MEDENİYETİN GÖSTERGELERİ ÜZERİNE 2

KÜTÜPHANELERİN MUHTEVASI, MEDENİYETİN ÖZELLİKLERİNİN GÖSTERGESİDİR

 

Önceki yazımızda, kütüphanelerin varlığının medeniyetin bir göstergesi olduğu hususunu işlemiştik. Ancak 1492 ile başlayan keşifler sonrasında gelişen olaylar, bizleri daha derin düşünmeye sevk etti. Kütüphanelere sahip olan Avrupa, belki de kütüphaneleri olmayan insanları yok etmekte beis görmemişti. Onlara soykırım uygulamıştı.

Kuvvetle muhtemeldir ki, eğer Avrupalıların düşünce yapıları, Amerikalı yerlilerinki gibi olsaydı, böylesine gaddarca soykırım olayları yaşanmazdı. Diğer taraftan, Amerika’ya ilk ve hattâ sonradan gidenler Türkler olsaydı, Amerikan yerlilerinin halen kültürleriyle birlikte yaşıyor olmaları ihtimali çok yüksekti. Bizim bu fikrimize katılmayacak insanların, benzer bir örnek olay gösteremezler. Dolayısıyla bu fikre itiraz edecek aklı başında bir araştırmacı olacağını sanmıyorum.

Demek ki, kütüphaneler medeniyetin maddi yönünün göstergelerinden birisidirler. Demek ki, medeniyetlerin gerçek yapılarının göstergeleri, kütüphanelerdeki kitap sayıları değildir. O halde, uygarlığın manevi anlayışını yakından bilmek istiyorsak, kütüphanelerdeki kitapların muhtevalarına bakmamız gerekiyor. Nitekim bu sitedeki bazı yazılarımızda, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi akıl tutulması olarak nitelenebilecek harplerin oluşumunda, Nietzche gibi düşünürlerin etkilerinden bahsetmiştik.

Konumuzun ana mihveri 1492 sonrası keşifler olduğu için, Antik Helen ve Roma kütüphanelerinden bahsetmeyeceğiz.

Bilindiği gibi Haçlı Seferleri, doğrudan kendisini tehdit etmeyen guruplara karşı yapılmıştı. İlki ile sonuncusu arasında yaklaşık 150 yıl olmasına rağmen, her yeni nesilden insanları savaşmaya ikna edebilmek için, aynı sebepler uyduruldu.

Haçlı Seferlerinden sonraki duruma bir bakalım. Machiavelli (1469-1527) İtalya Floransa’lıdır. Avrupa’da tarih ve politika biliminin kurucusu olarak kabul görmüştür. Aynı zamanda şairdir ve oyun yazarlığı yapmıştır. Bu fikir adamı, politika ile ahlâkın birbirinden ayrılması gerektiğini söylemiştir. Ona göre iyi ahlâklı olmak, fertler için erdemdir. Fakat topluluklar için fazilet değildir. O da Cizvit tarikatının kurucusunun sözleri olan “gaye, vasıtaları meşru kılar” anlayışını savunmuştur.

Bu anlayışı biz, keşiflerin başlangıcında İspanyol amirallerden Pizzaro ve Cortes’de görüyoruz. Onlar, dinsiz olarak niteledikleri İnkaları ve Aztekleri, İspanya adına ele geçirmişlerdir. Fakat normal bir savaş sonucunda değil, soykırım uygulayarak bunu gerçekleştirmişlerdir. Gayeleri! vasıtalarını meşru kılmıştır.

Bu hususta verilebilecek bir başka örnek, Cellini Benvenuto’dur (1505-1571). Dâhi kabul edilen bir heykeltıraştır. Çok çeşitli olaylara karışır. 1527 de imparator V. Karl’ın yönetimindeki Bourbon çetelerine karşı Roma’nın müdafaasında bulundu. Ama çeteler tarafından Roma yağma edildi, yakıldı, yıkıldı. Cellini kaçtı. Daha sonra yine, olaylara karışarak ortaya çıkar ve bir papazı öldürür. Fakat bu sıradaki yeni Papa III. Paul onu affeder. Affederken söylediği “Bizim kanunlarımız avam içindir” sözü, o dönemin anlayışını yansıtması bakımından önemlidir. Papa bu anlayışta olunca, Amerika’yı keşfeden komutanların ne yapmalarını bekleyebiliriz ki?

Günümüzde edebiyatın kollarından olan roman, hiciv ve polemik ilk defa Avrupa’da başlamıştır. Avrupa’daki ilk romanlardan birisi “Topal Şeytan”dır. Bu konuda Cemil Meriç şöyle der: “Romanın kahramanı, evlerin damlarını açar ve bizi yatak odalarına sokar” Meriç’e göre roman, bir ifşadır. Roman, “bir buhranın, bir uyuşmazlığın, gerçekle ideali arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu, toplumsal bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti”dir.

Cemil Meriç, Osmanlının Divan Edebiyatında roman olamamasını şöyle açıklar: “Osmanlının ne yaraları vardı, ne yaralarını teşhir etme hastalığı. Hikâyeleri ya bir cengâveri ebedileştirir, ya da hisse alınacak bir kıssadır”

Cemil Meriç’in bu tespitleri, bize, Amerika’yı Türkler keşfetseydi olaylar nasıl gelişirdi sorusuna cevap vermemizi kolaylaştırıyor. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemi aydını ile Avrupalı aydının yaşantıları birbirinden çok farklıdır. Osmanlı aydını, toplumun herhangi bir ferdidir. Zevkleri, zilletleri ve mukaddesleri cemiyet ile benzeşir. Osmanlı aydınının herhangi bir imtiyazı yoktur. İşin ilginci, aydın kişi imtiyaz peşinde de değildir.

Yeni bir edebiyat kolu olarak ortaya çıkan romanın bu yorumunu, 18 ve 19uncu yüz yıl düşünürlerinin olaylara bakışları haklı çıkarmaktadır. Netzche ile zirveye çıkan anlayışlar, Avrupalıların Avrupa dışındaki gittikleri yerlerde kötülük tohumları ekmelerini desteklemiştir.

Diğer bir edebiyat türü olarak Avrupa’da ortaya çıkan hiciv, başkalarına sözlü saldırı olarak gelişmiştir. Osmanlı başkası hakkında küfre yakın bir şekilde saydırmayı hoş karşılamaz. Bazı yazarlar haddi aşmadan hiciv yapsa bile kısa sürer. Osmanlı’nın vakur zevki konunun uzatılmasına izin vermez. Osmanlı’da hicve bir örnek şair Fuzuli’nin Divanının başına yazdığı mısra gibidir: “selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar.”

Bir başka yeni edebiyat türü polemik, yani söz dalaşı, kalem savaşıdır. Cemil Meriç’e göre polemik, hiç kimseyi ikna etmeyen bir lakırdı tufandır. Rönesans, bir “ilmi polemik”ler çağıdır. İç savaşların sebebidir. Hâlbuki imanın güçlü olduğu yerde savaşa yer olmaz.

Demek ki, medeniyetin vasıfları, insanları ve onların yazılı eserlerinin anlayışlarıyla özdeştir. Yazılı eserlerin çokluğu ancak medeniyetin maddi gücünü gösterir. Uygarlık olarak niteleyebileceğimiz insani yönün varlığını göstermez. Nitekim kitapların ve zenginlerin yönlendirdiği Avrupa medeniyeti, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, “tek dişi kalmış canavar”a dönüşmüştü.

Bu yazı Genel, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.