EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

 

Yazımızın başlığıyla doğrudan ve dolaylı bağlantılı olan bazı makaleleri daha önce yayınlamıştık. Bu yazımızda, konuya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Önce, konumuzla ilgili olan, ama daha önce bu husustaki yazılarımızda kullanmadığımız bazı ayetleri vererek başlayalım.

Enbiya Suresi 21/16: “Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık.”

17: “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık.”

19: “Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar O’nundur. Katında olanlar O’na kulluk etmekten ne çekinirler, ne de yorulurlar.”

Ayette bahsedilen “Yüce Yaradan’ın Katı” sözü ile ne kastedildiğini aşağıdaki ayete bakarak anlamaya çalışalım.

Yunus Suresi 10/3: “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti, işi tedbir eyliyor. O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?”

Demek ki, Yüce Yaradan, yarattığı bütün kâinatı denetimi altında tutmaktadır. Dolayısıyla her yerdedir. Hattâ, aşağıdaki ayetin anlatımına göre, insanlara şah damarlarından daha yakındır.

Kaf Suresi 50/16: “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.”

Dolayısıyla, ayetlerde bahsedildiği gibi, her yer Yüce Yaradan’ındır ve O, her yerdedir. Ama “O’nun Katı” ifadesinin anlamı farklı olmasaydı, böyle bir vurgulama ayetlerde yer almazdı. Diğer taraftan, birçok ayette “Rablerinin huzuruna geldikleri zaman” ifadesi geçer. Hâlbuki normal olarak her an, Rabbimizin huzurundayızdır. Bilhassa ibadet ederken, bu durumun şuuruna varmaya çalışırız. Yüce Yaradan’ın her yerde olması gerçeğine rağmen, pek çok ayette “Rabbinin Huzuru” ifadesinin olması da, Yüce Yaradan’ın katının ayrı olduğu anlamını pekiştirmektedir.

O’nun katı ile evrenin işleyiş kuralları bile farklı olabilir. O’nun katındaki zaman ile evrenin diğer yerlerindeki zaman kavramı arasında çok fark olabilir. Secde Suresi 32/5: “O, gökten yere, işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.”

Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.”

Melekler ve Ruh, O’nun Katından bizlerin bulunduğu yerlere sürekli inip çıktıklarına göre, onların indindeki zaman kavramı ile bizimki arasında çok ciddi fark var demektir. Veya Yüce Yaradan’ın Katında zaman kavramı olmayabilir. Yeryüzüne inen meleklerin bazıları sürekli bizi takip ettiklerine göre, yeryüzüne inen meleklerin uydukları zaman ile insanların uydukları zaman farklı olabilir. Bu durumlar, bizim anladığımız izafi ve referans noktasına göre farklı olan zaman kavramı ile izah edilemeyecek kadar karmaşıktır.

Bütün bu farklı zaman kavramları, bizim bilemeyeceğimiz ve Yüce Yaradan’ın kudretinin büyüklüğünü gösteren hususlardır. Bu hususla ilgili olarak insanların söyleyebileceği sözün en uygununu, Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle söylemiştir: “Zamanı Tanrı yapar, Tanrı yaşar”.

Dolayısıyla biz, anlayabileceğimiz konuları irdelemeye çalışmalıyız. Makalemizle bağlantılı olan ayetlerden anladığımız, Evren ile Tanrı’nın Katının farklı şeyler olduğudur.

Şimdi gelelim “Biz, boş bir eğlence için yaratmadık” sözüne. Bir insan eğlenmek istediğinde ne yapar? Eğlenmek için, kendi kafa yapısına uygun insanlarla beraber olur. Kendisiyle çatışacak fikirlere sahip veya özgürlük ile anarşiyi karıştıran insanlarla birlikte eğlenmeye çalışırsa sonuç ne olur? Muhtemelen bırakın eğlenmeyi kavga bile çıkabilir.

Şimdi Yüce Yaradan’ı düşünelim. Kendi katında olanlar (bize bildirilen sadece meleklerdir), O’na kulluk etmekten çekinmiyor ve yorulmuyorlarsa, tek olan Tanrı’nın her isteğini yerine getiriyorlarsa, onlarla birlikte eğlenmesi daha mantıklıdır. Kendisinin her emrini yerine getiren melekler dururken, özgürlük verdiği için bozgunculuk yapan insanlar veya cinler, Yüce Yaradan’ı bile inkâr ederlerken, niye onlarla birlikte eğlensin?

Ama zaten, eğlenmek bir Tanrı’ya yakışmayacağı için, eğlenmez. Dolayısıyla, eğlenmek amacıyla veya oyun için bir şey yaratmaz. Yüce Yaradan’ın, eğlence yapmayacağını, “boş bir eğlence” veya “oyun olsun diye yaratmadık” nitelemesinden anlıyoruz. Ayrıca, ayetin sonundaki “yapacak olsaydık, böyle yapardık” sözü de, yapmayacağını yani eğlenmeyeceğini net bir şekilde açıklıyor.

Enbiya Suresi 21/17’yi bizim verdiğimiz gibi “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik”. olarak değil de, şöyle tercüme edenler var: “…eğlence isteseydik, onu şanımıza uygun yapardık.”

Eğer eğlence veya oyun kavramından maksat, kâinatın yaratılması ise, bu yaratış zaten Yüce Yaradan’ın şanına uygundur. Yok, bizim anladığımız anlamda eğlence ise, insanları ve cinleri yaratırken özgürlük vermezdi. Her şeye gücü yettiği için, özgürlük vermeden yarattıklarıyla, istediği gibi görkemli eğlenceler yapardı. Bu eğlenceleri de, özgürlük vererek yarattığı kulları şaşkınlık içerisinde izlerlerdi. Ama yukarıda da, ayetin açıklaması sırasında ifade ettiğimiz gibi, tek olan Tanrı, eğlenmeyi düşünmediğinden, eğlenmez. Zaten ayette, Yüce Yaradan’ın katı ifadesinin Arapçası “ledünne” olduğu için, yukarıdaki gibi “şanımıza uygun” şeklindeki bir tercüme, aslına uygun düşmemektedir.

Yüce Yaradan eğlenmeyi ve oyun oynamayı düşünmez, ama sevinebilir. Sevinmesi de, yarattığı ve özgürlük verdiği kullarının, haleflik görevlerini yerine getirerek, Cennetini hak etmeleri durumunda olur. Yani, özgürlük vererek yarattığı insanlardan ve cinlerden ne kadar çoğu Cennetine girerse, Yüce Yaradan da, o kadar çok sevinir.

Acaba sevinmesi, sadece insanların ve cinlerin içerisinden, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldan gidenlerin artmasıyla mı olur? Acaba kutsal kitaplarda bahsedilenlerin dışında başka şuurlu varlıklar var mıdır? Varlarsa, onlar bizim yaşadığımız evrenin içerisinde mi yaşıyorlar, yoksa Yüce Yaradan’ın katında mı?

İsra Suresi 17/70. Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.

İsra Suresi 70inci ayete göre, Yüce Yaradan’ın yarattığı mahlûklar sadece insanlar ve cinler değiller. Ayete göre, meleklerden bile saygı göstermesini istediği insanlardan da daha üstün olan varlıkları da yaratmış. Ama bunlar, O’nun katında mı yaşıyorlar, yoksa bizim de içinde bulunduğumuz evrende mi bilmiyoruz. Muhtemeldir ki, özgürlük verdiği bütün kulları, yani, insanlar, cinler ve diğerleri, bizim de içinde olduğumuz evrende yaşıyorlar. Çünkü aşağıda verdiğimiz İbrahim Suresi 48inci ayete göre, onlar da kıyamet günü Rablerinin Huzurunda toplanacaklar.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Enbiya Suresinin 17 ve 19uncu ayetlerine göre Yüce Yaradan’ın Katı ile evren farklı. Yunus Suresi 3üncü ayette de gökleri ve yeri yarattıktan sonra arşa istiva etti (oturdu) derken böyle bir farklılıktan dem vuruluyor.

Bu durumda akla gelen bir başka soru, Cennet ehli nerede yaşıyor sorgusudur. Ayetlerde geçen “huzurumuza geldiğinizde” sözlerine göre Cennet ve Cehennem de, Yüce Yaradan’ın katında olabilir. Bizim yaşadığımız evrende olmayabilir? Ama tek olan Tanrı, bütün şuurlu varlıkları huzurunda topladıktan sonra başka bir tarafa da sevk edebilir. Bütün bunlar sadece ve sadece Yüce Yaradan’ın bilgisi ve yetkisi dâhilindedir. Bizim yaptığımız iş, bazı konuları anlamaya çalışırken, fikir jimnastiği yapmak gibi düşünülebilir.

Şimdi, İbrahim Suresi 48inci ayete bakalım:

İbrahim Suresi 14/48: “O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevrilecek ve bütün varlıklar, bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna toplanacaklardır.

Ayetteki anlatımdan, o gün, yani kıyamet günü, sadece yeryüzünde kıyamet kopmayacağı anlaşılıyor. Gökler de başka göklere çevrilecek deniliyor. Bu durumda, kıyamet bütün evrende veya evrenin önemli bir bölümünde olacak anlamı doğuyor. Ayetin devamındaki bütün varlıklar ifadesi de önemlidir. Bizim de aktardığımız, “bütün varlıklar” olarak tercümesi yapılan ifade için, ayetin Arapçasında, sadece gelirler (berazu) denilmektedir. Eğer, huzuruna, sadece insanların gelmelerinden bahsedilseydi, bu durum açıkça belirtilir ve “gelirler” sözü yerine, “bütün insanlar gelirler” denilirdi.

Kıyamet günü, bütün varlıkların Yüce Yaradan’ın huzurunda toplanacağı fikrimizi destekleyen başka iki ayet şöyle:

Neml Suresi 27/87: “Sur’a üfürüleceği ve Allah’ın dilediği kimselerden başka göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı günü hatırla. Hepsi de boyunlarını bükerek O’na gelirler.”

Zumer Suresi 39/68: “Sur’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.”

Diğer yandan, Yüce Yaradan, cehenneme cinleri ve insanları dolduracağını ifade etmektedir:

Secde Suresi 32/13: Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidayetini verirdik. Fakat Benden, “Bütün insanlar ve cinlerden cehennemi elbette dolduracağım.” sözü hak olmuştur.

Yukarıdaki ayetin açıklaması dikkate alındığında, İbrahim Suresi 48inci ayette, “cinler ve insanlar huzuruna toplanacaklar” diye açık bir ifadenin kullanılması gerekirdi. Bu ikisinden de bahsedilmeyip, sadece “gelirler” denilmesinden, kâinatta var olan ama bizim bilmediğimiz diğer varlıkların da, insanlar ve cinler gibi kıyamet günü Yüce Yaradan’ın huzurunda toplanacağı anlamını çıkarırsak, yanlış yapmış olmayız kanaatindeyim. Nitekim Zumer Suresinin 68inci ayetinde, Sur’a üflendiğinde, göklerdeki herkesin ve yerdeki herkesin öleceğinden bahsedilmektedir.

Şimdi, Tanrı’nın katı konusuna tekrar gelelim. Kıyamet günü, bütün varlıklar Yüce Yaradan’ın huzurunda toplanacağına göre, tek olan Tanrı’nın Katı, aynen kalacak demektir. Dolayısıyla O’nun katında bulunan melekler de, aynen devam edecekler anlamı çıkar. Zaten de birçok ayette bahsedildiğine göre, melekler, o gün Yüce Yaradan sorduğunda şahitlik yapacaklar. Enbiya Suresi 21/28’e göre de, melekler, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkası için şefaat etmezler. Meleklerin hepsi, O’nun korkusundan titrerler. Dolayısıyla, melekler için bizim anladığımız anlamda ölünüp dirilinen kıyamet olmayacak demektir.

Kıyamet günü ile ilgili çok sayıda ayet vardır. Biz, konumuzla ilgili gördüğümüz ikisini aşağıya alacağız:

Hakka Suresi 69/16: “O gün gök yarılmış, sarkmıştır.”

17: “Melekler de O’nun etrafındadır, O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir.”

Demek ki melekler, kıyamet günü Yüce Yaradan’ın etrafında olacaklar ve sekiz tanesi arşını taşıyacaklar. Bu arşı taşıma ifadesinin, Yüce Yaradan’ın büyüklüğünü gösteren temsili bir durumu anlatmak için olduğunu zannediyorum. Meleklerin de üstünde oldukları söylenen sekiz melek sözüyle ne kastedildiği hususunda -Yüce Yaradan’ın bize verdiği akılla- fikir yürütmemiz mümkün görünmüyor.

Makalemizin başlığıyla ilgili irdelememize, iki adet makalemizle devam edeceğiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2 için yorumlar kapalı

DOĞRU İMAN SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

DOĞRU İMAN SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

 

Dini açıdan iman söz konusu olduğunda, anlamı hakkında fikir beyan edebilmek için kutsal kitaplara bakmak gerektiği açıktır. Kutsal kitapların içerisinde değişmeden kalan tek kitap Kur’an olduğu hususunda genel bir kabul vardır. Bu nedenle biz de, yazımızın başlığı konusunda açıklayıcı olduğunu düşündüğümüz bir Kur’an ayetini aşağıda verelim:

Ali İmran Suresi 3/110uncu ayet: “Siz insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği emreder (öğütler), kötülükten vazgeçirmeye çalışır (men eder) ve Allah’a inanırsınız. Eğer kitap ehli de inanmış olsaydı, kendileri için iyi olurdu. Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan çıkmışlardır.”

