GERİ KALMIŞLIK KONUSUNDA MÜSLÜMANLARIN YANILGILARI
Müslüman dünyasının, bugün içerisinde bulunduğu konumu savunacak birinin olduğunu zannetmiyorum. Bu durumun sebepleri üzerinde çeşitli fikirler serdedilmiştir. Tartışmaların süreceği de açıktır.
En belirgin eleştiriyi yapanlar, Müslümanların bu dünyayı bırakıp, metafiziğe daldıkların söylemişlerdir. Onlara göre bu anlayış, Müslümanları tembelliğe ve uyuşukluğa yöneltmektedir. Çünkü bu dünya ve insan ihmal edilerek ahiret hayatı esas alındığı için, çalışmanın önemi azalmıştır. Hem bu dünyanın işleri hem de ahiret hayatına hazırlık için aklı kullanmanın gerekmediği, kalbe doğacak ilhamların çok daha önemli olduğu fikri yerleşmiştir.
Bu eleştirileri yapanlar, bu durumdan kurtulmak için çareler de göstermişlerdir. Onlara göre, Allah merkezli anlayış yerine, insan merkezli anlayışa dönülürse, her şey düzelecektir. Eğer Müslümanlar, insana, akla, ilime ve bu dünyaya önem verirlerse, zilletten kurtulacaklardır. Aksi takdirde, mevcut durum daha da kötüleşerek devam edecektir.
Eğer sorun olarak, Müslümanların maddeten gelişmiş ülkeler arasında girememelerini, bilimde ve teknikte geri kalmalarını görüyorsak, bu bakış açısının, yani Allah merkezli anlayış yerine, insan merkezli anlayışın yerleşmesinin, Müslümanların geleceği için çok faydalı olacağı açıktır. Fakat acaba sorun, tam olarak bu mudur? Bir hastalığın iyileştirilmesi hakkında fikir yürütebilmek için önce, teşhisin doğru yapılması gerekir.
Kur’an, öncelikle insanların yaşama ve huzurlu olma haklarını korumak için bizlere yol gösterir. Sonra Araf 32’de, dünyadaki bütün nimetlerin insanlık için olduğunu ve helâlinden faydalanmamızı vurgular.
Bu sitedeki medeniyet konusunda yazdığımız makalelerde, insanlığın huzurlu geleceği için medeniyetten ne anlamamız gerektiği konusundaki fikirlerimizi belirtmiştik. Bu yazı konumuzla ilgili olan tarifi Fahri Küpcü çok güzel yapmıştır. Onun “Bir Çobanın Düşleri” kitabındaki tanımına göre medeniyet, insanların ruhen yükselmesi ve eşyaların, ruhen yükselen bu insanlara layık olabilecek kadar mükemmelleşmesidir.
Bu tespit, Kur’an’ın anlatımları ile çelişmemektedir. Dolayısıyla sorunu ortaya bu şekilde koyup, çözüm yollarını buna göre aramak daha mantıklıdır. Çözüm ararken de elbette yine Kur’an’ın yol göstericiliğinden faydalanacağız. İlaveten Yüce Yaradan’ın bizlere verdiği akıl, irade ve vicdan özelliklerimizi de yerli yerinde kullanmaya çalışacağız.
Geçmişten günümüze sorun, Hz. Muhammed’in “kavmim (ümmetim) bu Kur’an’ı terk etti” yakınmasının gerçekleşmesidir. Kur’an’ın ilk terk edilen söylemi, helâl ve haram kavramıdır. Hz. Ömer, sahabeden Ebu Hüreyre’yi bu sebeple cezalandırmıştır. Benzer şekilde, sahabeden Ebu Zer, hem halife hem sahabe olan Muaviye’nin haram ve helâli karıştırdığını örnekleriyle ortaya koymuştur.
1069 yılında kaleme alınan Kutadgu Bilig adlı Türk eserindeki iki ayrı beyit bu durumun dile getirilişi şeklindedir. (Şikâyetler, bir yaygın anlayışı tespit şeklindedir. Herkes böyledir anlamında değildir.)
