında zulüm ve baskıya sebep olur. Biri, Beyin ihmalkârlığı, ikincisi, halkın başında bulunan idarecinin zayıflığı, üçüncüsü, Beyin tamahkârlığıdır.

Beyin iyiliğinin ölçüsü, kurtla kuzunun birlikte yaşaması ve kuzuların zarar görmemesidir.

Eğer Beyin bilgisi olmazsa, aklı bir işe yaramaz.

Ülkeler kılıçla alınır, ama kalemle elde tutulur.

Hükümdardan âlim çıktığı çok olsa da, âlimin hükümdar olduğu pek vaki değildir.

Ülkeler arasında savaş değil, barış esastır.

Yönetim, ancak adaletli karar ile ayakta durur. Herkes töre ve kanun önünde eşit olduğundan, töre ve kanunlar herkese eşit uygulanmalıdır.

Din işleri ile dünya işleri birbirine karşıdır. İkisi birbirine yaklaşmaz. Biri yaklaşırsa, diğeri kaçar. İkisini birlikte tutmak isteyen kimse şaşırır. Dünya tokluğu, hep açlıktan ibarettir.

Yönetici olmak için ahlâklılık ön şart olmalıdır. Yönetici, doğru sözlü olmalı, davranışları ve yaptıkları itimat telkin etmelidir ki, halk ona inanabilsin. (Yusuf’a göre ahlâk; zarar vermemek, yardım etmek ve sorumluluklarını yerine getirmekle ilişkilendirilmektedir.)

Bey, işi, ehil olmayan birine verirse, kendisinin ehliyetsiz olduğu meydana çıkar.

Beylerin yükünü çeken, devletin temelini sağlamlaştıran, vezirdir. Vezir, üstün ahlâk sahibi ve adaletli olmalıdır. Soylu bir aileden gelmelidir. Derin düşünceli ve anlayışlı olmalıdır. Devlet için çalışmaya istekli, vefalı, emanete karşı titiz ve temiz kalpli olmalıdır.

Beyin yanılması durumunda, ona doğru yolu vezir gösterir.

Devlet hizmetleri için Beyin başdanışmanlığını yapmak, çok ince bir iştir. Nezaket gerektirir. Kanun, kural ve örfü yerine getirmek, ustalık isteyen bir iştir. Soyunun temiz, davranışının iyi, güvenilir, dürüst, dinine de sıkıca bağlı olması gerekir ki, halka yararlı olsun ve halk tarafından sevilsin.

Ordu komutanı, şerefine düşkün haysiyet sahibi olmalıdır. Bütün askerleriyle dostluk kurmalı, onları silah arkadaşı edinmelidir. Ölümü göze alan kişinin ve ordunun karşısında durmak mümkün değildir.

Hükümdarın elçisi, hayâ ve utanma duygusuna sahip olmalıdır. Elçi; astronomi, tıp, matematik ve geometri, kök alma, alan hesapları ve rüya yorumu bilmelidir. İyi tavla bilmeli, satrançta usta olmalıdır.

Haznedar, bütün harcamaları kaydetmelidir. Hesapta güven, kaydetmekle sağlanır.

Haznedarın eli, neredeyse cimrilik derecesinde sıkı olmalıdır. Cömertlik, el kesesinden olmamalı, harcamalar yerli yerinde olmalıdır.

İyi memur, kendi nefsini değil, devletinin menfaatini düşünendir.

Beyin aşçıbaşılığı çok önemlidir. Ey kudretli hükümdar, herkese güven, fakat kendini gözet.

Beyler bilmelidir ki, halkın gönlü yufkadır, çabuk kırılır. Kırılan gönül için, Allah’ın adaletine sığınmak gerekir.

Başkalarının yükünü yüklenmeli, fakat onlara kendi yükümüzü yüklememeliyiz. (Bilhassa beyler ve yöneticiler bu hususa daha çok dikkat etmelidir.)

Eğer istişare edeceksen, kendi yararını düşünmeyen biri ile istişare et. Fakat sonuçta insan, yine kendi gönlünün uygun bulduğunu yapmalıdır. Sonra suçu başkasına atmamalıdır.