Ayetin başlangıcındaki “siz” sözü, peygamberlerinin aktardığı vahiyleri dinleyen Hz. Muhammed’in sahabelerini tarif etmektedir. Ayetin devamında ise, bu ümmetin belirgin özelliklerini anlatmaktadır.

“Siz, insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz” ifadesi, bahsedilen bu topluluğun başlangıçta en hayırlı ümmet olmadıklarını vurgulamaktadır. Bilindiği gibi, Ali İmran Suresi iniş sırasına göre 89uncu ayettir. Yani zaman olarak, Hz. Muhammed’e peygamberliğin gelişinden itibaren bakıldığında, peygamberliğinin son çeyreğinde inmiştir.

Peki, bu sürede nasıl bir gelişme olmuştur ki, bu topluluk, Yüce Yaradan tarafından ve geçmiş ümmetler de dikkate alındığı halde, “en hayırlı” olma vasfına layık görülmüştür.

Bunun sebebini, ayetin devamındaki cümle bize açıklamaktadır: “İyiliği emreder, kötülükten sakındırır (vazgeçirmeye çalışır) ve Allah’a inanırsınız.”

Demek ki, Hz. Muhammed’in sahabelerinin (yol arkadaşlarının) oluşturduğu topluluk, kendilerini sürekli geliştirmişler. Sonunda, insanlara iyiliği emreder (öğütler) ve onları kötülükten men ederek sakındırır hale gelmişlerdir.

Cümlenin sonundaki Allah’a inanırsınız sözünü de irdelemekte fayda var. Takdir edileceği gibi, bu topluluğun üyelerinin hemen hepsi, başlangıçtan itibaren Allah’a inanıyorlardı. Dolayısıyla cümlenin sonundaki “Allah’a inanırsınız” sözünde, başka bir vurgulama olması ihtimali kuvvetlidir. Bu vurgu şöyle olabilir. Muhtemelen, Hz. Muhammed’in ümmeti, İslâm ile tanışmalarının başlarında, müşriklere karşı kendilerini koruyabilmenin gayretinde oldukları için, başka bir güce sahip olmadıklarını düşünüyorlardı. Ancak zaman ilerledikçe, güçleri arttıkça, insanlara iyiliği emredip (öğütleyip), onları kötülükten men ederek sakındırmaya başlamak gibi zor bir mücadeleye koyuldular. Bu davranışlarıyla, Yüce Yaradan’a olan inançlarının, kalplerinden gelen bir imandan kaynaklandığını göstermiş oldular. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının yaptıkları bu mücadeleler neticesinde, imanları kalplerine yerleşerek iyice pekişti ve inançları sağlamlaştı. Böylece, tek olan Tanrı tarafından, en hayırlı ümmet vasfına layık görülmüş oldular.

Ayetteki bu net anlatımlara göre, günümüzde de, “insanlara iyiliği öğütleyip, kötülükten men ederek sakındıran” kişilerin oluşturduğu topluluğun, Yüce Yaradan tarafından, “en hayırlı ümmet” olma vasfına layık görüleceğine inanıyorum. Diğer yandan, ayetin anlatımının farklı bir yorumu şöyledir. Eskiden veya günümüzde, ayette bahsedildiği gibi davranmayanların, “Hz. Muhammed’in ümmetindeniz” deseler bile, Yüce Yaradan tarafından, “en hayırlı ümmet” nitelemesine layık olmaları ihtimali çok zayıftır.

Yazımızın başlığıyla ilgili olması dolayısıyla, ayetin devamını irdelemeye devam edelim. Ayetin devamında, kitap ehlinden bahsedilir. Bilindiği gibi, kitap ehli ifadesi Yahudileri ve Hıristiyanları nitelemektedir.

Ayette; “kitap ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu” denilmesi anlamlıdır. Bilindiği gibi Yahudiler ve Hıristiyanlar da, Yüce Yaradan’ın gönderdiği peygamberlerin ümmetleridir. Yani aslında onlar da, inanmış kimseler sınıfına dâhildir. Ama ayette, “kitap ehli de inanmış olsaydı” ifadesi olduğuna göre, Kur’an’ın indiği dönemde, kitap ehli, Yüce Yaradan’a göre, “inanmış” olarak vasıflandırılmıyordu. Cümlenin sonundaki “kendileri için iyi olurdu” ifadesinden anlaşılan, eğer kitap ehli de, Hz. Muhammed’in o dönemdeki ümmetinin ulaştığı gibi inanmış olsalardı, yani, “iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındırsalardı”, onlar da en hayırlı ümmet olabilirlerdi.

Konuyu, bir başka bakış açısıyla irdelersek, eğer kitap ehli, gerçek anlamda inanmış olsaydı, Yüce Yaradan yeni bir peygamber ve kitap göndermeyebilirdi diye düşünülebilir. Ama bu hususlarda karar, tamamen Yüce Yaradan’a aittir. Tek olan Tanrı, Kur’an’ında, rahmetini üzerine yazdığından bahsetmektedir. Dolayısıyla, belki de, Cennetine girecek insanların sayılarının artması için, yine de uyarıcılar gönderirdi.

Yukarıda verdiğimiz Ali İmran Suresinin 110nuncu ayetinin her bir cümlesi, bize ayrı bir yönden yol gösteriyor. Ayetin son cümlesine göre, kitap ehlinden inanalar da var, fakat çokları yoldan çıkmışlar. Yani kitap ehli içerisinde, insanlara iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındıran kişiler de mevcut. Fakat çoğunluğu bunun tersini yapıyorlar. Dolayısıyla tersini yapanların, Yüce Yaradan nezdinde iyi bir gelecekleri görünmüyor. Hâlbuki kitap ehlinin de çoğunluğu inanmış olsalardı, ümmet olarak, tek olan Tanrı nezdinde, kendileri için iyi bir yere sahip olacaklardı.

Yazımızın başlığına dönersek, ayetlerden anlaşıldığına göre doğru iman, insanlara iyiliği emredip, onları kötülükten sakındıracak mücadeleleri yapacak derecede Yüce Yaradan’a inanmaktır. Yine ayete göre, doğru iman sahibi olmak da, kimsenin veya gurubun tekelinde değildir. Hattâ doğru iman, ayette adı geçen Hz. Muhammed’in ümmetinin de inhisarında değildir. Nitekim ayetin anlatımına göre, eğer kitap ehli de Hz. Muhammed ümmeti gibi davranmış olsalardı, onlar da doğru iman üzerine olmuş olacaklardı.

Dolayısıyla, her insan veya her gurup, doğru imana sahip olabilir. Yeter ki, insanlıkla yakından ilgilensinler. İnsanlara güzel örnek olsunlar. İnsanları iyiliğe yöneltsinler. İnsanların içerisinden kötülük yapacak olanları engellemeye çalışsınlar.

Nitekim aynı surenin devamındaki ayetlerde bu durum daha net bir şekilde açıklanır.

113: “Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyan bir topluluk da vardır.”

114: “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.”

Yukarıdaki 114üncü ayette, doğru iman edenlerin bir özelliğinden daha bahsediliyor. Bu güzel insanların, hayır işlerinde birbirleriyle yarıştıklarını söylüyor. Ayete göre, ayette bahsedilen bu üç vasfa sahip olan insanlar, 113üçüncü ayette bahsedilen kitap ehli gurubunun içerisindekilerden bir guruptur. Eğer çoğunluk böyle olsaydı, onlardan da “hayırlı ümmet” olarak bahsedilirdi.

Demek ki, doğru imana sahip olabilmek için, Hz. Muhammed’in ümmetinden biri olmak gerekmiyor. Başka ümmet mensuplarından da doğru imana sahip olunabilir.

Bir sonraki ayette, doğru iman sahiplerinin yaptıklarının karşılıksız kalmayacağı vurgulanıyor.

115: “Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.”

Ayetin son cümlesinde Yüce Yaradan, Kendisine karşı gelmekten sakınan insanları bildiğini ifade ederken, muhtemelen bize başka bir mesaj vermek istiyor. Şöyle ki, tek olan Tanrı’ya inanan her kişi, insanların ne yaptıklarını ve ne düşündüklerini Allah’ın bildiğine inanır. Zaten Yüce Yaradan, surenin 110 ve 113üncü ayetlerinde, kitap ehlinin bir kısmının inandığını, çoğunun ise yanlış yolda olduğunu söylerken, her insanın yaptığını bildiğini bize göstermiş oluyor. Buna rağmen, 115inci ayetin sonunda “Allah, Kendisine karşı sakınanları bilir” demesinin muhtemel sebebi, “sakınanları siz bilemezsiniz, Ben bilirim” vurgusunu yapmaktır.

Yüce Yaradan’ın, bu vurguyu yapmasındaki maksadı ne olabilir? Amacın, elimize kendimizin oluşturduğu bir imanmetre alıp, insanların imanlarını, kendimize göre ve sadece dışarıdan bakarak ölçmeye kalkışmamızı engellemek istemesi olduğu kanaatindeyim. Belki de bu sebeple atalarımız, “paranın ve imanın kimde olduğu belli olmaz” demişlerdir.

Allah’ım, Senin nezdindeki en hayırlı topluluğun, hayırlı bir ferdi olabilmemiz için, bizlere, zihin açıklığı, irade gücü ve mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | DOĞRU İMAN SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

SİLAH SANAYİ YATIRIMLARININ SAVAŞLARA KATKISI

SİLAH SANAYİ YATIRIMLARININ SAVAŞLARA KATKISI

 

Bu hususla ilgili olarak yayınladığımız “Silah Sanayisinin Kalkınmaya Etkisi” başlıklı makalemizde, konuyu ekonomik açılardan irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda doğrudan, savaşların sonuçları hususunu inceleyeceğiz.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde silah sanayine yatırım yapan ülkelerin sayısı çok sınırlı idi. Bunlar; İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya gibi ülkelerdi. ABD ise, silah sanayi yatırımında, bu ülkelere göre çok gerilerde idi. Bu özelliğinden dolayı, 1880’lerde ekonomik olarak İngiltere’nin çok gerisinde iken, 1919 yılında İngiltere’yi geçtiler. Büyük Savaş öncesinde, Japonya da silah sanayine yatırım yapmıştı. Ama onların da şansı –tıpkı ABD’nin olduğu gibi- savaşın kendi bölgelerinden çok uzakta ve büyük güçler arasında olmasıydı. Dolayısıyla kendileri hiç saldırıya uğramadılar. Aksine, savaş öncesinde İngiltere ile müttefik olmanın avantajlarını kullandılar. Sonunda, büyük borçlarla girdikleri bu savaş ortamdan, borç verecek hale gelerek çıktılar. Yani, savaşın uzakta olması ve diğer etkenler, Japonya için şans oluşturdu.

Silah sanayine yatırım yapan İngiltere, Almanya, Fransa ise doğrudan katılarak birbirleriyle yaptıkları bu savaştan, büyük ekonomik kayıplarla güçsüz düşerek çıktılar. Rusya ise iç çatışmalar da yaşadığından, tabiri caizse, perişan bir vaziyette çıktı. Birinci Dünya Savaşı, doğrudan savaşanların kaybettiği, dolaylı karışanların kazandığı bir harp özelliğindedir.

Bu durumdan ders almayan Avrupalı aynı ülkeler ve onlara katılan Japonya, silah sanayi yatırımlarına hız verdiler. Fakat hepsi de, İkinci Dünya Savaşından çok daha büyük yaralar alarak çıktılar. Tarih tekerrür etti. Tıpkı Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi zararla oturdular. Eğer, savaşın son dönemlerinde ABD’nin yardımları olmasaydı, silah sanayine yaptıkları yatırımların bir faydası olmamıştı. Silah sanayi yatırımları, sadece birbirlerine kafa tutmaya yaramıştı. Sonuçta zararı, hem yöneticiler hem de halk çekti.

ABD, 1941 Aralık ayında savaşa girdiği zaman, silah sanayi üretimi diğer güçlere göre çok düşük kapasitedeydi. Dolayısıyla, geri dönüşü olan alanlara yatırım yaparak ekonomik olarak gelişmelerini sürdürdükleri için, dünyanın en büyük ekonomisi oldular. Hattâ açık ara ile dünyanın ekonomik liderliğini yapıyorlardı. Eğer bu savaşa Avrupalılar katılmasa ve ABD kendi başına ve diyelim ki, sadece Japonya veya Güney Amerika devletleriyle savaşsaydı, ABD’nin silah sanayi yatırımlarının da bir işe yaramaması ihtimali kuvvetliydi. Nitekim savaşı bitiren hamle, atom bombasının ilk defa kullanılmasıydı.

Bu savaştan sonra ise, ders almama hasleti, sanki bulaşıcı bir hastalık gibi bütün dünyayı sardı. Büyük-küçük demeden ülkeler silahlanma yarışına katıldılar. Böyle olmasında, NATO ve Varşova Paktı’nın etkileri oldu. Doğrudan savaşlar olmayınca, kurdukları silah sanayilerinin işe yaramaz duruma düşmeleri büyük ülkeleri yeni bir arayışa yönlendirdi. Adını “soğuk savaş” koydukları bir ortamı oluşturan büyük ülkelerin, küçükleri silah almaya ikna etmeleri büyüklerin ekonomik gelişmelerine geçici olarak olumlu yansıdı. Ama bu sırada kendileri de silah sanayine yatırım yapmaya devam ettikleri için, büyükler de bu durumdan yeterince faydalanamadılar.

