KÜRESEL MEDENİYET OLUŞTURMAK İÇİN ŞANSLARIMIZ

HER ÜMMETE PEYGAMBER GÖNDERiLDiĞiNE GÖRE

 

Her ümmete, diğer bir ifadeyle her memleketin ana merkezlerine peygamber gönderildiğini Yüce Yaradan’ın kelâmı olan Kur’an’dan öğreniyoruz.

28 Kasas Suresi 59: “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.”

16 Nahl 36: Andolsun ki biz her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının” diye bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün.

25 Furkan Suresi 51: “Dileseydik her beldeye (kayre yani köy) bir uyarıcı gönderirdik.”

Demek ki Yüce Yaradan, bir kavim ve ümmet içerisinde haberlerin yayılabileceği merkezlere peygamber göndermeyi yeterli görmüş olacak ki, her köye bir uyarıcı yani peygamber göndermemiş. Yoksa Allah’ın her şeye gücü yeter.

Yüce Yaradan’ın insanlara peygamberler göndermesinin sebebi bizlere yardımcı olmak istemesindendir. Nitekim Kur’an’ında Enam Suresi 6ıncı ayette bu durumu şöyle ifade eder: “…O (Allah) rahmetini üzerine yazmıştır…”

Eğer bizlere peygamberler göndermemiş olsaydı bile, bizleri donattığı muazzam bir akıl-vicdan-irade sistemiyle daha baştan yol göstermiştir. Hem de bu yol gösterme süreklidir. Yeter ki, biz Allah’ın verdiği akıl-vicdan-irade sistemini kullanalım.

Yüce Yaradan bizlere bu muazzam sistemi verince, bizleri de sorumlu tutmuştur. Aşağıdaki ayet bu konuda bizlere bilgi vermektedir.

Araf 172: “Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dediği vakit, ‘pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz’ dediler. Böyle yapmamız kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz içindir.

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Allah İnsanı Kendi Nefsine Karşı Şahit Tutuyor” başlıklı yazımızda yukarıdaki ayeti şöyle yorumlamıştık.

“Yüce Yaradan insana verdiği akla ilaveten, sahip olduğu akılla olayları inceledikten sonra karar alırken kullanması için kişiye vicdan da vermiştir. Vicdanını kullanarak aldığı kararları uygulayabilmesi için de, insana irade vermiştir.

Yani Allah Kendisinin varlığını ispat edecek delillerini, insanların her birine sunmuş ve bu delilleri anlamalarını sağlayacak mekanizmaları da vermiştir. Geçmişte yaşamış insanlar için de, gelecekte var olacak insanlar için de, aynı deliller geçerlidir. Delillere ilaveten doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayırt edebilecek vicdani kabiliyetleri de Yüce Yaradan vermiştir. Doğru olanı, hak olanı yapabilmemiz için de ayrıca irade vermiştir.

İşte Yüce Yaradan, insana verdiği bu özellikleri şahit tutmaktadır. Çünkü her bir insan, Allah’ın delillerini görmüş, idrak etmiş, yaşamıştır. Peki, şahitlik ne hakkında olacaktır? Şahitlik, insanın nefsine uyarak yaptıklarına karşılık olacaktır.

Yüce Yaradan kıyamet günü muhtemelen diyecektir ki; “Ey akıl, vicdan ve irade; sizler, Benim delillerimi yaşadınız. Dolayısıyla Benim sizin Rabbiniz olduğumu bildiniz ve kabul ettiniz. O halde şimdi şahitlik zamanıdır”.

Şimdi, belgeli tarihteki tartışmaları, yukarıdaki ayetlerin ve yorumların ışığında incelemeye çalışalım.

Antik Helen döneminde yapılan tartışmalara bu gözle bakalım. Yedi Bilgenin, Sokrates’in, Eflatun’un söylemlerini bu açıdan değerlendirelim.

Benzer şekilde, Milattan önce Hindistan bölgesinde yapılan tartışmaları da bu gözle irdeleyelim.  Günümüzde o dönemlerden kalma ve en çok sayıda insanı etkileyen öğreti, Budizm’dir. Buda’nın yaşadığı M.Ö. 6ıncı yüzyıl, Hindistan’da çalkantıların ve dini arayışların olduğu bir dönemdir. Buda, önceleri Brahmancılığın bazı dini uygulamalarına tepki duydu. Buda gibi, bazı düşünürler de arayışa girmişlerdi. Arayış içerisindeki Acivika’lar, kaderin önemi üzerinde durdular. Cain’ler ise ruhu maddeden kurtarmak gerektiğini düşündüler. Kurtuluş için de çileli bir yaşamı seçtiler. Samkhya mezhebi ise, ruh ve madde ikiliğinin üzerinde durdu. Bu anlayış Hint düşüncesini daha çok etkiledi. Yoga ise, tefekkür düşüncesini öne çıkardı ve ruhaniliğin en yaygın biçimini oluşturdu.

