KUR’AN’A GÖRE DEVLETİN YARDIM GÖREVLERİ

KUR’AN’A GÖRE DEVLETİN YARDIM GÖREVLERİ

 

Kur’an, insanlara maddi yardım yapılmasını buyurur. Bu yardımları üç guruba ayırır. Birincisi zekâttır. İkincisi sadakadır. Üçüncüsü ise infaktır. Bunlardan sadaka ve infak, şahısların birbirlerine doğrudan yapacakları yardımlardır. Zekât ise, bir kuruma verilir. Zekât, nakdi olabileceği gibi, mal olarak da verilebilir. Toplanan bu yardımların verildiği bu kurum, devlettir. Bu kurumun devlet olduğunu, aşağıdaki ayetten anlıyoruz.

Tevbe Suresi 9/58: “İçlerinden zekâtlar konusunda sana (Hz. Muhammed) dil uzatanlar da var. Kendilerine ondan bir pay verilirse, hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay verilmezse, hemen kızarlar.”

Demek ki zekâtlar, devlet adına toplanıyor. Hz. Muhammed (s.a.v.) de, devlet başkanı olarak dağıtıyor. Bu dağıtımdan bekledikleri payı alamayanlar da, itiraz ediyorlar. Yüce Yaradan da, Peygamberinin dağıtımına itiraz edenleri aydınlatmak için, zekâtın kimlere dağıtılacağını sonraki ayette şöyle açıklıyor.

Tevbe Suresi 9/60: “Zekâtlar, fakirlere, miskinlere, zekât toplayan memurlara, kalpleri ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yoluna ve yolculara mahsustur. Bu Allah’ın bir emridir ve Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Ayette anlatılan gurupları irdeleyerek, devletin yapılacak yardımlarla ilgili görevlerinin neler olduğunu kavramaya çalışalım.

Devletin maddeten yardım edeceği insanların başında, fakirler geliyor. Yardım edileceklerde ilk sıraya yoksulların alınması, fakirleri kollamanın, devletin birinci işi olduğunu gösterir. Diğer taraftan, Kur’an’da ifade edilen sadaka ve infaklar gibi, yardımların da fakirlere verilmesi istenmektedir. Buradan anlaşılan, Kur’an, fakirliği en aza indirmeyi hedeflemiştir. Bu emirleriyle, sosyal devlet anlayışını oluşturmaya çalışmaktadır.

Devletin yardım edeceği diğer durup, miskinlerdir. Miskin sözü, günümüzdeki anlamı gibi “tembel” demek değildir. Bazı tercümelerde “düşkün” olarak ifade edilen miskin sözüyle ifade edilen şey, düşkünler denilen fakirler olsaydı, ikinci bir kelime kullanılmasına gerek yoktu. Düşkünler ifadesinden maksadın, daha fakir olanlar olduğunu belirten tercümeler de var. Fakat zaten, ayetin başında fakirler denilmiş iken, fakirleri sınıflandırmaya çalışılması mantıklı değil. Bizim de yaptığımız bu irdelemeleri yaparak düşünen bazı tefsirciler, miskinler kavramıyla, Müslümanların devletinin içerisinde yaşayan veya çevremizde bulunan gayrimüslim fakirlerin kastedildiğini vurgulamışlardır. İhtimal ki, “miskin” kelimesinin anlamı nasıl değişerek, günümüzde “tembel” manasına gelmişse, Kur’an’ın indiği günlerde de, “gayrimüslim fakirler” anlamında kullanılmış ve sonradan farklılaşmış olabilir.

Kur’an’ın, toplanan zekâtları dağıtımı konusunda bahsettiği ikinci gurubun, ayetin ifadelerindeki mantık yapısına bakıldığında, Müslüman olmayan fakirler olması ihtimali daha uygun düşmektedir. Kur’an, bu emriyle, günümüz anlayışıyla “laik” devlet, yani insanları, dini anlayışlarına göre sınıflandırmayan, her insana eşit yaklaşan bir yönetim şeklini ifade etmektedir.