ABD, Reagan döneminde Rusya’ya karşı “Yıldızlar Savaşı” denilen bir proje başlattı. Maksat, Rusya’nın gereksiz alanlara yatırım yapmasını sağlayarak ekonomisini çökertmekti. Sonunda başardılar. Rusya, Gorbaçov döneminde ekonomik olarak bitmekte olduğunu ilan etti. Ama gereksiz yatırımlarla yarışılan bu ortamdan ABD de kötü etkilendi. Ekonomisi sıkıntıya girdi. 1987’de Reagan ihracatı artırmak için doların değerini %10 civarı düşürmek istedi. Ama doların düşüşünü durduramadı ve dolar, Japon Yeni karşısında %50 değer kaybetti. Böylece, tıpkı silah sanayi gibi, halka bir faydası olmayan bir başka yarışın, her iki tarafa da zarar verdiği anlaşıldı.

İkinci Dünya Savaşından sonra bir daha aynı büyüklükte savaş olmadı. Bu defa bölgesel savaşlar oldu. Bunların bir kısmı büyükler ile küçükler arasında, bir kısmı da küçükler arasında oldu.

Kore Savaşı, Büyük Harbin arkasından oldu. ABD ve müttefikleri silah gücü ve ekonomik güç açısından rakiplerinden çok üstündü. Ama savaş berabere bitti.

Fransa, sömürgesi olan Cezayir ile savaşa tutuştu. Aradaki güç farkı çok belirgin olarak Fransa’dan yanaydı. Ama Fransa, Cezayir’den çekilmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Fransa -ABD’nin desteğine rağmen- kuzey Vietnam’dan çekilmek zorunda kaldı.

ABD, bir süre sonra Vietnam konusuna doğrudan kendisi dâhil oldu. Ama sonuçta, yenilerek Vietnam’ı terk etmek zorunda kaldı. Sonra aynı şeyi Çin denemek istedi. Onlar da kaybetti.

Bu durumlardan ders almayan Rusya, Afganistan’a girdi. Onlar da uzun uğraşmalarına rağmen, diğer büyük devletlerle aynı akıbete uğradılar. Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldılar.

Büyüklerle küçüklerin yaptıkları bu savaşlarda,  büyüklerin ellerindeki silahların tahrip güçleri, İkinci Dünya Savaşına göre çok daha yüksekti. Ama başarılı olamadılar.

İsrail, Araplarla yaptığı dört savaşı kazandı. Ama güvenliği açısından, bu dört savaşın öncesine göre daha iyi konumda değiller.

İran ile Irak 8 yıla yakın savaştılar. Savaş öncesindeki şah döneminde İran ordusu, silahlara yaptığı muazzam yatırımlarla göz kamaştırıyordu. Ancak, savaşta bir varlık gösteremedi. Kazanan çıkmadı. Ama her ikisi de büyük zarar gördüler. Hattâ Irak’a maddi yardım yapan petrol zengini diğer Arap ülkeleri de zarar gördüler. Kazananlar ise, her iki tarafa da silah satanlar oldu.

İngiltere, Falkland adaları savaşında, ezici gücüyle sonunda başarılı olmasına rağmen, askeri açıdan fiyaskoya çok yaklaşmıştır. Ancak, karşı tarafın hatalarını iyi kullanarak, eksiklerinin görünmesini engellemişlerdir. Arjantin devletinin başındaki askeri yönetimin hem Falkland adalarını plansız işgal etmesi, hem de aceleyle barışa razı olmasından faydalanarak, sonuçta başarılı görünmüşlerdir.

ABD, Irak’a girdi. Halkın önemli bir kısmı tarafından alkışlara karşılandı. Ama sonunda Irak’tan askerlerini çekmek için çaba göstermeye başladı. ABD çekilirken, Irak’ta eskisinden güzel olan bir şey de olmadı.

Afrika’da, Orta ve Güney Amerika’da silah tüccarlarının desteklediği iç mücadeleler oldu. Bölgesel savaşlar oldu. Ama silah satın alıp bunları birbirlerine karşı kullananlar hep kaybederlerken, silah satanlar maddeten kazanç sağladılar.

Benim yaşadığım ülke olan Türkiye, terörist PKK ile uzun yıllar mücadele etti. Bu uzun senelerin sonunda, ne teröristlerin durumu ne de Türkiye’nin durumu mücadelenin başladığı dönemden daha iyi değil. Aksine çok daha kötü durumdalar. Türkiye, bu mücadeleye ayırdığı parayı yatırımlara ayırsaydı, şimdiki durumuna göre çok daha kalkınmış olurdu. Teröristlerin de –işin kaymağını yiyen yönetici kadrolar hariç- bu mücadele sırasında kendilerini kışkırtanlardan aldıkları paraların, kendilerine değil, kışkırtıcılara yaradığını anladıkları umulur.

Bugünlerde ise, Rusya ile Ukrayna arasında savaş var. Onun da seyri, yukarıda bahsettiğimiz kör dövüşlerine benziyor. Tarihten ders almayanların sebep olduğu bu savaşın sonucunun farklı olması beklenmemelidir. Sonunda, hem her iki tarafın, hem de taraflara destek verenlerin zararla çıkmaları kaçınılmazdır.

Görüldüğü üzere, sahip oldukları klâsik silah gücünün yüksek olmasının, devletlere sağladığı belirgin bir üstünlük yoktur. Aksine orta vadede, hem siyasi hem de ekonomik olarak zararları olduğu geçmişteki örneklerden anlaşılmaktadır.

Yukarıda çok kısa aktardığımız savaşların sonuçlarının farklı geliştiklerini varsayalım. ABD, müttefikleriyle birlikte yaptığı Kore Savaşından galip çıkmış olsaydı, acaba Fransa, Cezayir ve Vietnam’da başarılı olabilir miydi? Hattâ ABD’nin kendisi Vietnam’da başarılı olabilir miydi?

ABD, Vietnam’da başarılı olsaydı, Rusya, Afganistan’da kalabilir miydi? Irak, İran’ı işgal etseydi veya İran, Irak’ı işgal etseydi, girdikleri yerlerde kalabilirler miydi?

İsrail, Arapları değil de, Araplar, İsrail’i yenseydi, İsrail Devleti son bulur ve bütün İsrailoğulları bölgeyi terk ederler miydi?

Bu gibi sorulara gönül rahatlığıyla evet cevabını vermek mümkün değil.

Eğer, yukarıda aktardığımız olaylardan ders alırsak, güzel sonuçlara ulaşabiliriz.

Yaşanan örnekler, bize gösteriyor ki, silahlar artık siyasi araç olarak işe yaramamaktadır. Ülkelerin işgal edilmeleri artık çok zordur. Aradaki güç farkı bile işgali sağlayamıyor. Ayrıca, çok küçük bir ihtimal olarak, işgal başarılı olsa bile, orta vadede işgal eden ülkenin zararına sonuçlanıyor. Küreselleşen dünyamızda, bir ülkeyi işgal etmek isteyenler, hem karşı tarafa hem de kendi ülkelerine zarar veriyorlar. Çünkü askeri kuvvetler, ancak tek bir düşmana karşı, tek bir savaş yöntemi için eğitilebilir ve yönlendirilebilirler. Nereden geleceği belli olmayan çoklu düşmana ve her çeşit savaşma yöntemine göre eğitilmeleri, donatılmaları çok zordur.  Dolayısıyla, ülkeleri işgal etmeye kalkışmak mantıksızdır ve anlamsızdır.

Geçmiş dönemlerde güçlü silahlara sahip olmak, caydırıcılık konusunda işe yaramıyordu. Sadece o devletlerin yöneticilerini kibirlendiriyordu. Dolayısıyla büyük devletler, karşılarındakilerin silah güçlerini bildikleri halde, birbirleriyle kıyasıya savaşabiliyorlardı. Günümüzde ise caydırıcılık oluşturan tek unsur, nükleer silahlardır. Nitekim İkinci Dünya Savaşını bitiren de atom bombasının varlığı ve kullanımıdır. Günümüzdeki savaşlar, nükleer silahlara sahip olanlar arasında olmamaktadır. Nükleer silahı olanla olmayan arasında veya iki tarafında nükleer silahının olmadığı durumlarda savaş çıkmaktadır. Ama nükleer silahlar kullanılamadığı için, güçlü ülkeler sonunda kaybetmektedir.

Diğer taraftan, silahlanma yarışı yapabilmek için, insanların yiyeceklerini kısmak gerekir. Küreselleşen dünyamızda, insanları, en temel haklarından mahrum ederken, alınan silahlarla halkı korumaktan bahsetmek bir çelişkidir. Çünkü artık karnını doyurmakta zorlanan insanlar için vatan anlayışı, doğduğu değil, doyduğu yer olarak değişmiştir. O halde silahlanmaya değil, insanların yaşamaları için elzem olan konulara yatırım yapılmalıdır.

Silahlanma yarışının sona erdirilmesinde başarılı olabilmek için, bütün dünyanın birlikte çaba göstermesi gerekir. Savaş çığırtkanlığını yapanlar; askerler değildir. Siyasetçi-iş insanı-basın mensubu-bürokrat gurubudur. Bu gurubun bir kısmı, menfaati gereği bilerek yanlış yapmaktadır. Bir kısmı ise, anlayış eksikliğinden dolayı hata yapmaktadır. Onların yanlışlarının ve hatalarının azaltılması ve içlerinden bazılarının kendilerini düzeltebilmesi için de, bütün dünya olarak birlikte hareket edilmelidir.

Her türlü gayrete rağmen, bundan sonra da bazı yöneticiler, kibirlerine yenilerek veya oy avcılığı yapabilmek adına savaşmaya kalkışabilirler. O halde, gerek devletlerarası savaşların çıkmasını, gerekse terörist eylemleri engellemek veya azaltmak için de, bütün dünya birlikte hareket etmelidir. Aralarındaki bazı sorunları çözmeye uğraşmak ve bu hususta dünyadan talepte bulunmak yerine, meseleleri büyüterek çatışmaya kalkışanlara veya teröristleri kışkırtanlara farklı bir uygulama yapılmalıdır. Vuruşanların haklı veya haksız olduklarına bakılmadan, silahı ilk ateşleyenler ve emri verenler, kimliklerine bakılmadan derhal cezalandırılmalıdır. Akabinde, tarafları kışkırtanlara da derhal gerekli karşılık verilmelidir.

Amacımız, silahlara harcanacak paraların çoğunun, insanlığın geleceğini güzelleştirmeye harcanması için çaba sarf etmektir.

Amaç, büyüklerin güçlerini kırarak herkesi eşit hale getirmek değildir. Amaç, güçlü ülkelerin, büyümelerini sürdürmeleri için, zayıf ülkelerin insanlarının da faydasına olacak işler yapmanın gayreti içerisine girmelerini sağlamaktır.

Amaç, zenginlerin varlıklarını azaltmak değildir. Amaç, zenginlerin, insanların faydasına işler yaparak ve makul ölçülerde zenginleşmelerini sağlayabilmeleri için ortam hazırlamaktır.

Aksi takdirde, insanlık bir gün nükleer silahları kullanacak ve kendi kıyametini kendisi oluşturacaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİLAH SANAYİ YATIRIMLARININ SAVAŞLARA KATKISI için yorumlar kapalı

SİLAH SANAYİSİNİN KALKINMAYA ETKİSİ

SİLAH SANAYİSİNİN KALKINMAYA ETKİSİ

 

Bir ülkenin silah sanayi üretiminin hızlı artışı, durgunluk içerisinde fiyat yükselmelerine sebep olma ihtimali yükselir. Bilhassa, ihracat yapmayarak, kendi ordusu için üretim yapan silah sanayi, diğer sanayi imalatlarına göre, bu sonuca sebep olabilir. Bunun nedeni, ülke ekonomisine katkısının da daha az olmasıdır. Bilindiği gibi, silah olarak üretilen tank, füze, bomba gibi şeyler, başka bir malın üretiminde kullanılamaz.

Diğer taraftan, yiyecekler ile bazı ev ve büro eşyaları, doğrudan tüketilen mallar olmasına rağmen, insanlara bazı faydaları vardır. Bu açıdan bakıldığında, silah sanayindeki malların insana bir faydası da yoktur. Silah sanayi mamulleri, üretildikten sonra depolarda muhafaza edildiğinden, imalatı tamamlanan silahların, sanayiye katkısı da bitmiş olur.

Dolayısıyla, doğrudan tüketime yönelik üretimler arasında, silah sanayindeki ürünlerin tüketimi, diğer tüketimlere göre çok daha az yararlıdır. Bilhassa, tarım alanındaki üretimle karşılaştırma yaparsak, görünür hiçbir faydası yok gibidir. Tarım ürünleri, insanın vücudunun enerjisini sağladığından, silah sanayinin ürünleriyle kıyaslandığında, ara mal üretimi olarak nitelenebilir.

Silah sanayinin mamullerini diğer alanlarla karşılaştırmasını yaparsak;

Eğer, ara malları üretimi olsaydı, başka bir malın üretiminde kullanılırdı. Dolayısıyla sanayinin gelişimine katkı sağlardı.

Eğer, takım tezgâhları imalatı olsaydı, başka bir makine veya aletin imalatında kullanılırdı. Böylece faydası katlanarak devam ederdi. Ekonomiyi zincirleme olarak tetiklerdi.

Eğer, enerji üretimi olsaydı, en azından bir kısmı sanayi üretiminde kullanılırdı. Dolayısıyla bir başka üretime faydası olurdu.

Bilindiği gibi, inşaat yapmanın da ekonomiye katkısı azdır. Sadece inşaat yapılana kadar faydası vardır. İnşaatlar için gerekli malzemelerin üretilmelerine vesile olur. Ancak, inşaat bittikten sonra eğer içeride veya üzerinde bir üretim yoksa kalkınmaya faydası o noktada bitmiş olur. Bu özelliğine rağmen, inşaat işleri bile, silah sanayi üretimlerine göre, çok daha faydalıdır.

