MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE
1492 de resmen başlayan keşifler sonucu Avrupalılar, hızla kalkındılar. Çünkü kendilerinde barut varken, yeni ulaştıkları toprakların yerlilerinde barut yoktu. Hattâ kılıç bile yoktu. Büyük çoğunluğunda ok dâhi yoktu. Dolayısıyla, Batı Avrupa topraklarının 20 katı civarında olan bâkir toprakların, yer altı ve yer üstü zenginliklerini ülkelerine götürmeleri çok kolay oldu. Keşiflere kadar bir tek Osmanlı Türkleri ile bile baş edemeyen Avrupa, bütün dünyada etkili konuma geldi. Çok zenginledi. Bunun sonucu olarak Batı anlayışı, dünyanın genelinde kabul gördü. 19uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulaşılması gereken hedef olarak algılanmaya başlandı.
Ancak arka arkaya gelen iki dünya savaşı, bu algıyı sarstı. Çünkü savaşı, Batılıların hırsları çıkarmıştı. Sadece kendi aralarında savaşmakla kalmayarak, başka halkları da harbin içerisine çekmişlerdi. Her iki harbin sonucu, o güne kadar görülmeyen bir yıkım olmuştu. Dolayısıyla dünyanın geneline mutsuzluk hâkim olmuştu. Bu sonuçlar, o güne kadar Batı Medeniyetinin, insanlığın ulaştığı en gelişmiş hayat şekli ve anlayışı olduğuna olan inancı geriletti. “Demek ki her şey, görüntüde imiş” algısı oluştuğundan, yeni arayışlara gidildi.
Dünyanın tahrip olduğu ve mutsuzluğun etkin olduğu o dönemde bazı kesimler, çareyi komünizmde aradılar. Fakat başarılı olamadılar. Çünkü iki sistemin de temeli, aynı idi. İkisi de, üretim gücünü sınırsız artırmayı hedefliyordu. Kapitalizm, bunun piyasa mekanizmaları ile gerçekleşeceğini iddia ederken, sosyalizm, bunun işçi sınıfının yönetimi sayesinde başarılacağını savunuyordu.
Sovyetler Birliği yani SSCB sistemi çöküp dağılınca, insanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Çünkü kapitalizmin ayakta kalabilmek için, kendisine bir düşman bulması gerekiyordu ve komünizmi kolay yenilecek bir düşman olarak görmüştü. Komünizm anlayışı çökünce, kapitalizmin ayakta kalması için kendisine yeni bir düşman oluşturması ihtiyacı belirdi. Batı Medeniyetinin düşünürleri, bu düşmanı oluşturmakta gecikmediler.
Kendilerine alternatif olabilecek anlayışlardan İslâmiyet’i rakip olarak seçtiler. Çünkü İslâm, Avrupa’nın karanlık bir çağında ortaya çıkmış ve güzel eserler vermişti. Önce bedevi olarak nitelenen Araplar, sonrasında Müslüman olan Türkler insanlığa çok faydalı olan medeniyet anlayışları ve eserleri oluşturmuşlardı. Nitekim fikren ve maddeten çok güçlenen Türklere karşı, birlikte hareket etmelerine rağmen Avrupalılar, başarısız olmuşlardı.
Düşman olarak İslâm’ın seçilmesi ile birlikte, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin hedef yapıldı. Sonrasında gelişen olaylar sayesinde, İslâmiyet’in Batı Medeniyetini çökertmek isteyen anlayışta olduğu inancı yaygınlaştı. Müslümanlık, terörizm ile bağdaştırılmaya başlandı.
Fakat bu durumun bazı sakıncalarının olduğu anlaşıldı. Müslümanlar olmadan terörizm ile başetmenin mümkün olmadığı kanaatine varıldı. Bu sebeple Medeniyetler İttifakı kavramı ortaya atıldı. Bu anlayış ilk önce Yahudi ve Hıristiyanlık arasındaki düşmanlığı gidermek için dile getirildi. 1962-65 yıllarında toplanan II: Vatikan Konsili, Yahudiler ile Hıristiyanlar arasındaki gerginlikleri yumuşatacak bir dizi kararlar aldı. Ancak bu çalışmaların aslı yine Medeniyetler Çatışmasını körükleyecek nitelikte oldu.