 Hindistan’daki kutsal metinlere bakalım. Vedalar, Upanişadlar ve Bagavad Gita gibi metinleri bu gözle irdeleyelim.

Bu irdelemelerimizin sonunda anlayacağız ki, peygamberler her memleketin ana merkezlerine gelmiş. Yine anlayacağız ki, bir süre sonra peygamberlerin anlattıklarının bazılarını insanlar değiştirmişler. İşleri rayından çıkarmaya başlamışlar. Böyle durumlarda Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği muazzam akıl-vicdan-irade sistemi devreye girmiş. Bu üçlü sistemi yerinde kullanan bazı insanlar, peygamber olmasalar bile, insanları doğru-yanlış, iyi-kötü, haklı-haksız gibi konularda kendilerince bilgilendirmeye çalışmışlar.

İşin ilginç yanı, bu bilgilendirmelerin bazılarının Kur’an ayetleriyle benzeşmesidir. İster Antik Helen’deki tartışmalara, ister Buda’nın söylemlerine, ister Vedalar, Upanişadlar, Bagavat Gita gibi metinlere bakalım, hepsinde de Kur’an’ın anlatımlarıyla uyuşan kısımların hiç de azımsanmayacağını görürüz.

İşte bu durum, günümüz açısından bizlere umut vermektedir. Bizlerin yeni bir Küresel Uygarlık anlayışı oluşturma çabamızın önünü açmaktadır.

Bahsettiğimiz tartışmalar, öğretiler, metinler ve semavi kutsal kitaplar, ortak bir anlayışta birleşiyorlar. Bir önceki yazımızda işlediğimiz gibi, “insanın kendi kendine yeter olmadığı”, insanın ilahi bir yönünün yani manevi bir ruh tarafının olduğunu vurguluyorlar. Çoğunluğu, Yaratıcının tek olduğunu, aksi takdirde kargaşa olacağını ifade ediyorlar. Çok tanrılı sistemi savunanlar bile, tanrıların içlerinden birini daha güçlü olarak telakki ediyorlar.

Bazılarının kölelik konusuna bakışlarındaki hatalara rağmen, insanlığın “bir” olduğunu vurguluyorlar. İnsanlar arasındaki farkın, erdem, nefsi terbiye etme, kendisi nemalanmadan başkalarına hizmet etme gibi hususlarda olabileceğini ifade ediyorlar.

Bütün tartışmalar, öğretiler, metinler ve semavi kutsal kitapların hepsi, insan hayatının bir anlamının olduğu üzerinde duruyorlar.

Sekizinci yüzyılda Göktürkler ve dokuzuncu yüzyıl başlarında Balkan Bulgar Türkleri, eski Türk Dinine inanıyorlardı. Ne Hıristiyanlık ne de Müslümanlıkla ilgileri vardı. Buna karşın aşağıdaki ifadeler, bizim yukarıda anlattığımız düşünceleri destekliyor.

Orhun Anıtlarında şöyle denilmektedir (730’lu yıllar): “…Bunca milleti, bunca ülkeyi düzene soktum. Oralarda artık kötülük yoktur, kargaşalık yoktur.”. Yine Bilge Kağanın, kardeşi Kültigin’in ölümü üzerine yaptırdığı anıta yazdırdığı “Zamanı Tanrı yapar, Tanrı yaşar. İnsanoğlu ölümlüdür.” sözü hep Tanrının tek ve ölümsüz olduğu düşüncesi üzerine kurulmuştur.

Balkan Bulgar Türklerinin hakanı Kurum Han (810’lu yıllar): “Doğru insanı ve yalancıyı, Tanrı bilir. Bulgarlar (Türkler), Hıristiyanların (Bizanslılar) iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”

Demek ki, insanlar, kendilerine Yüce Yaradan’ın verdiği akıl-vicdan-irade sistemini yerinde kullandıklarında, güzel sonuçlara varıyorlar. Bizim önümüzde, geçmişteki güzel söylemler ve insanın bu yapısına rehberlik eden Allah’ın kelâmı olan Kur’an varken, bizim güzel bir Küresel Medeniyet oluşturma ihtimalimiz daha yüksektir.

Bu yazı Genel, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.