Ey devletli hükümdarım! Bütün halka karşı merhametli ol. Herkes için doğruluk ile karar ver. Başkalarının iyi olmasını istersen önce kendin iyi ol. Bütün bulanıklıkları durultmak istersen, önce kendi ruhunu arıt. Halk ister istemez arınacaktır.

Halk bozulursa, beyler düzeltir. Peki, beyler bozulursa, onları kim düzeltir? Kesin olarak söylüyorum ki, kendin uygunsuz işlerle karşılaşmak istemiyorsan, yakışıksız işlere bulaşma. Küstahlara uyma, fesada karışma.

Beylere birde sert söz yakışmaz. Herkese tatlı söz söyle. Düşüncen dürüst sözlerin doğru olsun.

Sakın harama el uzatma, kendini haramdan kor. Haram yiyenin yeri cehennemdir.

Halka karşı görevini yapmayanlardan, Tanrı, bunun hesabını soracaktır.

Yusuf Has Hacib’den aktardıklarımız bu kadar yeterli. Yusuf’un son sözü üzerine ekleyebileceğimiz şey, Kur’an’da Rad Suresi 13/34üncü ayetin sözleridir: “Onlara dünya hayatında bir azap vardır, ahiret azabı ise elbette daha zorludur. Onları Allah’a karşı koruyacak da yoktur.”

YAŞAM kategorisine gönderildi | KUTADGUBİLİGDE DEVLET YÖNETİMİ VE YÖNETİCİLER için yorumlar kapalı

KUTADGUBİLİGDE TANRI DİN VE İNSAN İLİŞKİLERİ

KUTADGUBİLİGDE TANRI DİN VE İNSAN İLİŞKİLERİ

 

Yusuf Has Hacib’e göre Tanrı, yasalarını koyar, istediğinde onları ortadan kaldırır. Her yaratılan O’na muhtaçtır. O, muhtaç değildir.

Yusuf, Tanrı’yı kavrayacak aklın ve gönlün olmadığı kanaatindedir.

Bu tespitin doğruluğunu, başka bir açıdan bakarak kabul edenlerden birisi de, Einstein’dır. Kendisiyle yapılan söyleşilerde Einstein,  “evrenin var olma nedeni nedir?” diye kendisine sürekli sorduğunu söyler. Bütün insanlara da şu tavsiyeyi yapar: “Hepimiz, bizlerin ve kâinatın neden var olduğu sorusuna ilişkin tartışmaya katılmalıyız. Bu sorunun cevabını bulacak olursak, bu durum insan aklının en büyük zaferi olacaktır. Çünkü o zaman Tanrı’nın aklının ne olduğunu öğrenebiliriz.”

Görüldüğü gibi, Einstein, Tanrı’yı kavramayı bile düşünememektedir. Onun istediği, bütün insanların birleşerek, Tanrı’nın bizleri ve kâinatı yaratmasındaki mantığının ne olduğunu tartışmalarıdır. Demek ki, Yusuf’un “Tanrı’yı kavrayacak akıl ve gönül yoktur” sözü gerçeği ifade etmektedir.

Yusuf, dinin, insanın kurtuluşunu değil, toplumun huzurunu esas aldığını düşünür. Bu anlayışta olduğu, eserindeki karakterlerden olan ve şehir dışında inzivaya çekilerek züht hayatı yaşamaya başlayan Odgurmuş’a verdiği cevaplardan anlaşılmaktadır. Yusuf’a göre namaz ve oruç, insanın kendi yararınadır. Bu sebeple, sadece ibadeti hedefleyen ve düşünen insan, bencildir. Görüldüğü gibi, bu tespit nettir. Bugüne kadar okuduğum eserlerde, ibadet hususunda böylesine keskin bir ifadeye rastlamadığımı hatırlamıyorum.

