ÖĞRENİMİMİZ, ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLUNCA BAŞLAR

ÖĞRENİMİMİZ, ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLUNCA BAŞLAR

 

Üniversiteden mezun olunca, öğrenimimiz bitiyor mu, yoksa yeni mi başlıyor tartılması yeni değildir. En azından yüz yıldır tartışılan bir husustur. Birçok mezuniyet töreni konuşmacıları, öğrencileri bu konuda uyarmışlardır. Biz bu yazımızda örnek olarak, Peyami Safa’nın 1942’de üniversite mezunlarına yönelik olarak yazdığı bir makalesini alacağız. Safa, şöyle seslenir:

“Tahsiliniz bugün sona eriyor değil mi? Ellerinize tutuşturulan diplomalarınızın en büyük yalanı budur. Öğreniminiz, bugün bitmiyor, aksine bugün başlıyor. On altı, on yedi yıldır size öğretilenlerin çoğu, ihtisas bakımından gereksizdir.

Ellerinizdeki diploma, “öğretim” denilen, ne yazık ki, ilacı henüz keşfedilmemiş müzmin bir hastalığın raporudur.

Şu mahalle doktoruna bakınız, niçin mi kazanamıyor? Muayenehanesine girip bakınız; cevap, yaldızlı bir çerçeve içerisinde duvarda asılıdır. Diploma!  Zavallı hekim, bu diplomayı oraya astıktan sonra, hastalara bakmaktan başka bir işi kalmadığına inanmıştır. Kütüphanesi tamtakırdır. Orada, unutulmuş okul bilgilerini hatırlatan birkaç tıp lügatinden ve arkadaş tavsiyesiyle alınarak okunmayan birkaç eserden başka bir şey göremezsiniz.

Asıl bugün okula başlıyorsunuz. Notları ve imtihanları olmayan bu büyük mektepten mezun olmak ve diploma almak yoktur. Çünkü ilim bitmez ve öğrenmek ihtiyacımız, varlığın sırları ve cehlimizin (cehaletimizin) karanlıkları kadar sonsuzdur.”

Peyami Safa’nın 1942’de ele aldığı konuya uzun yıllar sonra, bir başkası, Harvard Üniversitesinin mezuniyet töreni sırasında ve farklı bir açıdan yaklaşmış. Bahsedeceğim olayın videosunu on iki yıl kadar önce seyretmiştim. Ama öğrencilere soruyu soran kişinin kim olduğunu hatırlamıyorum.

Olayı kurgulayan şahıs, eline iki kutuplu dikdörtgen prizma bir pil, bir lamba ve bir kablo alır. Mezuniyet töreni sırasında birinci olarak bitiren en başarılı öğrenciden başlayarak, sırayla diğerlerinden de aynı şeyi ister. Kendilerine verdiği bu malzemeler ile lambayı yakmalarını söyler.

Lambayı yakabilmek için, iki kablo gereklidir. Kablonun biri lambanın altına diğeri yandaki metal kısmına bağlanacak, böylece devre tamamlanacağından devre yanacaktır. Ama kablo bir tanedir ve ikiye bölünmesi yasaktır. Harvard Üniversitesinin en başarılı öğrencileri bu işi denerler. Ama hiçbiri lambayı yakmayı başaramaz.

Sonunda siyahi bir öğrenci başarır. Kablonun bir ucunu pilin bir kutbuna bağladıktan sonra, diğer ucunu lambanın yan tarafındaki metale de bağlar. Sonra lambayı, doğrudan pilin diğer kutbunun üzerine koyar. Böylece devre tamamlanır ve lamba yanar.

Anlatınca bu kadar basit mi diye sorulan bu fikir, en zeki ve en başarılı öğrencilerin aklına gelmemiştir. Araştırmayı yapan kişi, lambayı yakan siyahi öğrenciye, hayatı hakkında sorular sorar. Öğrenci, üniversitenin çok yüksek olan bursunun parasını biriktirebilmek için piyasada çalıştığını söyler.

Okulun, en zeki insanlara veremediği basit bir uygulamayı, hayat mücadelesi vermiştir. Hâlbuki bu öğrencilerin hocaları da zeki insanlardır. Ama öğrencilerini hayat mücadelesine iyi hazırlayamamışlardır. Bu durumun sebebi nedir?

Okuyucularımız sebep üzerinde düşünürlerken, konuyla ilgili bir hatıramı aktaracağım. 19 Mayıs 1976 günü, Ülkücü Teknik Elemanlar Derneğinde bir konuyu işlemiştim. Konunun başlığı, “Üniversiteler ile Sanayi Arasındaki İlişkiler” idi. Bu konuşmamda aradaki ilişkilerle ilgili olarak fikirlerimi söylerken, makalemizin konusuyla ilgili olan şu düşüncemi ifade etmiştim. O günden sonra da çeşitli ortamlarda aynı fikrimi savunmaya devam ettim.

