MEHMET AKİF ERSOY VAAZI

MEHMET AKİF ERSOY’A GÖRE, GERİLİĞİMİZİN SEBEPLERİ

 

(Bu yazı Nejat Muallimoğlu’nun “Hitabet” adlı eserinden aynen alınmıştır. Milli şairin Balkan Savaşı sırasında 25 Ocak 1912 günü Fatih Camiinde söylediği bir vaazından parçalardır.)

… Müslümanlık namına bizde ancak birkaç gösteriş kalmış. Alt tarafı bilerek, bilmeyerek kabul olunmuş bir yığın bid’at! (Peygamber’den sonra dine giren şeyler)

Ey cemaat-i Müslimîn! Bu din, irfan dini idi, hâlbuki bugün milletlerin en cahiliyiz. Bu din, şehamet (zekâ ile beraber cesaret ve kahramanlık) dini idi, gayret dini idi. Biz ise şu zamanda milletlerin en miskiniyiz!… Biz Müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki, Cenab-ı Hak oturduğumuz yerden isteyivermekle, hatırımız için İlâhi kanunlarını değiştirir. Zavallı bizler!…

…Eğer elbirliği ile bu cehaletin izalesine (ortadan kaldırılmasına) çalışmazsak, mahvımız muhakkaktır. Yoksa yarım tedbirlerle iş bitmez.

Hazreti Mevlâna’nın şöyle bir hikâyesi var. Fakirin birinin harap bir evi varmış; çoluğunu, çocuğunu onun içinde barındırırmış. Adamcağız her sabah işine giderken,eve dermiş ki: “Ey eski yurdum, sakın bana haber vermeden yıkılıp da, çoluğumu, çocuğumu mahvetmeyesin.”

Bir gün gelip bakar ki, ev yıkılmış, üç çocuğunu da ezmiş. Yıkık yurdun harabeleri üzerine çıkar, baykuş gibi ötmeye başlar.

“Bana haber vermeden, neye yıkıldın da hanümanımı (ev bark, aile ocağı) söndürdün? Ben sana her sabah yalvarmamış mıydım? Bu kadar vefasızlık olur mu?”

Ev ona der ki:

“Beni azarlama. Ben sana şimdiye kadar binlerce kere bu akıbeti anlattım. Benim artık halimi anlatacak hâlim kalmadı, demek istedim. Lâkin ne vakit ağzımı açtımsa, sen hemen bir avuç çamur tıkadın. Duvarlardaki çatlaklar hep birer lisan idi. Fakat bir türlü hakikati anlatamadım. Beni hâlime bırakmadın ki, sana hâlimi söyleyeyim!”

Bizim vaziyetimiz de aynıdır. Binamızın neresi çatladıysa, yamamaya baktık; bir avuç çamur tıkadık. Esasa, temele hiç bakmadık. Nihayet bir gün geldi ki, ansızın yıkıldı. Teşekkür olunur ki, kâmilen yıkılmadı. Fakat yine gaflet gösterirsek, alt tarafı da yıkılacaktır.

…Biz cehaletimiz yüzünden, dini bu hale getirdik. Din de, bizi bu hale getirdi. İslâm, meskenet (miskinlik, tembellik) dini oldu.

Kanaatı, tevekkülü, sabrı, hepsini yanlış anladık. Siyreti Resûl’ü (Hz. Muhammed’in ahlâk ve karakteri) siyreti ashabı (Peygamberin meclislerinde ve konuşmalarında hazır bulunanlar) gözetmez olduk. Ashab-ı Kiram (büyükler) nasıl çalışıyorlardı?.. Hz. Ömer’in İslâm’daki mevkii malûm. İkinci halife, Hz. Peygamber’in o kadar iltifatına mazhar olmuş ki, “Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer gelirdi,” buyurmuşlar. İşte o hazret, bir gün, Medine’de dolaşırken bakmış, bir adam yırtık-pırtık elbise içinde, boynunu bir tarafa bükmüş, süklüm-püklüm duruyor. Hemen kamçıyı herifin omuzuna indirmiş. Demiş ki: “Miskin herif,  bizim dinimizi böyle ölü şekline koyma. Allah seni kahretsin!” Bu din meskenet dini değil, yoksulluk dini değil.

Hele tevekkül… Hiç bizim anladığımız mahiyette mi? Tevekkül, Kur’an’ın gösterdiği, hadisin gösterdiği tevekkül, bütün esbaba (sebepler) sarıldıktan sonra olan tevekküldür. Ne güzeldir Sadi’nin şu hikâyesi: Adamcağızın biri geceyi kırda geçirmek mecburiyetinde kalmış. Lâkin yırtıcı hayvanlardan korktuğu için büyük bir ağaca çıkmış. Bakmış, ağacın dibinde kötürüm bir tilki yatıyor. Bu sakat tilki, acaba ne niyor, ne içiyor, diye merak etmiş. Bir aralık uzaktan bir aslan görünmüş. Ağzında bir ceylan varmış. Ağacın dibine gelmiş, ceylanı parçalamış, yiyeceği kadar yemiş, savurmuş. Derken, tilki de sürüne sürüne gitmiş, ceylanın bakiyeyi vücudunu (geri kalan kısmını) yemiş, inine çekilmiş.

Ya, demek ki, Cenab-ı Hak amelmanda (kötürüm) bir mahlûkun bile rızkını ayağına gönderiyor. İşte kötürüm bir tilki! Fakat yine aç kalmıyor. Öyle ise, ben de oraya buraya başvurmaktansa, bir köşeye çekilip mütevekkil olayım. Herif, ağaçtan iner, biraz gider, yolun kenarında bir mağara bulur. İçine girer. Bir gün bekler, iki gün bekler; gelen giden yok. Üçüncü gün açlık, biçarenin iliğine, damarına kadar işlemiş. Bitap düşmüş, uyumuş. Rüyasında biri gelmiş. Demiş ki; “Ey, budala, kalk! Ne yapıyorsun? Vücudun sapasağlam iken bu meskenet ne? Nasıl oluyor da kendini sakat bir tilki menziline indiriyorsun? Git aslan ol da, bakiye-i şikârınla (avının artığıyla) başkaları geçinsin!”

 Sonra yanlış anladığımız hakikatlerin biri de; sabır. Biz zannediyoruz ki, sabır zillete tahammüldür. Hâlbuki sabır, katlanmak değil, hayatın güçlüklerine göğüs germektir. Kur’an diyor ki:

“Sabrediniz, hem de sabırda düşmanlarınızla müsabaka ediniz. Onlardan fazla güçlüklere göğüs geriniz.”

Kur’an’ın bu hakikatlerini ne ile anlayacağız? İlim ile, irfan ile. Biz anlamadan gidiyoruz. Bâri, çocuklarımız anlasın.

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.