Yusuf Has Hacib, “Kul, Allah’ı sadece ibadet ile bulamaz. Kulun yolu çok incedir. Kim bilir, kaç bin kul, yalnız ibadet ile meşgul oldu ve tam ölecekleri zaman dalalete düştü. Kim bilir, kaç bin asi ve günahkâr kul da, son nefesinde doğru yolu buldu.” diyerek, yol göstermeye çalışır. Ona göre, “insan gerçek ibadetin ne olduğunu bilemezse, yaptıklarının hangisinin ibadet olduğunu anlayamaz.”

Diğer yandan, Yusuf’ namaz ve oruç gibi ibadetlerin yapılmasını da gerekli görerek şöyle demektedir: “İbadet yap, fakat insanlar görmesin.” Yusuf’un bu konudaki dizeleri şöyledir: “Gerçek insan, başkalarının yanında kendisini gizlemiş, yüz yıl ibadet kılmış ve bunu da azımsamış.”

Ancak Yusuf, ibadetle ilgili bu fikri hakkında yanlış anlaşılmalara meydan vermek istemez. Bu sebeple, ibadet için yerleşim yerinin uzağında uzlete çekilen Odgurmuş’a, vezir tiplemesindeki Ögdülmüş aracılığıyla şöyle tavsiyeler yapar:

“Eğer ibadet için oraya (dağa) gittinse, ibadeti şehirde kıl, din yolu budur. İyice düşünürsen, Allah’ın büyük emirlerini yerine getirme fırsatı, oraya nispetle burada daha çoktur. Buraya gel, köy veya şehirde ibadet et; sana her türlü iyilik kapıları açılsın. Halka faydalı ol, muhtaçlara yardım et; akrabalarına yakınlık göster, bağlarını aç. Bak burada birçok yetim, aciz, kör, kötürüm ve topal vardır. Helâl dünyalık kazan ve fakirlere dağıt; insanlara yardım et, onlara güler yüzlü davran. Bu sayılan hizmetler birer ibadettir; bunları yerine getiren herkes müsterih olur.”

Görüldüğü üzere, nefis terbiyesinin inzivaya çekilerek değil, köy veya şehirde yapılmasını önemsemektedir. Yusuf, nefsini terbiye etmek için, bir şeyhe yahut da bir tarikata bağlanılmasını uygun görmemektedir. Bu fikrini destekleyen en önemli amil, eserindeki Odgurmuş tiplemesidir. Bilindiği üzere Odgurmuş, dağda inzivaya çekilerek, bir şeyhin veya bir tarikatın gözetimi ve denetimi olmadan, sadece kendi gayretleriyle halvet olmaya çalışmaktadır.

Yukarıda bahsettiğimiz, “yüz yıl ibadet kılmış ve bunu da azımsamış” sözüne bakarak oluşacak yanlış anlaşılmaları böylece kıran Yusuf Has Hacib, uzlete çekilip züht hayatı yaşamayı da, kolaya kaçmak olarak görmektedir.

Yusuf, ibadeti tavsiye etmesinin sebebinin, “insanda heves ve nefis canlanırsa, ibadetlerin ihmal edilmesine, şehirde ibadet yapılmasının ise, nefsin terbiyesine vesile olduğu” inancındadır.

Yusuf, namazların, cemaatle birlikte kılınmasını yeğler. Böylece, dinin, insanları birbirine yaklaştırmasını hedefler. Bilhassa Cuma namazına, çok önem verir. Ona göre, Cuma Namazı, fakirlerin haccıdır.

Yusuf diğer taraftan da, medeniyetin kaçınılmaz bir sonucu olan hadariliğin (şehirliliğin) zararlı yönleri olduğunu düşünmektedir. Bu zararları azaltabilmek için, insanlardaki köylü hasletlerini muhafaza edebilmeye gayret edilmesini ister. Bunun için de, tasavvufa dayalı bir hayat tarzını faydalı görür.

Tasavvuf anlayışının ne olduğunu da, aşağıdaki dizelerinden anlıyoruz.

“Her iki dünyayı da Tanrı yarattı. Cennet ve Cehennemi de Tanrı yarattı. Verdiği iki gözün biri Cennete, diğeri Cehenneme bakmalı. Verdiği iki elin biri dünya için, diğeri ahiret için çalışmalı.”