Silah sanayini, hangi üretim alanıyla karşılaştırırsak karşılaştıralım, diğerlerinin ülke ekonomisine faydası, silah sanayine göre daha fazladır. Bu nedenle ayrıntılı örnekler vermeye gerek yoktur. Okuyucularımız, bu hususları çok daha net ve rakamlarla karşılaştırarak irdeleyebilirler.

Bütün bunları devleti yönetenlerin bilmediklerini düşünemeyiz. Peki, buna rağmen, silah üretimine neden yatırım yaparlar? Hattâ diğer alanlarla karşılaştırıldığında, en çok önemi, silah sanayini geliştirmeye verirler.

Silah sanayinin ülkeye faydası, bütüncüldür. Ülkeyi düşmandan korumak amacını taşır. Eğer ülke, düşman bir memleketin esiri haline gelirse, diğer üretimlerin bütün faydaları, önemsiz duruma düşer. Silah sanayinin bir başka yararı da, başka ülkelere saldırarak, onların tabii kaynaklarına ve zenginliklerine el koyarak, kendi ülkesine taşımak olarak düşünülmektedir.

Yirminci yüz yıla kadar olan tarihe baktığımızda, silah sanayine ağırlık verenlerin bazılarının, göreceli olarak bazı faydalar sağladıklarını görmekteyiz. Ancak bu durumu günümüzle karşılaştırmamızın gerçekçi olması için, keşifler sonrası sömürgeciliği ayrı tutmamız gerekir. Hattâ bu sömürgecilik sisteminde, İngilizlerin yükselişini daha ayrı değerlendirmek gerekir.

Bilindiği gibi, keşifleri ilk başlatanlar ve yeni bölgelerde ilk sömürgeleri oluşturanlar, İspanyollar ve Portekizliler idi. Sonra Hollanda bu kervana katıldı. Aztekleri, gaddar Cortes yönetimindeki 168 kişi ile İnkaları, acımasız Pizarro idaresindeki 550 askerle esir eden İspanyollar, 1558 yılında, borçlarını ödeyemeyecek duruma düştüler. Dönemlerinin önemli devletlerinden olan bu üç ülke, günümüzde keşifler sırasındaki ehemmiyetlerini kaybetmiş durumdalar. Hollanda, finans sistemini ve ticareti öncelemesi sayesinde ayakta kalmayı başardı.

Keşiflerden en çok faydayı İngilizler sağladı. Onlar da bu yararı sağlamalarının sebebi olarak silah sanayindeki üstünlüklerinin olduğunu iddia etmek zor. İngiltere, sömürge sistemini kurarken bütçesinde askeriyeye ayırdığı pay %3’ü geçmemiştir. Aynı dönemlerde Rusların orduya ayırdıkları pay ise %25’in altına inmemiştir. Demek ki, İngilizlerin sömürü düzeni kurmalarında çok daha faydalı olan başka etkenler vardır. İngilizler, sömürgelere, onları zapturapt altına alarak yönetmek olarak değil, en üst seviyede ticaret yapmak olarak baktılar.

Tarihteki olayları incelediğimizde, silah sanayine ağırlık veren ülkelerin, başlangıçta yarar sağladıklarını görmekteyiz. Ama “etki, tepkiyi doğurur” anlayışı ile gelişen olaylar sonrasında, durum çoğu zaman terse dönmüştür. Karşı saldırı daha güçlü gelmiştir. Veya savaşlar çok uzun yıllar sürmüştür. Bilhassa sömürgeleri sayesinde zenginleşmeye başlamadan önceki dönemlerde Avrupalılar arasındaki harplerin sürelerinin uzunluğu, dünya ortalamasının üzerindedir. Sömürgeler oluşturduktan sonra da, Avrupa’da birbirleriyle savaşlarını sürdürmeleri sebebiyle, İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda, beklenen kalkınmayı sağlayamadılar. İngiltere, denizle tecrit edilmiş olmanın ve komşularına göre, deniz kuvvetleri üstünlüğünün avantajından faydalandı.

Silah sanayinin kalkınmaya olan etkisinin günümüzdeki durumunu daha iyi kavramak için, devletlerin durumlarına kısaca bakalım.

Bilindiği gibi, II. Dünya Savaşından sonra, Almanya ve Japonya’nın ordu kurmaları yasaklandı. Dolayısıyla bu ülkeler, askeriyeye bütçelerinden pay ayıramadılar. Silah sanayine de pay ayırmamaları için, galip devletler tarafından, azami denetim yapılmaya çalışıldı. Bu engeller, Almanya ve Japonya’ya yaradı. Bütün devletlerden daha hızlı kalkındılar. Sanayilerini geliştirdiler. Bugün, bu iki ülke de herhangi bir ihtiyaç olduğunda, silah sanayine hızla geçiş yapabilirler. Tıpkı, ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girince yaptığı gibi bir durumla karşılaşılabilir.

Demek ki, silah sanayi üretimine yatırım yapmak, ülkelerin kalkınmalarında düşünüldüğü kadar etkili olmuyor.

Silah sanayinin ülkelere faydasının, teknolojinin gelişmesine katkı yapması olduğu iddia edilir. ABD bu duruma örnek gösterilir. ABD’deki teknolojik gelişmenin, Almanya ve Japonya’dan çok ileri olduğunu iddia etmek zordur. Ayrıca ABD, teknolojideki gelişmeleri ülke dışından gelen kapasiteli beyinler sayesinde başarmaktadır. ABD’de mühendislerden yaklaşık üç kişiden birinin dolaylı veya doğrudan silah sanayinde çalıştıkları doğrudur. Ama ABD’nin ihracattan elde ettiği gelirlerinin -1970’lerin sonlarından itibaren ufak bazı değişiklikler dışında yarısından fazlası- patent, lisans ve knowhow yani, yapım bilgisi satışından elde edilmiştir. Kalan gelirler içerisinde, gemiler, uçaklar, makineler gibi büyük çaplı satışlar yapıldığı dikkate alınırsa, silah sanayinin satışlarının ihracat içerisindeki payı, tahmin edilenden daha düşük kalıyor. Demek ki, silah sanayinin ülke kalkınmasına faydası, beklenenden çok düşüktür.

Diğer yandan, hiçbir ülkenin, silah sanayinde geliştirdiği bir bilgiyi başka ülkeye vermesi düşünülemeyeceği için, silah sanayinin, yapım bilgisi satışı içerisindeki payı çok azdır. Ancak modası geçmiş silahların bilgilerinin satışı, ülkenin, bu alanda bir pay almasına sebep olabilir. Nitekim ABD’nin ihracat gelirlerinin yarısından fazlasını sağlayan, patent-lisans-yapım bilgisi gelirlerinin içerisinde, silah sanayinin payı tahmin edilenden çok daha azdır.

Silah sanayi üretimi yapan ülkelerin savunabilecekleri bir yön vardır. Silah geliştirme araştırmalarının sonuçlarının bazılarının, sivil teknolojide de kullanılıyor olmasını göstererek, ekonomiye katkısından bahsedilmektedir. Bu doğrudur. Ama bunun karşı şıkkı da vardır. Sivil teknolojideki gelişmeler, silah geliştirmelerinde de kullanılmaktadır. Hangi yöndeki çalışmanın daha baskın olduğu yönünde araştırma yapmak mümkün değildir. Çünkü silah geliştirme araştırmaları gizli yapılmaktadır. Dolayısıyla, silah geliştirme çalışmalarının sivil teknolojiye faydasının çok olduğunu iddia etmenin bir geçerliliği yoktur. Eğer ABD’de, silah sanayinde çalışan mühendislerin çoğu sivil sanayide çalışsaydı, ABD, bugün teknolojik olarak geçildiği alanlarda geçilir miydi diye düşünmek gerekir.

Bizim yukarıda anlattıklarımız, silahların üretimini kendileri yapmak için, silah sanayi yatırımına ağırlık veren ülkelerin durumlarını karşılaştırmak içindi. Kendisi üretim yapmayıp, dışarıdan doğrudan silah ithal eden ülkelerin halleri ise, çok daha kötüdür. Onlar, ülkelerindeki iş hayatına bir katkı sağlamamışlardır. Aksine, iş hayatını geliştirecek maddi kaynakları, depolarda bekleyecek mallara yatırarak, ülkelerinin kalkınmasını engellemişlerdir. İlginç olan, günümüzdeki silahların teknolojik yapısının üstünlüğünden dolayı, satın aldıkları bu silahlardan yeterince faydalanamayacaklarıdır. Çünkü birincisi, bu teknolojik silahları yerli yerinde kullanacak bilgi ve kültüre sahip insanları yetersizdir. İkincisi, silahların bilgisayar yazılımları, yani kullanım kılavuzları satın aldıkları ülkenin elinde olduğundan, satışı yapan ülke istemezse, o silahları işlerine yarayacak yönde kullanamazlar.

Silah sanayi yatırımlarının bir başka yönü daha var. Bunca silah yatırımı yapan ülkelerin girdikleri savaşlarda, yaptıkları yatırımın ve harcadıkları paranın karşılığını alabiliyorlar mı? Bu hususu bir başka yazımızda irdelemeye çalışacağız.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİLAH SANAYİSİNİN KALKINMAYA ETKİSİ için yorumlar kapalı

KUR’AN’I ANLAMA YÖNTEMİ VE BAZI YORUMLAR

KUR’AN’I ANLAMA YÖNTEMİ VE BAZI YORUMLAR

 

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Kur’an Yorumları Üzerine” ve “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” başlıklı makalelerimizde konuya bazı yönlerden yaklaşmaya çalıştık. Bu yazımızda hem biraz daha faklı açılardan ele almaya çalışacağız, hem de ayetlerin bazılarını kendimizce yorumlayarak örnekler vereceğiz.

Kur’an, bilinen kutsal kitapların içerisinde, indirilişi en uzun yıl sürendir. 23 sene içerisinde peyderpey inmiştir. Bu özelliğine rağmen, bilinen insanlık tarihinin süresiyle karşılaştırıldığında, çok kısa olduğu aşikârdır.

Diğer taraftan, Kur’an’ın indiği bölge, bilinen kutsal kitapların içerisinde en geniş coğrafi bölge niteliğindedir. Kur’an, hem Mekke şehrinde hem de Medine’de inmiştir. Bu geniş alana karşın, yeryüzünün büyüklüğü ile karşılaştırıldığında, küçük bir alan olarak kalır.

Takdir edileceği gibi, peygamberler aracılığıyla bölge halkına gönderilen bir kutsal kitabın, öncelikle, o halkın anlayacağı bir dilde olması gerekir. Ayrıca, kutsal kitapta yapılan benzetmeler, bölgenin tabii özelliklerine ve halkın yapısına uygun olmalıdır.

İşte, Kur’an’da da ayetler, hem bölge halkının dilinde, hem de çevrenin vasıflarına ve kültürüne uygun ifadeler şeklindedir. Yapılan tasvirler ve tarifler, tamamen bölgenin özellikleriyle özdeşleşmiştir. Birkaç örnekle, konuyu daha netleştirelim.

Kur’an’da en çok yapılan tasvirlerden birisi, Cennetle ilgilidir. Cennet, altından ırmaklar akan bir yer olarak anlatılmıştır. Bu tasvirin indirildiği bölgenin arazisinin büyük çoğunluğunun çöl olduğu yerler olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, altından ırmaklar akan bir yer, çevre halkının hayallerini süsleyen, ulaşmayı çok arzu edecekleri bir ortamdır. Eğer, Yüce Yaradan, Kur’an’ı bir başka bölgede, örneğin Urallar tarafında bir yerdeki halka gönderseydi, Cennet tasvirini daha farklı yapacağı muhakkak idi. Çünkü bölge, zaten akarsuların ve yeşilliklerin bol olduğu bir yerdir.

Kur’an’daki Cennet tasvirini okuyan Ural Dağlarındaki bir insan, ne düşüneceğini şaşırır. Kur’an’ın, dilbilgisi kuralları yöntemiyle yapılan tercümesindeki Cennet tasviri, onun hayallerini süslemez. Hâlbuki bütün evreni yaratan, tek olan Tanrı’nın, yeryüzünün farklı bölgeleri hakkında bilgi sahibi olmaması düşünülemez. Çünkü zaten her yeri yaratan O’dur. Demek ki, Kur’an’ın yorumunu, sadece kelimelerin anlamlarına sadık kalıp, Kur’an’ın özü ile karşılaştırmadan yaparsak, insanları yanlış yönlendirmiş olma ihtimalimiz artar.