Üniversitedeki öğretim üyelerinin yetişme yöntemlerinin hatalı olduğunu ve değişmesi gerektiğini söylemiştim. Neler yapılabileceği konusunda da fikir beyan etmiştim. Bana göre değişim şart idi. Çünkü öğretim üyesi olmanın yolu, sadece üniversiteden geçiyordu. Lisans öğrenimini bitiren öğrenci, lisansüstü öğrenime devam ediyordu. Eğer devam ederse, doktorasını yine üniversitede tamamlıyordu. Sonra doçentlik (yardımcı profesör) ve profesörlük geliyordu. Bütün bu çalışmaları sırasında üniversitenin dışına çıkmıyordu.

Hangi alanda çalışırsa çalışsın, konusuyla ilgili olarak iş hayatındaki faaliyetler hakkında bilgi edinmesini sağlayacak bir sistem yoktu. Tıp fakültelerinin dışında, diğer alanlardaki hiçbir öğretim üyesi uygulamayı görmüyordu. Kendileri böyle yetişen hocaların öğrencileri de, mezun olduklarında tabiri caizse, “sudan çıkmış balığa” dönüyordu.

Günümüzde bazı mühendislik fakülteleri –ki bunların oranı %1’ri geçmez- hiç olmazsa, öğrencileri kurtarabilmek için farklı yöntem uygulamaya başladılar. Yıl içerisindeki öğrenim, üç döneme ayrılıyor. İki dönemini okulda okuyan öğrenci, bir dönemini okul dışında konusuyla ilgili bir iş yerinde geçiriyor. Böylece uygulamanın içerisinde olduğundan mezuniyetten sonra, diğer üniversitelerin öğrencilerine göre daha başarılı oluyor.

Fakat bu uygulama sadece öğrencileri kapsadığından, hocalarında bir farklılık olmuyor. Hâlbuki öğretim üyeleri de iş hayatında yaşamış olsalar, hem kendileri, hem öğrenciler hem de ülke için çok daha faydalı olacağı aşikârdır. Öğrencilere verecekleri proje ve laboratuvar ödevleri bile farklılaşacaktır.

Ayrıca iş hayatından öğretim üyelerine gelen araştırma taleplerinde daha güzel sonuçlar alınabilecektir.

1976’daki konuşmamda, eğer öğretim üyelerinin yetiştirilme tarzı değiştirilemezse, hiç olmazsa öğrencilerin yetiştirilmelerinde değişiklik yapılmasını istemiştim. Öğrenciler üçüncü sınıfa kadar aynı dersleri alabilirlerdi. Fakat üçüncü sınıfta, öğrencilere mezuniyet sonrası düşünceleri sorularak yönlendirilmeliydi. Akademik kariyere kalmak isteyenlerle, iş hayatına atılacakların derslerinin bazıları farklılaştırılmalıydı. Akademik kariyer yapmak isteyenler, ileride alacakları derslere temel olacak teorik ağırlıklı dersler alabilirlerdi. Ama piyasaya gideceklere bu dersler verilmeyip, uygulamaya yönelik dersler verilmeliydi.

Eskiden insanlar, iş bulmalarını kolaylaştırmak için okurlardı. Günümüzde ise, bilhassa teknoloji geliştiremeyen ülkelerde, insanlar okudukça işsiz kalma ihtimalleri artıyor. Üniversite mezunları hayat mücadelesinde başarısız olup işsiz kaldıkça, o ülke teknoloji geliştiremiyor. Böylece kısır bir döngü oluşuyor.

İşsiz kalan bu okumuş insanların çoğu, maalesef, yetenek isteyen işlerde başarılı olamıyorlar. Çünkü sadece diplomaları var, ama bileklerinde altın bilezikleri yok. Eğer üniversiteler, mezunlarının başarılarıyla değerlendirilse, öğretim üyelerinin de birçoğu işsiz kalırlardı. Paralı üniversitelerin birçoğunun ayakta kalmasının sebeplerinden birisi, ebeveynlerin, çocuklarını okutmak mecburiyetinde olduklarını düşünmeleridir.

O halde, üniversitedeki öğrenim sistemi ve öğretim üyelerinin yetişme yöntemi mutlaka yenilenmelidir. Bu yenilenme ihtiyacı, sadece üniversiteler için değil, diğer alanlarda da geçerlidir. Hayatın bizzat kendisiyle, en azından işiyle ilgili alanda, doğrudan irtibatlı olmayan her sistem, hatalı sonuçlar vermeye mahkûmdur.

Bu yazı Gençlik, Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.