“Bütün dünya halkı, kasaba ve kentleri bırakarak dağlara göç edip, inzivaya çekilmiş olsaydı, dünya bozulur, her taraf boş kalır ve insanlığın nesli kesilmiş olurdu.”

Görüldüğü gibi, Yusuf Has Hacib’in tasavvuf anlayışı, inzivaya çekilip, sadece ahireti hedefleyen züht anlayışı değildir. İki elin biri bu dünya için, diğeri ahiret için çalışmalıdır.

Yusuf, kendi nefsinin peşinde gidene itaat edilmemesini arzuladığını şöyle ifade ederek anlatır: “Kişinin nefsi, kendisine itaat etmiyorsa, başkasının itaat etmesi gerekmez.”

Yusuf’a göre insan; ifrat ve tefrite kaçmadan, orta yolda olmalı. Allah’tan umudunu kesmeden, ancak, ondan korkarak yaşamalıdır.

Yusuf’un din anlayışında, kibre yer yoktur. Nitekim kendisi için yaptığı duada, “günahkâr, muhtaç, yolunu kaybetmiş bir kul olarak” Tanrı’dan af dilemektedir. Hâlbuki yazdığı eserin kalitesi tartışılmazdır. Belli bir vezne tabi olarak, duyguların ve fikirlerin şiirsel bir tarzda ve Türkçenin o günkü kelimeleriyle ortaya konulmasının zorluğu açıktır.

Diğer yandan Yusuf Has Hacib’in kaygısı, insanı cehenneme göndererek cezalandırmak değil, iki dünyada da mesut olmasını sağlamaktır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Yusuf’a göre ibadetler, kişinin kendisi içindir. Tanrı, kimsenin ibadetine muhtaç değildir. Bu sebeple, sadece ibadete güvenerek Tanrı’yı memnun etmek yerine, halka karşı sorumlulukları yerine getirerek Tanrı’yı memnun etmek gerekir.

Yusuf, halkı memnun etmeye çok önem verir. Yusuf’a göre, halka karşı görevini yapmayanlardan, Tanrı, bunun hesabını soracaktır. Bu hesabın da, en çok halkın önündeki yönetici olan Bey’den sorulacağını düşünerek şöyle der:

“Halkın yükünü yüklendiğinden, bir kişinin bile aç kalması durumunda, bey, Tanrı’ya hesap verecektir.”

Erlerin eri odur ki, her şeye muktedirdir fakat yapmaya gelince, nefsine karşı mukavemet eder.

Yine bu erden daha iyi erkek odur ki, bir arzusuna eriştiği halde, kendisine derhal hâkim olur.”

Yusuf Has Hacib, dünya malını tümüyle kötülemeye karşıdır. Bu durumu şu dizeleriyle anlatır:

“Bu dünya malını tümüyle kötülemek doğru değildir. Bu malı kazanmak ve kazandıktan sonra, hayırlı işlerde harcamak ve yoksullara dağıtmak yoluyla halk sevindirilebilir.

İnsanın iyilik yapması için, biraz da malı ve mülkü olması gerekir. Harcayacak malı olmazsa, hangi iyiliğe el atabilir?”

Yusuf, dünya malına karşı çıkmazken, malın helâlinden elde edilmesini düşündüğü kanaatindeyiz. Yukarıdaki dizelerdeki “bu malı kazanmak” ifadesi, havadan elde edilmemesini çağrıştırmaktadır. Ayrıca, “biraz da malı ve mülkü olması gerekir” ifadesi, çok zenginliği değil, insanlara iyilik edilebilecek kadar mal ve mülkü tarif etmektedir. Dolayısıyla bu ifadelerin, kazancın helâl olması gerektiğini anlattığı inancındayız.

Zaten makalemizin başlarında Ögdülmüş’ün, Odgurmuş’a ibadetlerini şehirde yapmasını tavsiye ettiği bölümde, bu konuda net ifade kullanmıştır: “…Helâl dünyalık kazan ve fakirlere dağıt; insanlara yardım et, onlara güler yüzlü davran.”