Cennet tasvirindeki benzer durum, abdest konusunda da vardır. Maide Suresi 5/6ıncı ayette: “…Su bulamamışsanız, .temiz toprakla teyemmüm yapın. Yüzlerinizi ve ellerinizi toprakla meshedin…” Yüce Yaradan, su bulmanın zor olduğu çöl bölgesinde yaşayan insanlara, kolaylık için bir yol göstermiştir. Fakat toprak ile teyemmüm etme kolaylığı, Kuzey Kutbunda yaşayan Eskimolar için geçerli değildir. Çünkü Eskimoların, temiz ve kuru toprak bulmaları, su elde etmelerinden çok daha zordur. O halde, toprak ile teyemmüm yapılmasını tavsiye etmenin farklı bir maksadı olmalıdır. Amacın ne olduğunu, ayetin devamını okuyarak anlamaya çalışalım. Ayetin devamında şöyle denilmektedir: “…Allah’ın muradı, sizi sıkıntıya koşmak değildir. Ancak, O sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz”. Yüce Yaradan, bize kolaylık sağlamak istediğini başka ayetlerinde de ifade etmektedir. Bakara Suresi 185inci ayet: “…Allah size kolaylık diliyor, zorluk irade buyurmuyor…”

Demek ki, Allah, insanlara kolaylık yolunu göstermeye çalışıyor. Her şeyi yaratan, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Yüce Yaradan’ın, Eskimolardan habersiz olması tasavvur edilemez. O halde, toprak ile teyemmüm ayetini okuyan Eskimo’nun, kendi hayat şartlarına göre, bir kolaylık yolunu uygulamasında sakınca yoktur. Eskimolar da, örneğin, temiz kar veya buza el sürerek teyemmüm yapabilir.

Maide Suresinin 6ıncı ayetinde Yüce Yaradan, teyemmümü anlattıktan sonra, bizleri temizlemek istediğini ifade ediyor. Hâlbuki kuru bir toprağı ellerimize yüzümüze sürmekle, maddi açıdan temizlenemeyeceğimiz açıktır. O halde, Allah’ın, bizi temizleme isteği, ne anlama gelebilir?

Bilindiği gibi abdest, namazdan önce alınır. Namaz, insanın, Yüce Yaradan’ın huzurunda olduğunu en çok hissedeceği andır. Aslında, her an Allah’ın huzurundayız, ancak, günün telaşesi içerisinde böyle bir duyguyu çok az hissederiz. Fakat namaz öyle değildir. İşte, Yüce Yaradan’ın huzuruna çıkacağımızın bilincinde olduğumuz namaz öncesinde, bizden isteten şey, bir arınma ayini olabilir. Amaç, O’nun yüce huzuruna, zihnimizdeki her türlü yanlış düşünceden temizlenerek çıkmamızdır. Bu temizlenme işlemini gün içerisinde defalarca yaparak, kendimizi yani zihnimizi, kötü niyetlerden arındırarak temiz tutmaya gayret etmemiz istenmektedir.

Kur’an ayetlerinde lafza ve yapılan tasvire değil, öze dikkat etmemiz gereken bir başka husus, oruç sırasında yeme içme yasağının süresidir.

Bakara Suresi 2/187: “Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikten size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde itikâf halinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar.”

Oruç tutmaya başlama ve bitirme zamanı, Kur’an’ın indiği bölgenin coğrafi şartlarına göredir. Ayrıca, Kur’an’ın gönderildiği yöredeki halkın ay takvimi kullanılması da, yılın her gününde oruç tutulmasına imkân verir. Böylece, oruç tutulmasında adaleti sağlar. Eğer o bölgede güneş takvimi kullanılsaydı, Ramazan ayı belli bir dönem olduğu için, aynı tarihlerde başka bir bölgenin şartları farklı olduğundan, insanlar arasında adalet sağlanamamış olurdu. Bir taraf yaz sıcağında oruç tutarken, bir başka bölge için daha kolay şartlar olurdu. Bu durumda muhtemelen Yüce Yaradan, adaleti sağlamak için, oruç tutma günleriyle ilgili emrini başka bir anlatımla verirdi.

Oruç tutma saatleri ile Kur’an hükmünü gördükten sonra kendimize şu soruyu sormalıyız. Eskimolar oruç tutarken ne yapacaklar? Onların yaşadıkları bölgelerde 6 ay gece 6 ay gündüz olmaktadır. Bu durumda orucu nasıl tutacaklar? Bu sorunu çözmek için bazı bölgelerdeki insanlar, Mekke şehrinin oruç tutma zamanlarına uyuyorlar.

Abdest konusundaki irdelememiz sırasında yukarıda söylediğimiz gibi, Yüce Yaradan’ın, kutuplara yakın bölgelerde yaşayanları ve bölgenin özel şartlarını bilmemesi düşünülemez. Diğer taraftan, Allah, insanlara kolaylık sağlamak istediğine göre, Kur’an’ı incelemeye devam edelim.

Oruç zamanını nasıl tayin edeceğimizi anlatan Bakara Suresinin 187inci ayeti, saat vermez. Ama ayetin başlangıcında bir başka kolaylıktan bahseder. “Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığını isteyin…”

Ayete göre Yüce Yaradan, bizim nefsimize hâkim olamayacağımızı ve Ramazan ayı boyunca eşlerimizden uzak kalmakta çok zorlanacağımızı bildiği için, günaha girmemizi önlemek amacıyla, oruç gecesi kadınlarımıza yaklaşmamıza izin veriyor. Yani bize kolaylık sağlıyor.

Ayetin anlatımından anlaşılan o ki, orucun yeme içme yasağının olduğu zaman dilimi içerisinde, kadınlarımıza yaklaşmamız yasak. Kadınlarımıza yaklaşmak için, bizim günlük yaşantımızda gece kavramı hangi saatler içerisinde ise, o zamana uymamız isteniyor. Bu demektir ki, Eskimoların veya yakın bölgelerdekilerin, bir şey yememe anlamında oruç için uymaları gerekli süreler de, o dönemde günlük yaşamlarında uydukları sürelerle bağlantılı olmalıdır. Önemli olan, insanın bedenine zarar vermeyecek, ama Tanrı’ya saygısını da gösterecek kadar nefsine hâkim olacağı makul bir süre oruç tutmaktır.

Dolayısıyla, günlük hayatımızda işe giderken, ülkedeki insanların ortalamasının sabah kalkma zamanından, âlimlerce belirlenecek makul bir süre öncesinde orucu başlatabiliriz. Akşamki iftar yemeği için de, aynı yöntemi ve uygulamayı yapabiliriz. Aksi takdirde kutup bölgelerinde güneşe göre oruç tutarsak, hem vücudumuza zarar vermiş oluruz, hem de nefsimize yenilme ihtimalimiz çok artar. Bu nedenle, istesek de oruç tutamayız. Dolayısıyla arzu ettiğimiz halde, orucun faziletlerinden mahrum kalırız.

Hâlbuki Yüce Yaradan, ilgili ayetinde, müracaatımızı kabul ederek bize kolaylık sağladığını ve bizi affettiğini söylüyor. O halde, bölgedeki bilginler aracılığıyla bizler, Ramazan ayı sırasında günlük yaşamımızdaki sürelere uyarak belirlenen zaman diliminde oruç tutma gayretinde olursak, Yüce Yaradan’ın bizi affetmesi ve oruç süremizi kabul etme ihtimali, bizim oruç sırasında dürüstçe davranmamızla doğru orantılıdır.

Dolayısıyla, birçok konuda olduğu gibi, oruç konusunda da, bir ayetin Kur’an’ın özüyle çelişki olduğunu düşündüğümüz durumlarda, sadece lafzını değil, Kur’an’ın özünü dikkate almalıyız. Çünkü Kur’an’da çelişki olmaz. Bu özüne uygun uygulama anlayışını, orucun sadece yeme içme şartlarına uyarken değil, ruhumuzla tuttuğumuz orucun diğer anlamlarına uyarken de sergilemeliyiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN’I ANLAMA YÖNTEMİ VE BAZI YORUMLAR için yorumlar kapalı

TOLSTOY’UN DİN KONUSUNDAKİ BAZI TESPİTLERİ ÜZERİNE

TOLSTOY’UN DİN KONUSUNDAKİ BAZI TESPİTLERİ ÜZERİNE

 

Tolstoy yaşamı boyunca, birbirinden farklı anlayışlara sahip olmuştur. Zengin bir muhitte dünyaya gelmiştir. Dünyanın kendilerinin etrafında döndüğünü zanneden yazarlar ve şairler gurubuyla birlikte, kibirlendiği bir dönem yaşamıştır. Ancak sorgulayıcı bir yapıya sahip olduğu için, bir süre sonra kendisine bazı sorular sormaya başlamıştır. Kendisine soru sormaya devam ettikçe, eski savunduğu anlayışları reddederek yenisine yelken açmıştır. Orada da durmamış, sorgulamaya devam etmiş ve yeni guruplara katılmıştır. Denilebilir ki, fikri arayışlarını ölünceye kadar sürdürmüştür.

Tolstoy’un hayatında yaşadığı değişimleri, bu sitede yayınladığımız “Yaşamın Anlamı Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemizde ele almıştık. Bu sebeple burada bahsetmeyeceğiz. Bu yazımızın amacı, yazarın yaptığı bazı tespitler hakkında okuyucularımızı bilgilendirmek ve varsa, aynı konuyla ilgili olan kendi fikrimizi ifade etmektir.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, çok farklı hayatlar yaşamış olması, Tolstoy’un, halkın sosyal yapısının hemen her tarafı hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, yaşadıklarından esinlenerek yaptığı tespitler, birçok yazarınkine göre daha mantıklıdır.

Bu makalemizde, Tolstoy’un din hakkındaki fikirlerini ele alacağız. Tolstoy’a göre, insanlar nasıl kalpsiz yaşayamıyorlarsa, din olmadan da akılcı bir hayat yaşayamazlar.

Peki, insanların hayatında bu kadar önemli olan dinler, neden, doğup büyüdükten sonra ölüme doğru sürüklenmişlerdir?

Bilindiği gibi, dinlerdeki bu evreler, sadece tek Tanrılı dinlerde görülmemiştir. Çok tanrılı dinlerde de görülmüştür. Hattâ tanrısı olmayan dinlerde de benzer evreler yaşanmaktadır. Tek Tanrılı dinlerle, Budizm ve Hinduculuğun bugünkü halinin, ilk çıkışıyla aynı olduğunu hiç kimse söyleyemez.

Tolstoy, dinlerdeki değişimin iki nedeni olduğunu söyler. Birincisinin, Tanrı veya tanrılar ile insanlar arasında aracılık ettikleri düşünülen ve seçilmiş oldukları söylenen aracı kişilerdir. İkincisi, bu aracıların, söylediklerinin doğruluğuna insanları inandırabilmek için, kendilerince, deliller sunmalarıdır.

Yazarın birinci sebep olarak gösterdiği aracıların, günümüzde hangi guruplar olduğunu bir düşünelim. Hahamlar, Papazlar, Hocalar, Mollalar, Brahmanlar, Budist Rahipler bu gurupların en önemlileridir. Bu guruplardaki din insanlarının önemli bir bölümünün, insanları din konusunda doğru yönlendirdiklerini söylemek çok zordur. Nitekim Yüce Yaradan, Kur’an’ında bu hususta şöyle buyuruyor:

Tevbe Suresi 9/34: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarf etmeyenleri bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!”

Ayette tanımlanan yapıdaki din insanlarının bir kısmı, muhtemelen kendilerinden önceki din insanlarından etkilenerek yanlış yolda olduklarını bilememiş olabilirler. Bu konuda Kur’an şöyle söyler:

Araf Suresi 7/30: “Allah, bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık lâyık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.”

Ancak her kesimde olduğu gibi, din insanları arasında da art niyetli olanları mutlaka olmuştur ve insanlık var oldukça, olacakları söylenebilir. Aslında şeytanı dost edinmiş olan bazı din insanları, kendilerinin söylediklerinin doğru olduğunu ispatlamak için, kendilerince deliller uydururlar. Somut delil bulamayacakları için bunların çoğu, bu görevin kendilerine rüyalarında verildiğini söylerler. Bir kısmı ise, peygamber için söylenmiş bazı ayetleri, kendileri için söylenmiş gibi sunarlar. Bazı ayetleri de, nasıl yaptıklarını anlayamadığımız bir şekilde değiştirerek sunarlar.

Kendisinin evliya olduğuna dair deliller sunduğunu, yazdırdığı kitaplarda anlatan bir şahsın kitabından bazı alıntılarla bu hususu biraz açıklayalım.

Zariyat Suresi 51/21: “Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz?”

Yukarıdaki bu ayeti kendilerinin evliya olduğuna delil olarak kullanan bu zat, kitabına koyduğu bu ayeti, sadece şu haliyle yazıyor: “İçinizde… Görmüyor musunuz?” Ayeti böyle garip bir şekilde yazdıktan sonra, kitabının devamında, Allah’ın böyle buyurduğunu ve inananlara duyurduğunu söylüyor.

Yukarıda aslını verdiğimiz bu ayeti, ”İçinizde… Görmüyor musunuz?” şeklinde değiştirip, kendisinin evliyalığına delil olarak göstermek, sahtekârlıkta sınır tanımayan ciddi bir marifet gerektirir.

Yine bir başka ayetin yorumunu nasıl yaptığının örneğini verelim.

Araf Suresi 7/181: “Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet var ki, onlar hakka yol gösterirler ve o hak ile adaleti yerine getirirler.”

Evliya olduğundan dem vuran bu şahıs, bu ayeti doğru haliyle yazdıktan sonra, arada nasıl bir bağ kurduğunu anlayamadığımız bir şekilde şöyle yorumluyor:

”Bu tertemiz vazife, manevi bir miras olarak nebilerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibar-ı evliyaullahtır. Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakişbendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır.”

Kitabından örnek verdiğimiz ve evliyalığı kendinden menkul olan bu zat, anlatımına güya deliller vererek şöyle devam etmektedir:

“Abdülkadir Geylani ve Muhyiddin İbn-ül Arabi Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun manasının doğruluğu, pek çok Ayet-i kerime ile sabit olmuştur.”

Sözde evliya olan bu şahıs yazısına, şeyhliğiyle ilgili deliller sunduğunu düşünüp aşağıdaki ayeti vererek devam eder.

Yasin Suresi 36/60: “Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size emretmedim mi?”