Devletin yardım edeceği diğer bir gurup, zekâtları toplayan memurlardır. Bazı tefsirlerde, zekâtı fakirlere dağıtan memurlar da olarak da bahsedilir. Buradaki asıl soru şudur. Devletin memurları, zaten çalışmaları karşılığında bir ücret alırlarken, neden zekât toplayanları ve yardımları dağıtanları ayrıca bahsetmiş olabilir. Muhtemelen Kur’an, zekâtı toplayanlara, onların nefislerine yenilmelerini ve zekât toplarken haksızlık yapmalarını engelleyecek ölçüde bir pay ayırmak istemiş olabilir. Zekât toplayanların nefislerine yenilmeleri, hem devletin gelirlerini azaltabilir hem de toplumda huzursuzluk meydana gelmesine sebep olabilir. Tarihte görülen halk isyanlarının bir kısmının sebebi, nefislerine yenilen vergi tahsildarlarının davranışlarıdır.

Zekâttan pay verilecek diğer bir gurup, kalpleri ısındırılacak olanlar şeklinde ifade edilmektedir. Tefsircilerin çoğunluğu bunları, kalpleri İslâm’a ısındırılacaklar olarak ifade etmişlerdir. Bu kanaate varmalarının muhtemel sebebi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) uygulamalarıdır. Peygamber bu uygulamaya, Medine’ye hicret ettiği andan itibaren başlamıştır. Mekke’nin fethinden sonra ve Taif Seferi sırasında da sürdürmüştür. Hz. Muhammed’in, Medine’ye ilk geldiği zaman şehirde yaşayan bütün taraflarla (Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve diğerleri) bir hukuki sözleşme yapmıştır. Bu sözleşme, Mekke ve Medine’de o güne kadar kurulmamış bir devlet anayasası şeklindedir. Yemen’deki krallık hariç, bir devlet geleneği yoktu. Kabileler arasındaki uzlaşmalarla ve hiç birinin tam hâkim olmadığı bir yönetim anlayışıyla idare ediliyordu. Böyle bir ortamda bir devlet kurmaya çalışan ve ilk anayasa şeklindeki hukuki bir sözleşme yapan Hz. Muhammed, insanların gönlünü, bu devlet anlayışına ısındırmak istemiştir.

Dolayısıyla, kalpleri ısındırma sözüyle kastedilen, devlet kavramına kalpleri ısındırmaktır. Eğer amaç kalpleri İslâm’a ısındırmak olsaydı, Allah’ın insanlara rüşvet verir gibi bir yol seçmesine gerek yoktu. Yüce Yaradan’ın, insanların kalplerine indirmesi yeterli olurdu. Kalpleri İslâm’a ısındırmak için zekâttan bir pay verilmesi düşüncesi, aşağıdaki ayetle çelişmektedir.

Hucurat Suresi 49/17: Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine, eğer doğru kimselerseniz, sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.”

Bu ayet, İslâm’ın ilk yıllarında ve Müslümanların henüz toplum içerisinde azınlık oldukları bir dönemde inmiştir. Öyle bir ortamda bile, Müslüman olmak, Yüce Yaradan’ın insanlara bir lütfu olarak değerlendirilmektedir. Bazı ayetlerde “kârlı bir ticaret” olarak bahsedilen şey, bu dünyadaki fedakârlıkların karşılığında, “Cenneti” elde etmek olarak ifade edilmiştir. Kârlı alış-verişten bahseden ayetlerden anlaşılan bir başka husus da, sadece “Elhamdülillah Müslümanım” demekle cennete gidilemeyeceğinin, net olarak gösterilmek istenmesi olabilir.

Demek ki, kalpleri ısındırma ifadesinden, insanların kalplerini, devlet düzenine alışık olmayanları, devlet fikrine ısındırmanın bahsedilmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. Devletin de görevi, insanlara huzurlu bir yaşam ortamı sağlamaktır.

Zekât verilecek diğer bir gurup, kölelerdir. Bilindiği gibi, köleler şahısların malı sayılmakta idi. Böyle bir durumda, sahiplerinin hilafına kölelere doğrudan yardım verilmesi mümkün değildir. Ancak, kölelere özgürlüklerini vermeleri şartıyla, kölelerin sahiplerine verilebilir. Buradan anlaşıldığına göre Kur’an, köleliğin kaldırılmasını istemektedir.

Zekâtın verilmesi istenilen bir gurup da, borçlular olarak ifade edilmiştir. Kur’an’da borçlularla ilgili bir başka ayet daha vardır:

Bakara Suresi 2/280: “Eğer borçlu darlık içindeyse, ona ödeme kolaylığına kadar bir süre tanıyın. Ve bu gibi borçlulara alacağınızı bağışlayıp sadaka etmeniz eğer bilirseniz sizin için, daha hayırlıdır.”