Yusuf Has Hacib, “günahım çok diyerek, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli” dedikten sonra şöyle tavsiyede bulunmaktadır: “İnsan, Allah’ın emirlerini üstün, kendisini değersiz kılmalıdır. Böylece sonunda değer kazanır.”

Yukarıda Yusuf’un fikirlerini kendi ifadeleriyle aktarmaya çalıştık. Yazımızın sonundaki hülâsa olarak, bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, Yusuf Has Hacib’in ne anlatmak istediği hususunda yaptığımız genel tespiti burada tekrarlayalım.

“Ahireti kazanmak için bir lokma bir hırka anlayışıyla yaşayabilirsin. Ancak; mal, mülk ve makam sahibi olup, bu güçlerini halka hizmette adaletli bir şekilde kullanırsan, işte bu iki dünya mutluluğudur.”

YAŞAM kategorisine gönderildi | KUTADGUBİLİGDE TANRI DİN VE İNSAN İLİŞKİLERİ için yorumlar kapalı

DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 4

DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 4

 

Hepimiz insanız. Bizler, aynı yapıda ve anlayışta olmamakla birlikte, birçok yönden birbirimize benzeriz. Örneğin, çoğu zaman, bir şeye inanıp, onun peşinden gitmek isteriz. Sahip olmak istediğimiz çoğu şeyde olduğu gibi, inancımız için de, alın teri dökmemiz gerektiğini düşünmeyiz. Makalemizin önceki bölümlerinde ilham konusunu irdelerken belirttiğimiz gibi, alın teri, ilhamdan önce gelir. Düşünmeye çalışmak ve araştırma yapmak, alın terinin bir göstergesidir.

Düşünüp araştırma yaparken, inanmak istediğimiz şey(ler)e başkalarının hücum etmesine izin vermeliyiz. İzin vermezsek, önyargılarımız oluşur. Bir süre sonra, gelişen olaylar beklediğimiz gibi gitmediğinde, dün inandığımız şey(ler)e bugün kendimiz itiraz eder duruma düşebiliriz.

Bu hususta verilebilecek en yaygın örnek, dini inanışlar konusunda olur. Önce, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist veya Hinduculuk anlayışında olan bir çevrede doğan bir insanın inancının sağlamlığını düşünelim. Bir de, bu inanışları, sonradan alın teri dökerek yaptığı araştırma ve irdelemelerin sonucunda, mevcut inanışını değiştirerek geçiş yapan bir kişinin inancının sağlamlığını ve gücünü düşünelim. Sizce hangisinin inancı daha sağlamdır? Doğduğu çevrenin inancını sorgulamadan sürdürenin mi, yoksa araştırarak farklı bir inanışa geçenin mi inancı daha sağlamdır?

Bizi tenkit edenlerin veya hasımlarımızın konuşmalarına izin vermeliyiz. Eğer onlar, papağan gibi aynı şeyleri söylerler ve fikirlerinin altını dolduramazlarsa, onlara itibar etmemeliyiz. Fakat mantıklı izahat yapanlara kulak vermeliyiz.

Sohbet ortamında, bize bazı konulardaki fikrini söyleyen insanlara, anlattıklarıyla ilgili sorular sormalıyız. Eğer sorduklarımıza “hap” gibi cevaplar verilirse, ikinci soru olarak, bu bize verdiği hap gibi cevaba gelirken kullandığı düşüncelerini ve ulaştığı gelişmelerini sormalıyız. Bu ikinci sorumuza verdiği cevaplarda, bize söylediği hap gibi fikrin zıddını veya bu fikre başkalarının yaptıkları itirazları anlatmasını beklemeliyiz. Eğer, bu fikre ulaşırken geçirdiği merhaleleri açıklamıyorsa, o kişinin söylediği “hap” gibi fikre itibar etmemeliyiz.

İnsanların çoğunluğu için, doğru zamanda doğru soruyu sormak, cevap vermekten daha zordur. Yanlış soru soran, yanlış cevap alır. Eğer biz, düşünmek ve düşünce geliştirmek istiyorsak, hem kendimize, hem de karşımızdaki insana sorular sormalıyız. Soru sorulmadan, sadece anlatılanlara dayanarak oluşan düşüncelerin zayıf kalacakları aşikârdır. Diğer yandan, cevabını öğrenmek istemediğiniz soruları sorarsak, inancımızın zayıflığı ortaya çıkabilir.