Kendinden menkul evliya bu ayeti yazdıktan sonra, bir de “kalpler Allah’ı zikredince, şeytan ümitsiz olarak geri çekilir” anlamında bir hadisi vererek açıklamasına şöyle devam eder: “Zikrullah şeytanı uzaklaştırır. İşte bunun içindir ki, dünyada iken bir Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihya eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.”

Yukarıda kısaca verdiğimiz örnekler ve okuyucularımın vereceği misaller, Tolstoy’un tespitini doğruluyor. Dinleri bozanlar, Tanrı veya ilahlar ile insanlar arasında aracı olanlardır. Ve böylelerinin, söylediklerinin doğru olduğunu savunabilmek için –aklı başında insanlar açısından saçma da olsa- cahil insanları kandırabilecek deliller göstermeleridir.

Bilindiği gibi, Tolstoy, insan hayatının değişik alanlarıyla ilgili birçok fikirlerini doğrudan veya hikâyeler yoluyla ifade etmiştir. Bunların bazılarını daha önceki bazı makalelerimizde ele almaya çalıştık. Bundan sonrasında da, fırsat bulursak yenilerini irdelemeyi sürdüreceğiz.

Tolstoy’un, yazımızın konusuyla ilgili çözüm teklifi şöyle:

“İnsanlar neden birbirlerini kazıklayarak yaşıyor da, daha kazançlı olabilecek ortak çalışmalar yapmak yoluna gitmiyorlar?

Eşitsizlik ortadan kalksaydı, çatışmalar da ortadan kalkmış olurdu.

Bütün insanlar birbiriyle kardeştir ve eşittir. Herkes, kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranmalıdır. Bu yüzden bütün sorun, uydurma bir din ve din düzeni yerine, gerçeğinin konulması ile çözülebilir.”

Tolstoy’un uydurma bir din ve düzeni yerine, gerçeğinin konulmasının sorumluluğu kimlerde olabilir. Bu konuda Kur’an bize şöyle yol gösteriyor:

Ali İmran Suresi 3/19: “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.”

Demek ki, konular hakkında bilgisi olanlar sorumludurlar. Çünkü bunlar, kendilerine ilim gelmiş olanlardır. Eğer, kendilerine ilim gelmiş olanlar, “sırf aralarındaki aşırılık ve ihtiras yüzünden” sessiz kalmayı ve insanları kandırmayı sürdürürlerse, ayet net bir şekilde uyarıyor.

Tanrı hakkında bilgi sahibi olanların ve kendilerine ilim gelmiş kişilerin, “Allah, hesabı çabuk görendir” ikazının önemini, diğer insanlardan daha iyi kavramış olacakları düşünülür. Bu sebeple, bu konumdaki insanların, yanlışlıklara sessiz kalmaları bile kabul edilemez.

Buna rağmen, Tanrı’nın varlığını bilenler ve kendilerine ilim gelmiş olanlar, ihtiraslarına yenilerek, uydurma bir din ve düzeni yerine gerçeğini koymaya uğraşmazlarsa, Yüce Yaradan huzurunda sorumluluk sahibidirler.

Sosyal kategorisine gönderildi | TOLSTOY’UN DİN KONUSUNDAKİ BAZI TESPİTLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

SEFİHLERİN MAL SAHİPLİĞİ ÜZERİNE

SEFİHLERİN MAL SAHİPLİĞİ ÜZERİNE

 

Sefih kavramı Kur’an’da aşağıdaki ayette geçmektedir.

Nisa Suresi 4/5: “Allah’ın, sizi başına diktiği mallarınızı aklı ermeyenlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”

Ayette “aklı ermeyenler” olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası, süfeha, yani sefihler olarak geçmektedir. Kur’an’da geçen bu kelimeyle, aklı ermeyen veya ahmak kimseler kast edilmektedir. Akli dengesi yerinde olmayan insanlar da, toplumda sefih olarak nitelenseler de, Kur’an’daki anlamı bu değildir.

Yukarıda verdiğimiz Nisa Suresinin sonraki ayetlerine baktığımızda, ayette bahsedilen sefih, yani aklı ermeyen insanların, yetimler olduğu anlaşılmaktadır. Yetimler, reşit hale gelene kadar, aklı ermeyen olarak görülmüştür.

Şimdi konumuzla dolaylı bağlantılı olan bir başka ayeti inceleyelim.

İsra Suresi 17/29: “Elini bağlayıp boynuna asma. Onu büsbütün de açma. Aksi halde kınanırsın ve yaptığına pişman olur kalırsın (acınacak hale gelirsin).”

Ayet, saçıp savuranların, pişman olup acınacak hale geleceklerini uyarmaktadır. Bu açıdan bakılınca, israf ederken saçıp savuranlar da, sefih tanımına uymaktadır. Çünkü mal varlığını, saçıp savurarak israf edip, sonunda kendisi acınacak hale gelen bir insanı, “aklı ermez” veya “aptal” olarak nitelemeyip, ne demek uygun olur?

Kur’an’ında Yüce Yaradan, israf edenleri sevmediğini söylemektedir. (Enam Suresi 6/141, Araf Suresi 7/31) Çünkü bu insanların sahip oldukları malları ve mülkleri, onlara Yüce Yaradan vermiştir. Fakat o insanlar, yine tek olan Tanrı’nın onlara verdiği aklı kullanmayarak israf edip, saçıp savurmuşlardır.

Kur’an, kumar konusunu da işlemiştir. Kumar konusunun yorumlarına bakılınca, mallarını kumar oynayarak çoğaltmaya çalışanlara kumarbaz denilmektedir. Bunlar, emek vermeden aşırı kazanç sağlayayım diye düşünmektedirler.  Ancak, emek vermeden kazanayım derken, varlıklarını diğer kumarbazlara veya kumar kurumlarına kaptırmaktadırlar.

Emek vermeden zengin olmak için kumar oynayanları ve eğlenceye aşırı düşkünlük göstererek mallarını harcayanları da, sefih olarak niteleyebiliriz. Çünkü onlar, çalışarak ve üreterek kazanç sağlama üzerine kurulu olan toplumsal düzeni bozmaktadırlar. Ailelerinin, fakirlerin de hakkı olan ve Yüce Yaradan’ın verdiği varlıkları, sırf kendi hırsları ve tatminleri için, bir hiç uğruna başkalarına yedirmektedirler. Dolayısıyla, “aklı ermez” ve “aptal” haline gelmektedirler.

Kur’an’daki israfla ilgili ayetleri yorumlayanların bazı âlimler, Allah’a isyan yolunda yapılan harcamaları da israf saymışlardır. Ancak, bu şekilde israf edenlerin sefih olarak nitelenmeleri hususunda bir fikir beyan etmemişlerdir.

Fakat bazı âlimler, mallarını, Yüce Yaradan’a isyan yolunda harcamakta ısrar edenlerin, sefih olarak kabul edileceklerini düşünmektedirler. Eğer böyle kişiler, tek olan Tanrı’ya isyan yolunda çalışırlarken, masum insanların zarar görmelerine veya ölümlerine bilerek sebep olurlarsa, sefih olarak nitelenmeleri, mantıklı hale gelir.

Çünkü yazımızın başında verdiğimiz Nisa Suresinin beşinci ayetindeki “Allah’ın sizi başına diktiği mallarınızı” ifadesine göre, mülkün asıl sahibi, Yüce Yaradan’dır. Tek olan Tanrı’nın verdiği bu malları, Allah’a isyan yolunda harcamakla kalmayan bu kişiler, Yüce Yaradan’ın yarattığı diğer insanlardan masum olan kullarına zulüm yaparak, aklı ermeyenler gibi davranmışlardır. Eğer bu şahıslar, mallarını, insanlara zulmetmeden, Allah’a isyan yolunda harcarlarsa, onlar, “aklı ermez” veya “aptal” olarak nitelenemez. Çünkü onlar, zaten Tanrı’nın varlığına inanmadıkları için, bütün mülklerinin, sadece kendilerine ait olduğunu zannediyorlar. Ama mülklerini, Yüce Yaradan’a isyan konusunda harcarken, insanlara zulmeder veya ölümlerine sebep olurlarsa, toplumsal kuralları ihlâl etmiş olurlar. Dolayısıyla, herkesin uyması gerekli kuralları yok saymak, sefih olarak nitelenmelerini haklı kılar. Eğer bu kişiler, tek olan Tanrı’ya inananlardan güçsüz bulduklarına, sırf Yüce Yaradan’a inanıyorlar diye zulüm yaparlarsa, sefihliğe ilaveten, bozguncu ve hain olarak nitelenebilirler.

Kur’an’da verilen Karun örneği de, bu konuyla bağlantılıdır. Karun, kendisine Yüce Yaradan’ın verdiği mallarını, kendi nefsinin doğrultusunda değerlendirmesine rağmen, tek olan Tanrı, ona karışmamıştır. Aksine, ona verdiği mülkü artırmıştır. Ancak Karun, günün birinde Hz. Musa’ya tuzak kurarak, Yüce Yaradan’ın sevdiği bir kuluna zarar vermeye kalkışınca, cezalandırılmıştır. Çünkü Karun, bu davranışıyla, sefih, yani aklı ermez insan konumuna düşmekle kalmamış, hainlik ve bozgunculuk yapmıştır.

Yüce yaradan, Kur’an’ında, bozguncuların işlerini düzeltmediğini, hainlerin hilelerini başarıya ulaştırmadığını vurgulamaktadır. Bu vaadiyle ilgili olarak, bizim ders çıkarmamız için, verdiği en belirgin örnek, Karun kıssasıdır. Tek olan Tanrı, sefih konumuna düşen Karun’u ve sarayını birlikte yerin dibine geçirmiştir. Böylece, Karun ölünce, kendi malını yönetme durumu ortadan kalktığı gibi, soyundan hiç kimse de, malına varis olamamıştır.

Eğer Karun, sadece zenginliğiyle kibirlenmekte kalsaydı, Hz. Musa’ya tuzak kurmasaydı sonuç belki böyle olmayabilirdi. Belki de Yüce Yaradan, onu bu kadar sert cezalandırmazdı. Biz bilemeyiz. Bizim anladığımız, Kur’an’da, zenginliğe değil, zulüm yapılmasına karşı çıkılmaktadır.

Kur’an’da verilen bütün örneklerin amaçları vardır. Ayrıca, verilen örneklerde, ders almak isteyenler için faydaları vardır. Ancak, Nuh Tufanı, Firavun ve şürekâsının ölümü ve Karun’un sarayının içindekilerle birlikte yerin dibine geçirilmesi gibi gerçekleşmiş hikâyeler, daha dikkatle incelenmesi gereken gerçek örneklerdir. Bu misaller, sadece sefih olarak nitelenebilecek bazı şahısların ders almalarıyla sınırlı değildir. Bilindiği gibi, Firavun, kavmini suya götürür gibi ateşe götürmüştür. Demek ki, bazı önderlerin yaptıkları, kavimlerini veya çevresindekileri etkilemektedir. Dolayısıyla, kavmin mensupları veya çevresindekilerin de sorumluluğu vardır.

Çıkış yolu, her bireyin kendi geleceğini düşünerek, tek olan Tanrı’dan af dileyip, O’nun gösterdiği yola girmeye çaba gösterip, her iki dünyasını da kurtarmaya çalışmasıdır.

Tanrı’dan kaçış yoktur.

Sosyal kategorisine gönderildi | SEFİHLERİN MAL SAHİPLİĞİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

TÖVBE ETMEK NASIL OLUR

TÖVBE ETMEK NASIL OLUR

 

Tövbe konusunda, bu sitede daha önce, “İslâm’da Tövbenin Geçerliliği” ve “Tövbekâr Olup İyi İşler Yapanlara Allah’ın Rahmeti geniştir” başlıklı makalelerimizi yayınlamıştık. Bu yazımızda konuya kısmen farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Tövbe etmek, sözlüklere bakıldığında, kelime anlamıyla, “geri dönmek” veya “dönüş yapmak” demektir. Dolayısıyla, tövbe eden bir insanın, tövbe ettiğini, dışarıdan bakan bir kişinin anlayabilmesi için, tövbe edenin, gittiği yoldan dönüş yapması veya geri dönmesi gerekir.

Gittiği yolunda ilerleyen bir şahıs, “ben tövbe ettim” diyor, ama halen aynı yönde ilerlemeye devam ediyorsa, onun tövbe ettiğine kimse inanmaz. Yani “tövbe ettim” diyerek, insanları bile kandıramaz. Yüce Yaradan, zaten her insanın içinden geçenleri, içinden geçirdiği anda bildiğinden, kişinin gerçekten tövbe edip etmediğini anında bilir.

İsra Suresi 17/25: “Rabbiniz içinizden geçenleri çok iyi bilir. Eğer iyi kimseler olursanız, elbette Allah çok tövbe edenleri bağışlayıcıdır.”

Yüce Yaradan, aşağıdaki ayetinde, halini düzeltenlerin tövbesini kabul edeceğini bildiriyor.

Maide Suresi 5/39: “Kim yaptığı haksızlıktan sonra tövbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.”

Peki, “halini düzeltmek ne anlama geliyor” diye düşünenler için, aşağıdaki ayet yol gösteriyor.

Bakara Suresi 2/160: “Ancak tövbe edip halini düzelterek, gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tövbeleri çokça kabul ederim.”

Yani, tövbe ettikten sonra halimizi düzelttiğimiz, gerçeği söylememizle anlaşılacak. Gerçeği söylemediğimiz zaman, halimizi düzelttiğimiz net belli olmaz.