Helâlin adı kaldı, göreni yok; Haram kapışıldı, doyanı yok
Halktan vefa gitti, cefa kaldı; aranıldığında güvenilecek bir kimse kalmadı.
20inci yüzyılın başlarındaki durumu önce İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, sonra Pakistan’ın güzide insanı Muhammed İkbal şöyle dile getirmişlerdir: “İslâm, Kur’an ise, ortada İslâm diye bir şey olmadığını söylemek zorundayız.”
20inci yüzyılın başlarında Müslüman ülkeler ilimde ve teknikte geri kalmışlardı. Bu bakımdan Mehmet Akif Ersoy ve Muhammed İkbal gibi düşünürlerin şikâyetleri haklıdır. Fakat Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig kitabını yazdığı dönemde, henüz ilimde Müslümanlar diğerlerine nazaran daha ileride idiler. Ama şikâyetler aynı.
Eğer, Müslümanlar önce insan merkezli düşünüyorlardı, sonradan bunu Allah merkezli bir fikre çevirdiler ise, insanın ve toplumun sorunları, yani haramzade anlayış, neden aynı kalmıştır? İnsan merkezli ve bu dünyacı bir fikir geliştirenlerin döneminde ilimde ileri gidilmiş olması, sadece, bu anlayışın diğerine göre daha faydalı bir yönünü gösterir. Ama bu anlayışa dönülmesinin şart olduğunu göstermez.
Eğer, Allah merkezli düşünce üretenlerin maksadı, halkta kaybolan haram-helâl anlayışını ve güveni yeniden oluşturmak idiyse, ortada bir başarı görünmüyor. Sadece Osmanlı Devletinin uygulamaları kısmi başarıları getirmiş, ama yaygın ve uzun süreli olamamıştır.
Anlaşılan o ki, farklı konuları merkezine alan her iki anlayış da, ahlâki sorunun çözümüne yaramamış. Ancak, insan ve bu dünya merkezli anlayış, ilimde ilerlenmesinin önünü açmış gibi görünüyor. Ama ilimdeki ilerlemenin durması ile ganimetlerin durmasının benzer döneme gelmesi, ilimdeki ilerlemenin sadece insan merkezli anlayıştan dolayı oluştuğu savunmasını zayıflatmaktadır.
Zaten bu iki ayrı bakış açısı, birbirinden keskin sınırlarla ayrılmamaktadır. Sosyal olaylar, aynı kaba konulan su ve zeytinyağı değildir. Daha önceki bir makalemizde ifade ettiğimiz gibi, sosyal olaylarda tek doğru çözüm yolu yoktur. İyi yönden bakılırsa, daha az zararlı, daha çok faydalı çözüm yolları arayışı vardır. Osmanlıda, yönetimin ve halkın uygulamalarındaki arayış da budur. Osmanlı birçok arayışında başarılı olmuştur. Ancak “Allah merkezli” anlayışın daha baskın olmasının ilimde ilerlemeyi durdurduğu bir gerçektir. Ganimetlerin bitmesiyle de, bu anlayış Müslümanları, ilimde geriletmiştir.
Bu konu çok yönlü incelenmesi gereken bir husustur. Önce sorunlar tespit edilmelidir. Sorun, maddeten ve ilmen gelişmek midir? Ahlâken yükselmek midir? Veya bu ikisini bir arada götürebilmek midir? Bu sebeple, birkaç yazı içerisinde devam edecektir. Çözüm için tekliflerimizi de elbette sunmaya çalışacağız. Fakat “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli kitabımızın “önce kendini sorgulama” bölümünde aynen “Bu kitapta düşünülen amaç, çözüm yollarının toplum tarafından tartışılmasını kolaylaştıracak zemin hazırlamaktır. Yoksa tek çözüm yolunun ve mutlak doğruların bunlar olduğunu savunmak hiç değildir.” Yine kitabın “sunuş” bölümünde aynen “Konuların alt başlıklara ayrılması görevi, uzmanlara ve gayretli aydınlara düşmektedir. Bu görev, yalnız Türklere değil, diğer bütün ulusların insanlarına da düşer.” ifadelerimizdeki gibi, amaç sizlerin katkılarına zemin hazırlamaktır.