Doğru zamanda doğru soruyu sorabilmenin çok zor olduğunu hepimiz yaşadıklarımızdan dolayı takdir ederiz. Bu yeteneğe ulaşabilmek için bazı yöntemler deneyebiliriz. Öncelikle sıkça soru sormaktan çekinmemeliyiz. Sorularımız suçlayıcı değil, ayrıntıların açıklanmasına yönelik olmalıdır. Sorduğumuz soruları ve aldığımız cevapları, o ortamdan ayrıldıktan sonra da, kafamızda düşünerek kendimiz değerlendirmeye çalışmalıyız. Eğer, yanlış soru sorduğumuz kanaatine ulaşmışsak, doğru sorunun ne olabileceği üzerine, soruyu bulana kadar, düşünmeliyiz.

Ancak, soru soracağımız konular hakkında ne kadar çok bilgi ve tecrübe sahibi olursak, sorularımızda da o kadar başarılı olacağımız açıktır.

Düşünce geliştirmenin en zor olanı, çözüme ulaşmak için yapılacak düşünmelerdir. Bu zorluğu aşabilmek için, hayatımızın her alanında ve her anında, şikâyetçi değil, çözüm odaklı düşünmeyi alışkanlık haline getirmemiz çok faydalı olacaktır. Ayrıca, Einstein’ın dediği “delilik, aynı şeyleri yapıp, farklı sonuçlar beklemektir” sözü uyarınca, kimi zaman, kökten farklı (radikal) fikirleri de kafamızda oluşturmaya çalışmalıyız. Ama icatlar konusu dışında, sosyal konularda, köktenciliğimizin de bir mantığı olması gerektiğini unutmamalıyız.

İnsanın yapısı üzerinde araştırma yapanların bir kısmı, şu ortak kanaate varmışlardır. İnsan, kabul ettiğini, tamamen kabul etmez, ama reddettiği her şeyi, gerçekten reddeder. İnsanların bu yapısını geçerli kabul ettiğimizi düşünelim. Bu durumda, bazı şeyleri kabul etmiş olan insanların, ileriki bir zamanda gelişen farklı olaylar sonrasında, bugün kabul ettiklerini sorgulayarak, kabullerini terk etmeleri ihtimali kuvvetlidir denilebilir.

Diğer yandan, reddettiklerini gerçekten reddetmeleri de, bize, fikrimizi açıklarken yol göstermelidir. Söyleyeceğimiz bir düşünceyi, karşımızdakinin reddetmemesi için dikkatli davranmalıyız. Düşüncemizi aktarırken, yukarıda bahsettiğimiz gibi, söylediğimiz fikirlere ulaşırken geçtiğimiz yolları da açıklamalıyız. Ayrıca, fikrimizi doğrudan anlatmak yerine, karşımızdakinin onaylayıcı cevap verme ihtimali yüksek sorular sorarak açıklamaya gayret etmeliyiz.

İnsan yapısıyla ilgili olarak söylenen bir başka önemli bir söz, “insan reddettiği nispette nefsine hâkim olur” şeklindedir. Ancak, inkâr ile reddetmeyi, birbirinden ayırmak gerekir. İnkâr etmek, düşünmekten kaçınanların seçeceği bir yoldur. Reddetmek ise, düşünmeye çalışanların seçtiği bir yoldur. Doğrudan inkâr edenlerle fikir teatisinde bulunulamaz.