Gerçeği söylemek, ne anlama geliyor diye düşünelim. Diyelim ki, yaptığımız bir ticaret sırasında, karşı tarafın haberi olmadan, ona yalan söyleyerek ve bilerek haksız kazanç sağladık. Sonra, bir gün akşam evde otururken aklımıza, elde ettiğimiz bu haksız kazanç geliyor. Yanlış yaptığımızı düşünüyor ve “Allah’ım beni affet” diyoruz. Sonrasında, bu konuyla ilgili herhangi bir şey yapmıyoruz. Peki, bu durumda, bizim tövbemizin kabul edilmesini bekleyebilir miyiz?

Yukarıda verdiğimiz, Bakara Suresinin 160ıncı ayetine baktığımızda, cevap, hayır olacaktır. Peki, tövbemizin kabul edilmesini sağlamak adına ne yapmamız gerekir? Öncelikle, sabahleyin ilk işimiz, kendisini aldattığımız insanı bulup, ondan helâllik dilemeliyiz. Helâllik isterken, hacca gidecek olan bir insanın, çevresindekileri arayıp “ben, hacca gidiyorum, hakkını helâl et” demesi gibi yaparsak, bir anlam ifade etmez. Çünkü helâllik istediğimiz karşımızdaki insan, bizim onu kandırdığımızı bilmiyor ki. Belki de biliyordur, ama biz onun bildiğini bilmiyor olabiliriz.

Helâllik isteyeceğimiz insana, onunla ilgili gerçekleri anlatmalıyız. Onu kandırdığımızı söylemeliyiz. Sonra, o şahsın bize geçmiş olan haklarını iade ederek, helâllik istemeliyiz.

Diyelim, yalancı şahitlik yaptık. Bizim yalancı şahitliğimizden dolayı, bir insan hapse girdi. Yaptığımız bu yanlıştan dolayı tövbe etmek, “Allah’ım beni affet” demekle olabilir mi? Yukarıda verdiğimiz aldatma örneğini, ayete kıyaslayınca gördüğümüz gibi, böyle tövbe olmaz. Gerçekten tövbe ederek, Yüce Yaradan’ın affına mazhar olmak istiyorsak, hemen mahkemeye müracaat ederek, gerçekleri anlatmalıyız. Kendimizin hapse girmesi ihtimali olsa bile, hapisteki masumu kurtarmalıyız.

Çünkü ayetlere göre, bağışlanmak için, gittiğimiz yanlış yoldan dönmek ve iyiye yönelmek şart. Yani pişmanlığı, dilimizle değil, kalbimizle duymalıyız. Bunu yapmak, her insan için zordur. Ama insanların gözü önünde yaşamaya alışmış olan magazin programları müdavimleri, zenginler, amirler, TV ekranlarında boy göstermeyi başarı olarak gören siyasetçiler için, çok daha zordur.

Bu zorluğu aşabilmeleri için, yanlarında kimse yokken, aynanın karşısına geçerek, yaptıklarıyla yüzleşmeye çalışmaları, tövbe için güzel bir başlangıç yapmalarına vesile olabilir. Bu uygulamayı ilk yaptıklarında istenilen sonuç alınamayabilir. Ayna uygulamasını, defalarca tekrar etmekte fayda vardır. Ayna karşısında yaptıklarını anlatırken, kendi gözlerinin içine bakmaları daha çabuk sonuç alınmasını sağlayabilir. Sonuç almaktan maksat, gidilen yanlış yoldan dönülerek, iyiliğe yönelmektir.

Bazı insanların yaptıkları hatalar, o kadar çoktur ki, haklarını yedikleri insanları tek tek arayıp ulaşmaları mümkün olmaz. Kimisi bu dünyadan göç etmiştir. Peki, zalimlik yaptıklarıyla helâlleşmesi mümkün olmadığına göre bu insanın tövbesi nasıl olacaktır? Ayetlere bakılınca, bu durumda olanların, süratle iyilik yapmaya yönelmeleri, onlar için iyi hal göstergesi olabilir.

Hatasını anlayan insanlar, tövbe etmek için gayret sarf ederken, Nur Suresinin 10nuncu ayetini sürekli akıllarına getirirlerse, tövbelerinin devamını gerçekleştirmeleri ihtimali yüksek olur.

24/10: “Ya, Allah’ın size bol lütfu ve merhameti olmasaydı ve Allah tövbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (haliniz nice olurdu.)?”

Ayet gayet nettir. Tövbelerimizi kabul eden bir merci olmasa biz ne yaparız?

Diyelim ki, biz düz bir eleman olarak büyük bir işyerinde çalışıyoruz. Ciddi bir hata yaptık. Bizi işten atacaklar. İşsiz kalacağız. Referansımız da kötü olacağından aynı ayarda bir iş bulmamız mümkün değil. Durumumuzu toparlamak için, hemen gittik ve bizim doğrudan bağlı olduğumuz amirimizden özür dileyerek, “yanlışımızı düzeltmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız” dedik. Ama o, “ben karışmam” dedi. Bir üst amire gittik, o da “ben karışmam” dedi. Sonunda bizim ulaşabileceğimiz makam sınırlı. Buna rağmen, bir yolunu bulduk ve en üst makama gittik, ama o da “ben bir şey yapamam, kurallar böyle” derse, biz ne yaparız? Hiçbir çözüm üretemez ve perişan oluruz.

Hâlbuki Yüce Yaradan, bize “tövbe edin, halinizi düzeltin, sizi bağışlayayım” diyor. Biz, bizi bağışlayabilecek ve rahmeti böylesine geniş bir yaratanımız varken, niye tövbe etmeyelim?

Biz makalenin boyutunun izin verdiği ölçüde birkaç örnek verdik. Okuyucularımız elbette çok daha fazlasını düşüneceklerdir. Bizim aktarmaya çalıştığımız husus, tövbenin samimiyetle ve zarara uğrattığımız kişi veya kişilerden doğrudan özür dileyerek, dönüş yapmaktır. Sonrasında da, Yüce Yaradan’dan özür dileyerek, her iki dünyadaki geleceğimizi kurtarmaya çalışmaktır.

Tövbe ettiğimizde unutmamamız gereken çok önemli bir husus daha var. Tövbemizde ve iyi hal davranışlarımızda devam etmeliyiz. Yoksa ne olacağını aşağıdaki ayet net bir şekilde açıklıyor.

İsra Suresi 17/8: “Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.”

Allah’ım, tövbe ettikten ve güzel işler yapmaya başladıktan sonra, geri dönmememiz için, bizlere irade gücü ver, sabır ve sebat ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | TÖVBE ETMEK NASIL OLUR için yorumlar kapalı

KUR’AN, BİR HAYAT EL KİTABIDIR

KUR’AN, BİR HAYAT EL KİTABIDIR

 

Kur’an’ın insanlara faydası, o insanın, Yüce Yaradan’ın bu kitabına hangi gözle baktığına bağlıdır.

Müslümanım diyen bazı insanlar, Kur’an’ı, Arapçasını okuyarak hatim yapmakla çok sevap kazanacaklarını düşünürler. Bu fikirde olanlar, duvarda insan boyundan yukarı bir yerde asılı duran Kur’an’ı, Ramazan ayında veya bir yakını vefat ettiğinde eline alır ve hiçbir kelimesini anlamadan okurlar. Anlamadan okuyanların arasında, böyle yapmakla cennete girmeyi garantilediklerini bile düşünenler var.

Bir gün, böyle düşünen iki kişiyle bir yerde karşılaştım. İkisi de Kur’an’ı öylesine ezberlemişler ki, radyoda okunan Kur’an’ı çok kısa bir süre dinledikten sonra, şu surenin şu ayetini okuyor dediler. Mekânın sahibi olan arkadaş onlara hemen Arapça yazılı bir Kur’an verdi. Onlar da açıp, radyodaki okumayı takip ettiler. Okuma bitince, mekânın sahibi arkadaş bunlara Yasin Suresinin 82inci ayetinin sonunda geçen Arapça “kûn feyekûn” sözünün anlamını sordu. İkisi birlerine baktılar ve maalesef cevap veremediler.

Kur’an’ın Arapçasını öylesine ezbere biliyorlardı ki, sırasıyla değil aradan hangi sureyi istesek ezberden okuyabiliyorlardı. Ama Kur’an’ın anlatmak istediklerinin özü denilebilecek         “kûn feyekûn” sözünün “ol dedi, oldu” anlamına geldiğini bilmiyorlardı.

Yüce Yaradan’ın bir şeyin olması için sadece “ol” demesinin yetmesi, tek olan Tanrı’nın varlığının, kudretinin, yaratışının özüdür. Ama Kur’an’ın Arapçasını ezbere bildikleri için cennete gireceklerine neredeyse kesin gözüyle bakan bu kardeşlerimiz, bunu bilememişlerdi.

Demek ki, Kur’an’a, bazı ayetlerini şu kadar sevap kazanmak için, anlamasak da, okunacak kitap olarak bakarsak, Kur’an’ın hayatımıza bir yansımasının olmasının önünü açamayız.

Eğer Kur’an, hayatımıza yön vermiyorsa, biz onu okumuyoruz, sadece terennüm ediyoruz demektir. Bir şeyi anlamadan okuyan bir kişi, okuma bilmeyen bir insanla aynı konuma düşer.

Peki, Kur’an’a ne olarak bakmalıyız ki bize daha çok faydası olsun?

Kur’an, insanın hayatını ilgilendiren ana konuların hemen hepsinden bahseder. Bu özelliğinden dolayı bazı insanlar, bahsedilen konulardan en çok hangisiyle ilgileniyorsa, Kur’an’a, ona göre anlamlar yüklerler.

Kur’an’da ilim, hikmet ve bu kavramlarla bağlantılı ifadelerin yaklaşık 750 defa geçtiğinden bahsederler. Bu incelemeyi yapan insanlar, günümüzde bilimsel olarak ispatlanan ana rahmindeki ceninin oluşumu safhaları gibi bazı bulguların Kur’an’da bahsedilmesini örnek gösterirler. Bunun gibi bazı örneklere bakarak daha da ileri giderler. Petrolün varlığı gibi birçok konuda -zorlama tercümeler yaparak- Kur’an’da bahsedildiğini iddia ederler.

Kur’an, bilime çok önem verir. İnsanları araştırmaya yönlendirir. Ama bir bilim el kitabı değildir.

Kur’an’da tabiat olayları çok sık bahsedilir. Bu konuda, Maurice Bucaille “Müspet ilimler yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an” adlı eserinde güzel incelemeler yapar. İncelediği kutsal kitapların içerisinde günümüz biliminin tespitlerine en uygun ifadelerin Kur’an’da olduğunu belirtir. Bu gerçeğe rağmen, Kur’an için bir tabiat bilgisi el kitabıdır denilemez.

Kur’an’da ticaretle ilgili çok sayıda tavsiye vardır. Alış veriş yaparken nelere dikkat edileceğini vurgular. Günümüz ekonomisinin motoru olan faizi yasaklar. Böyle yaparak, zenginlerle fakirler arasında, günümüzdeki gibi bir uçurumun oluşmasını önlemeye çalışır. İnsanları üretime yönlendirir. Kur’an, ekonomi ile sosyal hayatı birlikte değerlendirerek birçok tavsiyelerde bulunur. Ama Kur’an, bir ticaret el kitabı değildir.

Kur’an’da, insanların yapılarından bahseder. Günümüzde halen çözülemeyen “insan denilen bilinmez” hakkında çok sık bilgiler verir. İnsanlardaki, sevilen ve sevilmeyen davranış biçimlerinden sıkça bahseder. Ama takdir edileceği gibi Kur’an, bir psikoloji el kitabı değildir.

Kur’an, insanlar arasındaki ilişkileri çok sık anlatır. Bu konuyla ilgili olarak yaşanmış hikâyeleri bize aktarır. İnsanlara sürekli yol gösterir. Ama Kur’an, bir sosyoloji el kitabı değildir.

Kur’an, insanlar arasındaki hukukla ilgili bilgiler verir. Miras paylaşımlarından, evlenirken verilen mehirlerin boşanmalarda ne olacağından, şahitliklerden, komşu haklarından, insanları yanlışlıkla veya bilerek öldürmelerden ve diğer birçok konudan bahseder. Böylece insanlar arası hukukun oluşabilmesi için yol gösterir. Bununla da yetinmez. Devletlerarası hukukla ilgili yol göstericiliği de yapar. Adaletli olunmasını çok sık vurgular. “bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” diyerek, adaleti, insan davranışlarının merkezine koyar. Ama Kur’an, bir hukuk el kitabı değildir.

Kur’an, kulluk görevini yerine getirmek için yapılacak ibadetlerden bahseder. İbadetlerin yerine getirilmesi sırasında dikkat edilecekleri anlatır. İbadetlerin amaçları hakkında bilgi verir. İbadetlerin insana faydaları hususunda bazı ipuçları verir. Ama Kur’an, bir ibadet el kitabı değildir.

Kur’an’ın, yukarıda bahsettiğimiz bu anlatımlarıyla ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalede bilgi verdik. Bu sebeple, burada ayrıntıya girmedik.