Bir toplumda, her zaman alacaklılar ve borçlular olur. Dolayısıyla Kur’an, bu hususu da işlemiştir. Yukarıdaki ayette, alacaklılara hitap etmektedir. Takdir edileceği gibi, alacaklı ile borçlunun arasına -anlaşmazlıklar haricinde- girmek yanlıştır. Bu nedenle Yüce Yaradan, alacaklıları insaflı davranmaya yönlendirerek, toplum huzurunu, yani alacaklısıyla borçlusuyla hepimizin huzurumuzu korumayı hedeflemektedir.

Yorumunu yapmaya çalıştığımız Tevbe Suresi 60’ta bahsedilen borçluların içerisindeki, alacaklıları insafsız olanlar ve borcunu ödeyemeyecek kadar sıkıntıda olanlarının (Kur’an’ın özüne bakıldığında, bütün iyi niyetine ve gayretine rağmen ödeyemeyenlerin belirtildiği aşikârdır) kastedilmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Devletten, sıkıntıya düşmüş iyi niyetli borçlulara destek vermesini istemek, günümüzdeki sosyal devlet anlayışının ve sosyalistlerin bile zorlandığı bir durumdur.

İslâm’daki uygulama, alacaklıları da korumuştur. Nitekim Yahudi Kaynukaoğulları kabilesine yapılan uygulama bu durumun bir göstergesidir. Bedir Savaşından sonra, Medine’de fitne çıkaran Kaynukaoğullarının kalesini Hz. Muhammed komutasındaki Müslümanlar 15 gün kuşattılar. Sonunda teslim olan Yahudi kabileden 700 kişiyi Şam’a gönderdiler. Medine’yi terk etmeleri için üç gün süre verilen bu insanlara, mallarını yanlarına almaları için müsaade edildiği gibi, Müslüman şahıslardan olan alacaklarını da tahsil etmeleri sağlanmıştı.

Zekâttan ayrılan payların sonuncusu, “Allah yolu ve yol oğlu (ehli)” içindir. Tefsirciler birleşik olarak ifade edilmiş olan bu iki kavramı ayırmışlar. İlkini, “Allah yolunda” olarak tercüme etmişler. Allah yolunda olmayı da, Allah yolunda cihat etme olarak tanımlamışlar. Bazı tefsirciler de cami inşaatlarını da bu kavramın içerisine almışlar. “Yol ehli” ibaresini de, bir yerden bir başka yere seyahat eden yolcular olarak belirtmişlerdir. Bu yolcular içerisinden de, yolda kalmışlara yardım edilmesinin istendiğini düşünerek tercümelerini  “yolda kalmışlara” şeklinde yapmışlardır.

Ancak ayetteki ifade “ve fi sebilillahi vebnissebil” şeklindedir. Yani “Allah yolu, yol oğlu” olarak birlikte ifade edilmiştir. “Sebilillahi vebnissebil” ifadeleri birlikte yazıldığına göre, yardım edileceklerin, “Allah yolu ve bu yoldaki insanlar” olarak değerlendirilmesi daha mantıklıdır. “Allah yolu” kavramının anlamı, yukarıda bahsedilenden daha geniştir. Cihat etme ve cami yaptırmanın haricinde, insanlara ve insanlığa hizmet edecek çalışmalar da, bu kapsamın içerisine girebilir. Böyle düşünülürse, ayetteki, zekâttan pay verilecekler olarak, “Allah yolundaki hizmetler ve bu yolda çaba sarfeden insanlar” akla gelebilir.

Zekât gelirleri devlet reisine ait değildir. Kur’an, bu gerçeği göstermek için, harcamaların nasıl yapılacağını açıklamıştır. Dolayısıyla, devlet reisi istediği gibi harcayamaz. İslâm’da devlet başkanı, toplanan zekâttan kendisine ve ailesine de pay ayıramaz. Kur’an’da belirtilen yerlere dağıtır. İslâm hukukunun diğerlerinden bir farkı da, bu uygulamadır. Roma hukuku ve diğer birçok hukukta, harcama yetkisi imparator veya krallara aittir. İstedikleri gibi harcarlar. Kur’an’dan yaklaşık 6 asır sonraki Magna Carta anlaşması bile, kralın yetkisini almak için değil, kralın kendi istediği gibi yaptığı harcamalarla ilgili bilgi verilsin diye yapılmıştır. Nerelere harcama yapılabileceği kayıt altına alınmamıştır.

Bu yazı KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.