İnsanları düşünmeye sevk edebilmek için, kurduğumuz cümlelerin yapıları da çok önemlidir. Çoğunluğun kulağına çalınmış, genel tasdik görmüş, sıradan kavramlarla kurduğumuz cümlelerin, insanları düşünmeye sevk etmesi ihtimali çok düşüktür. Farklı anlatımların, çok az duyulmuş veya duyulmamış yorumların, düşünmek isteyen insanları fikir yürütmeye sevk etme ihtimali kuvvetlidir. Kurduğumuz cümlelerin, insanların düşünmeleri hususuyla ilgili olarak, aşağıdaki farklı cümleleri örnek verebiliriz:

Eğer, “delilik, insanın aklını kaybetmesidir” dersek, herkes onaylar. Üzerinde hiçbir düşünce geliştirilmez.

Eğer, Einstein’ın ifadesiyle, “delilik, aynı şeyleri yapıp, farklı sonuçlar beklemektir” dersek, bazı insanları, kısa süreliğine de olsa, düşünmeye sevk ederiz.

Eğer, İngiliz Gilbert Keith Chesterton’un tarifiyle “delilik, insanın, aklından başka her şeyini kaybetmesidir” dersek, düşünmek isteyen her insanın düşünmesine vesile oluruz.

Böyle bir cümleyi duyanlar, insanın aklından başka sahip olduğu özelliklerini düşünür. İnsandaki mukayese etme kabiliyetinin varlığını bulur. Vicdan denilen bir özelliğini görür ve irade sahibi olduğumuzu anlar. Sevgi ve merhamet duygularının farkına varır. Hattâ benim bu yazdıklarımdan çok daha fazla vasıfları fark eder. Sonra tekrar düşünür ve kendi kendisine sorar:

“Eğer aklını kaybeden insan deli ise, o zaman, aklı yerinde iken, mukayese etme ve sorgulama kabiliyetini kaybeden, vicdanını ve iradesini, sadece kendi menfaati ve hazlarının emrine vererek kaybetmiş sayılan insana ne demek gerekir?”

Veya;

“Muhakeme eden, sorgulayan, iradesini vicdanının doğrultusunda ortaya koyan insanı nasıl tarif etmek gerekir?”

Chesterton’un sözünü okuyan insanlar, bu ve benzeri sorular sorarak düşüncelerini geliştirirler.

Kur’an’da Yüce Yaradan, Hz. İbrahim aracılığıyla Kendisini sorgulatarak, bize yol gösteriyor. Yine Kur’an’da, “her şeyi zıddıyla yarattık” deniliyor.

O halde, düşünce üretirken, makalelerimizin başlangıcında ifade ettiğimiz gibi, konuları zıtlarıyla mukayese edersek daha sağlıklı fikirlere ulaşabiliriz. Ancak, Nietzche’nin yaptığı gibi, aykırı düşüneceğiz diyerek, düşünceyi ifrata vardırdıkça, yoldan sapıp kaybolma ihtimalimiz artar.

Tek olan Tanrı, yeryüzündeki ve evrendeki varlıkları, sadece zıtlarıyla değil, muadilleriyle de yaratmıştır. Bu sebeple, düşünce geliştirirken, konuları ve olayları sadece zıtlarıyla değil, muadilleriyle de karşılaştırmamızda fayda vardır.

Yeryüzü insanları olarak, buluşlara ve icatlara her zaman ihtiyacımız vardır. Buluşlar ve icatlar da, düşünce geliştirildikçe oluşurlar. Ancak asıl ihtiyacımız, hem bu buluşların ve icatların, hem de kuralların ve insanlar arası ilişkilerin, insanın şahsına değil, insanlığın güzel geleceğine hizmet etmesi yönünde düşünce geliştirmemizdir.

İnsanlığın güzel geleceğiyle ilgili olarak faydalı düşünceler geliştirebilmemiz için, her şeyden önce, sakin bir halde iken fikir üretmeliyiz. Öfkeli iken, kızgınken, nefret duygularımızın etkisindeyken, bazılarına kinlenmişken fikir geliştirmeye kalkışırsak, çok yanlış olur. Sonradan pişman olacağımız düşünceler bizi esir ederler.

Allah’ım, insanlığın güzel geleceğiyle ilgili düşünce geliştirebilmemiz için; lütfunla, zihin açıklığımızı, sorgulama yeteneğimizi ve irade gücümüzü artır, bizlere sakinlik ver.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 4 için yorumlar kapalı