Bu defa, Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerinin oluşturdukları medeniyetin, Antik Helen kültürünün üzerine oturduğunu iddia ettiler. Onlara göre İslâm Medeniyeti anlayışı Antik Helen’den, hukuk ve devlet yönetimi ise Roma ve Bizans’tan etkilenmişti. Fakat tek başına bir medeniyet kabul edilemezdi. Dolayısıyla kurulan Yahudi-Hıristiyan ittifakı, İslâm Medeniyetine karşı bir birlikteliği simgeliyordu. Yani temelde, Medeniyetler Çatışması anlayışı vardı.
Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki bu birliktelik, onları kibirli davranmaya sevk etti. Kibirli davranmalarını destekleyen şey, 1960lardan itibaren, Batıda görülen ilim ve teknik konusundaki inanılmaz gelişmelerdi. Bu kibri, Bernard Lewis’in 1990 yılındaki şu sözlerinde görebiliriz: “Şimdi açıkça görülmektedir ki, biz olayların, politikaların ve onları takip etmekle mükellef olan hükümetlerin çerçevesini çok aşan bir ruh hali ve bir hareketle karşı karşıyayız. Bu düpedüz bir medeniyetler çatışmasıdır. Yani kadim bir rakibin, bizim Yahudi-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya ölçeğinde yayılmasına gösterdiği belki akıl dışı fakat kesinlikle tarihi nitelikte olan bir tepkiyle karşı karşıyayız.”
Bernard Lewis, Samuel Huntington gibi yazarlar, Yahudi-Hıristiyan birlikteliğinin karşıtlığına İslâm’ı koyuyorlardı. Nitekim bu anlayış, giderek Batıda İslâmofobi denilen İslâm korkusu şekline dönüşmeye başladı. Ancak bu düşünürlerin yanıldıkları ve karşı karşıya oldukları tepkinin sadece İslâm kesiminden gelmediği, basit bir olay sonucu anlaşıldı.
Türkiye’nin bir futbol takımı olan Galatasaray 2000 yılında UEFA Kupasını kazandı. Eğer, Batı Medeniyetinin karşısına İslâm’ı koyan düşünürler haklı olsalar idi, bu başarıya sadece Türkler ve kısmen Müslümanların sevinmeleri gerekiyordu. Fakat öyle olmadı. Güney Koreli bir gençten, turistlere ufak tefek şeyler satarak geçimini sağlayan Nepalli bir nineden, Çinli bir futbolseverden, Afrika’daki kimi Hıristiyan olan gençlere kadar çok geniş kesimler sevindiler. Bu sevinenlerin ortak yönleri, Yahudi-Hıristiyan birlikteliğinin kibri karşısında ezilmeleriydi. Bu egemen ve kibirli gurubun dışındaki bir takımın, onların hepsini yenerek kupayı alması, sanki hepsinin intikamını almış gibi bir his oluşturmuş olabilir.
Demek ki, asıl olan çatışma veya kısmi ittifak değil. Bir gurubun, diğerlerine karşı kibirle davranarak, tahakküm etmeye çalışması değil. Eğer böyle düşünürsek, kendi yaptığımız kültür ve medeniyet tanımlarıyla çelişiriz. Bilindiği gibi, kültür ve medeniyet kavramlarıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar vardır. Nitekim biz de, bu konulardaki düşüncelerimizi bu sitedeki “Kültür ve Medeniyet” yazılarımızda belirttik. Ancak bu iki kavramla ilgili olarak, ortak bir görüş vardır. Bu ortak anlayışa göre, kültür millidir, medeniyet ise milletlerarasıdır.
Dolayısıyla milletlerarası olan bir konuda kısmi ittifaklar oluşturmak, çatışmaların ancak şiddetini artırır. Her ittifak, “bizim sahtekârımız, onların iyisinden daha iyidir” gibi anlayışları bünyesinde barındırır. Bu sahtekârlar, hep kendi ittifakları dışındakileri aldatmazlar, kendileriyle birlikte olanları da aldatırlar. Böyle anlayışlar da, insanlığın temeline konulan dinamit görevi görür.
Bu hususta yapılabilecekler ile ilgili fikirlerimizi, “Küresel Uygarlık” hakkında yazdığımız bir dizi yazıda ifade ettiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.
Amaç, farklılıkları hoşgörü ile karşılarken, hak ve adaletten taviz vermeden, insanlığın hem genel huzuru ve mutluluğu için, hem de güzel geleceği için gayret göstermektir.