Kur’an’da, yukarıda bahsetmediğimiz daha pek çok konuda bilgiler ve yol göstermeler vardır. Bütün bu bilgilerden anlaşılan o ki, Kur’an, bir hayat el kitabıdır. Huzurlu bir yaşam arzuluyorsak, yaşadığımız güncel sorunlara çözüm üretebilmek istiyorsak, Kur’an’ı başucu kitabı yapmalıyız. Çözmekte zorlandığımız her müşkülümüzde, açıp tekrar irdeleyerek, zorlandığımız konuya nasıl yaklaşmamız gerektiğini kavramaya çalışmalıyız. Kimi zaman manevi olarak rahatlamamızda, kimi zaman maddi sıkıntılarımıza sabredebilmemizde, kimi zaman işimizle veya sosyal sorunlarımızla ilgili bir çözüm aradığımızda Kur’an’a tutunursak, bize mutlaka yol gösterdiğine şahit olma ihtimalimiz çok kuvvetlidir. (En azından kendi uygulamalarım sonucunda bunun geçerli olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.)

Kur’an’ın Arapçasını okuyarak cennete girilip girilmeyeceğinin veya ne kadar sevap kazanılacağının kararı bize değil, tamamen Yüce Yaradan’a aittir.

Bizler, Kur’an’ı, yaşamımızın rehberi yapmanın gayretini göstermeye çabalamalıyız. Böylece, hem bu dünyada daha huzurlu olma, hem de ahiret hayatında huzurlu olma ihtimalimiz artar.

Yazımızın başında, Kur’an’ın insanlara faydasının, o insanın Kur’an’a bakış açısına göre şekillendiğini belirtmiştik. Biz, Kur’an’ı Tanrı kelâmı olarak kabul etmeyen Yahudi veya Hıristiyan olabiliriz. Bu durumda Kur’an’ı, kitapta anlatılanlara göre değil de, günümüzde kendilerinin Müslüman olduklarını iddia eden insanların çoğunun davranışlarına bakarak değerlendirirsek, Kur’an’ın bize hiçbir faydası olmaz.

Eğer biz Tanrı fikrine inanmıyorsak ve Kur’an’ı, Tanrı’nın mutlaka uyulmasını istediği ve uymayanları cezalandıracağı bir kitabı olarak değerlendirirsek, yine bize faydası olması ihtimali zayıflar. Diğer bir anlatımla, Kur’an’ı, inanmak veya reddetmek ve eleştirebilmek için açıklarını bulmaya çalışmak düşüncesiyle okumamalıyız. Böyle yaparsak, okumamızın bir faydasının olması, sorgulamamız sırasındaki önyargımızın bizi ne kadar esir aldığına bağlıdır.

Ama ateist olmamıza rağmen, Kur’an’ı, tartmak ve düşünmek için okursak, faydasının olması ihtimali artar. Bunun için kendimizi, meşhur bir yazarın hayat el kitabını okuyormuş gibi düşünebiliriz. Böylece, kitaba önyargı ile yaklaşmamış olacağımız için, içindeki bilgilerin insanlığı huzura ve mutluluğa doğru yönlendirdiğini kavrama ihtimalimiz artar. Ancak bir ateist olarak, Kur’an’ı, hayat el kitabı gözüyle okurken, Müslümanların, Hıristiyanları ve Yahudilerin yaptıkları yanlışlara kafamızı takmamalıyız. Sadece kitapta anlatılanlara odaklanmalıyız. Böyle yaparsak, ateist olarak başladığımız okumamızın sonunda, Tanrı fikri ile barışma ihtimalimiz bile olabilir.

Ancak her insanın Kur’an’ı okuyup değerlendirebilmesi kolay olmayabilir. Tercümelerin çoğunda hatalar olduğu için, anlatımlar bize çelişkili gelebilir. Bu durumda defalarca okunması ve çelişkilerin tercümelerde olduğunun görülebilmesi gerekebilir. Bir kitabı birkaç kere ve zorlu bir irdelemeyle okumaya tahammül edecek insan sayısı azdır. Burada görev, Kur’an’ı okuyup anlayabilmiş şahıslara düşmektedir. Kur’an’daki hayata dair öğütleri ve meselelere yaklaşım mantığını, insanların anlayabileceği şekilde ayrı kitapçıklar halinde yayınlamaları daha faydalı olabilir.

Ancak, Kur’an gibi fikir kitaplarını okumak eğlenceli değildir. Bu sebeple, okumak isteyecek insan sayısı çok azdır. Dolayısıyla, Kur’an’daki yaşamla ilgili bilgiler insanlara diğer yöntemlerle de aktarılırsa daha faydalı olur. Bu yöntemlerin bazısı; konferanslar, TV tartışmaları, filmler, diziler, tiyatro oyunları, resimli hikâyeler gibi, göze ve kulağa hitap edecek şekilde düşünülmelidir. Bütün bu yöntemleri kullanmanın sonundaki amaç, insanları İslâm’a davet etmek değildir. Amaç, insanları Tanrı fikri ile barıştırmak ve iyi insan olmaya özendirmek olmalıdır.

Bütün bunları yaparken, Kur’an’ın anlattıklarına ilave bazı şeyler katıp, dinde ayrıntıya girerek insanlara zorlaştırmaya kalkışmamak gerekir. Çünkü Yüce Yaradan, zorlaştırmaz, kolaylaştırır. Ayrıca Yüce Yaradan, Kendisini doğru tanıtmaya çalışanlara ummadıkları yardımları yapar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KUR’AN, BİR HAYAT EL KİTABIDIR için yorumlar kapalı

BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR

BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR

 

Bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalede, gerek bilim ve gerekse eğitim konularındaki bazı fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu yazımızda bilim insanları ile zanaatkârların yapılarını ve etkilerini değerlendirmeye çalışacağız.

Bilim insanları ile zanaatkârları ayırt edebilmek için yaptıkları işleri karşılaştırmak gerekir. Bilim insanları, dünyada veya evrende zaten var olan şeyleri keşfederler. Zanaatkârlar ise, daha önce yapılan işlerin yanında, daha önce yapılmayan işleri ve kullanılacak malzemeleri de gerçekleştirirler.

Bilimsel araştırmaların sonuçları, insanların isteklerinden bağımsızdır. Nitekim Einstein, “ne aradığımı bilseydim, adına araştırma demezdim” diyerek bu durumu teyit etmiştir. Zanaatkârların yaptıklarının ve araştırmalarının sonucu ise, kendilerinin yapmak istedikleri ya da halkın kendilerinden istediği şeylerdir.

Bilindiği üzere, 19uncu yüz yılda, İngiltere ile ABD arasında zanaatkâr transferi mücadeleleri çok fazla yaşanmıştır. Bilhassa İngiltere, zanaatkârlarının diğer ülkeye göç etmesine izin vermemişlerdir. Bu sebeple, zanaatkâr kaçırmaları sırasında casusluk mücadeleleri olmuştur. Ama Hitler’in baskısından kaçmaya çalışan, bilhassa Yahudi kökenli bilim insanlarını hariç tutarsak, bilim insanı kaçırmak için casuslar mücadelesi, bu yoğunlukta yaşanmamıştır. Yaşanan bu olaylar da göstermektedir ki, zanaatkârlar, toplumun ihtiyacı olan bilgi depolarıdır.

Zanaatkârlar, bir ülkenin üretim gücüdür. Üretim kültürünü kaybeden ülkelerin, uluslararası rekabete dayanmaları, geçmişte mümkün olmamıştır. Günümüzde de pek mümkün görünmemektedir.

Zanaatkârlar, zenginliğin halka yayılmasında aracı rolü oynarlar. Ama en çok da halkın yaşamını kolaylaştırıcı etkileri vardır. Bu sebeple, sayılarının artması, sosyal dengenin sağlanmasına yardımcı olur.

Fransa 1666 yılında Paris Kraliyet Bilimler Akademisini kurdu. Ama bu kurulun üyeleri halka değil, krala bağlı oldular. Çünkü bu kurula seçilebilmenin yolu krala bağlı olmaktan geçiyordu. Kral da onlara lütufkâr davranarak, halk nezdinde onur kazandırıyordu. Dolayısıyla bu kurulun, kibirli insanlar topluluğuna dönüşmesi kolay oldu. Kraliyet Bilim Akademisi, halktan ve zanaatkârlardan uzaklaştı. Sonunda, Bilimler Akademisini kurmasına ve çok sayıda sömürgeleri olmasına rağmen, Fransa, sosyal çalkantılardan kurtulamadı.

Bilimler Akademisini ilk kuran Avrupa ülkesi Fransa olmuştur. Ama onca sömürgelerine rağmen, Bilimler Akademisi ile zanaatkârlar arasında bağ kuramamış olması, diğer Avrupa Devletleri tarafından geçilmesinde önemli bir etken olmuştur.

1465’te matbaanın Gutenberg tarafından devreye sokulmasıyla, başlangıçta İncil ve Tevrat gibi dini yayınlar yapılmıştır. Fakat 1500’lerden itibaren diğer alanlarda da yayınlar başladı. Bu kitaplar, en çok Avrupalı zanaatkârların işine yaradı. Onlar, gerek Endülüs’teki uygulamaları ve gerekse Avrupa’daki başka üretimleri öğrenmeye çalıştılar. Zanaatkârların bu çabaları, keşifler sonrası zenginliğin halka üretim olarak kısmen de olsa yansımasına vesile oldu.

O dönemde matbaada basılan adetler sınırlı idi. Çünkü yazarlar, matbaaya bilgilerini satarak onlardan para alıyorlardı. Matbaalar da, çok baskı yaptıkları takdirde, başka matbaaların korsan baskı yapmasından korkarlardı. Kendi kazançlarını korumak için gerekirse daha sonra bir miktar daha basarlardı. Dolayısıyla bilgisini matbaaya satan zanaatkârlar da ayrıca para kazanabiliyorlardı. Bazen matbaalar, doğrudan kendileri kazanabilmek için etraftan topladıkları bilgileri, küçük notlar halinde basıyorlardı. Basılan kitapların çoğunluğu, 8 ile 24 sayfa arasında küçük kitapçıklardı. Adlarına chapbook deniliyordu. Dolayısıyla okunmaları kolaydı.

16ıncı yüz yılda resimli kitaplar basılmaya başlandı. Zanaatkârların en çok faydalandıkları kitaplar, İbrahim Okur’un aktardığına göre, Makineler Tiyatrosu adı verilen bu eserler olmuştur. Diğer taraftan, Marko Polo’nun seyahatlerinde gördüklerini anlattığı kitabının baskılarının yapılmasının bile, zanaatkârlara faydasının olduğu açıktır.

Avrupa halklarını kitap okumaya teşvik eden kurumların başında Kiliseler gelmiştir. Kiliselerde kitaplıklar oluşturulmasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Protestanlar ve Katolikler arasındaki mücadelelerde, kitaplar önemli rol oynamıştır. İki taraf da kendisini savunmak için, kitap basımına yönelmiştir. Diğer yandan, tarihte pek ismi geçmeyen ama döneminin etkili bazı ileri gelen insanları, kitap okunmasının ve kütüphane oluşturulmasının önemi üzerine sıkça durmuşlardır.

Hattâ İsveç gibi ülkelerde okuma yazma seferberlikleri oluşturulmuştur. Bu gibi ülkelerde, okuma öğrenen insanların büyük çoğunluğu, yazmayı öğrenmeyi beklememişler günlük yaşam mücadelesinin içine dönmüşlerdir. Ama bu çabalar, okuyan insan sayısının artmasına vesile olmuştur. Okumayı öğrenmek isteyenlerin bir özelliği, okuduklarından bir fayda görmeyi umut etmeleridir. Dolaysıyla zanaatkârların ve büyük çiftçilerin çoğu, okuma öğrenmeye çalışmışlardır.

Avrupa’da bunlar olurken, Osmanlı Türk Devletinin Türk kökenli halkında hiçbir yansıması görülmemiştir. Osmanlı’da kitap basımı, önce Yahudilerde sonra Ermeni ve Rumlarda, en sonunda Türklerde başlamıştır. Türklerde de, dini müesseseler ve devlet, kitap okumayı teşvik etmediği için, basılanların sayıları Avrupa’ya göre, çok sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla matbaanın gelmesinin halka ve zanaatkârlara bir faydası olmamıştır. Değişim, ancak II. Mahmut döneminde başlayabilmiştir.

Avrupa’daki bilimin gelişmesinde, hem bu kitapların hem de zanaatkârların rolleri göz ardı edilemez. Ayrıca, halkın yaşam seviyesini yükseltecek aletlerin yapılmasında bilim insanlarından önce, zanaatkârların etkili oldukları da bir gerçektir.

Halk için, yer çekimi kuvvetinin olup olmaması veya dünyanın yuvarlak olup olmaması önemli değildir. Ama Batlamyus’un, Marko Polo’nun matbaada basılmış seyahatnamesini ve diğer birçok eserleri okuyan Kristof Kolomb gibi bir maceracı zanaatkâr için, bu kitaplar ve bilgiler önemlidir. Halkın önemli bir bölümü zaten, matbaada basılan kitaplardan; polisiye hikâyelere, şiddet içeren anlatımlara, magazin bilgilerine  -tıpkı günümüzdeki gibi- daha çok önem veriyordu.

Zanaatkârlığın işlevini, günümüz deyimiyle, teknoloji olarak tanımlarsak fazla hata yapmamış oluruz. Ancak günümüzdeki sorun, bilginin satışının bedelinin çok yüksek olmasıdır. Eğer patent yasası gibi bazı uygulamalar olsaydı, belki eskiden de böyle pahalı olabilirdi.

Bilgiyi, zanaatkârlar aracılığıyla halkın istifadesine uygun fiyatlarla sunmadıkça, fakirler ile zenginlerin aralarındaki farkın hızla açılması devam edecektir. Maddi varlık farkı açıldıkça, sosyal sorunların da katlanarak büyüyeceği aşikârdır

Sosyal kategorisine gönderildi | BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR için yorumlar kapalı