İNSANLIĞIN SON BEŞ YÜZ YILI
İnsanlığın bilinen belgeli tarihi, 1492 keşifleri öncesine kadar, rutin bir şekilde yürüyordu. Genel duruma bakıldığında, Avrupa fakir, Doğu yani Asya daha zengin idi. 1500 yılında, ufku en geniş bir Batı Avrupalıya, Avrupa’nın gelecekte ulaşacağı zenginlik hususundaki fikri sorulsa, olumlu cevap alınması ihtimali düşüktü. Avrupa’nın bugünkü gibi zenginleyeceğini hayal edecek bir kişi bulmak ise, mümkün değildi. Avrupa’nın bu halinin göstergelerinden birisi, keşif seyahatlerinin amacının Doğunun zenginliğine ulaşmak ve bu zenginlikten az da olsa bir pay almak olmasıdır.
Doğunun zenginliğine ulaşıp pay kapmak isteyen maceracı seyyahlar, büyük bir sürprizle karşılaştılar. O güne kadar bilinmeyen yerlere ulaştılar. Önce Hindistan’a geldiklerini zannettiler. Ama zaman geçtikçe, buraların Hindistan olmadığını, büyük bir kıta olduğunu anladılar. Amerika adını verdikleri bu kıta, Batı Avrupa’nın on beş katı büyüklüğüne yakındı.
Eğer yeni keşfedilen bu kıtada, hiç insan yaşamasaydı, Avrupa’nın işine yaramazdı. Avrupa’dan gidenlerin büyük çoğunluğu oralarda kalırlardı. Dolayısıyla, yeni gidilen yerlerde kazandıklarını Avrupa’ya göndermezler, oralarda yeni yatırımlar için harcarlardı. Dolayısıyla, Avrupa’ya bir faydaları olmazdı.
Avrupalılar gemilerle seyahat ederken, Afrika’nın doğal zenginliklere sahip büyük bölümüne ulaştılar. O döneme kadar, Afrika’nın Mısır, Libya (Trablusgarp), Cezayir ve Fas gibi ülkeleri biliniyordu. Fakat bu ülkelerin güney bölgeleri çöl olduğundan, daha güneydeki yerlerde hayat olup olmadığı pek bilinmiyordu. Bu ülkelerde, Akdeniz kıyılarında yaşayanların yaşam standartları iyi idi. Batı Avrupalılardan daha iyi durumdaydılar. Dolayısıyla, çölleri geçip aşağı taraflarda neler olabileceğine bakmaya ihtiyaçları yoktu. Ciddi bir ihtiyaç olmadan çölleri geçmeye çalışmak, tıpkı Batı Avrupalıların deniz seyahatleri gibi, delicesine macera aramak anlamına geliyordu.
Batı Avrupalılar, Afrika’nın yeni bilinen zengin bölgelerine geldiklerinde, oralarda yaşayan insanlar olmasaydı, tıpkı Amerika konusunda anlattığımız gibi, yine Avrupa’ya pek bir faydası olmazdı.
Yeni buldukları yerlerde insanlarla karşılaşan Batı Avrupalıların bir başka açıdan çok şanslı oldukları anlaşıldı. Buralarda yaşayan yerlilerin teknolojik güçleri çok zayıftı. Barutları yoktu. Hiçbirinin kılıçları yoktu. Çoğunun oku bile yoktu. Sadece mızrakları vardı. Dolayısıyla Batı Avrupalılar, yeni keşfedilen yerlerde her istediklerini yapmaya muktedir oldular. Hiç hayal edemeyecekleri kadar zenginlediler. Bütün dünya üzerinde etkili hale geldiler.
Her istediklerini yapan Batı Avrupalıların, hangi sonuçlara sebep olduklarını Roger Graudy’den okuyalım.
“Dünya üzerinde Batı’nın beş yüz sene süren mutlak hegemonyasından sonra, şöyle bir değerlendirme yaptığımızda, diyebiliriz ki, gezegenimizin bundan daha korkunç bir yönetimi hayal dahi edilemezdi.
Rönesans adını verdiğimiz dönemden, yani Avrupa’da 16. Yüzyılda, kapitalizmle sömürgeciliğin aynı anda ortaya çıkışından beri, Batı’nın bu politikasındaki önemli mesele, ilâhi (mutlak) değerlerin varlığına imanın terk edilmesidir.
Bir toplum, faaliyetine yön vermek için, artık ilâhi değerleri kabul etmekten vazgeçer geçmez, geriye kuvvetli olma, bolca yararlanma ve hızla büyüme arzularının kamçıladığı çarpışmalar ve çatışmalardan başka bir şey kalmaz!
Herkesin, herkese karşı savaşı demektir bu!
Bir medeniyetin bu şekilde iflası, bir umutsuzluk kültürü doğurmuştur.”
Kendince başka bazı tespitler yaparak insanlığın halini anlatan Graudy, sonunda şöyle demektedir:
“Dinleri, inançları her ne olursa olsun, dünyamızda binlerce erkek ve kadın, eğer geleceklerini seviyorlarsa, bilsinler ki, Batı medeniyeti iflas etmiştir.
Eğer Batı medeniyetinin akıntısına kendimizi bırakacak olursak, o bizi toplu bir intihara sürükleyecektir.”
Graudy’nin tespitlerini ve ulaştığı sonuçları abartılı bulanlarımız olabilir. Yazarın bir Batılı ve Fransız Komünist Partisi yöneticisi olmasına rağmen, sonradan Müslüman olması dolayısıyla, taraflı yorumlar yaptığına vurgu yapanlar olabilir.
Böyle düşünenler, Batılı olan ve Müslümanlığı seçmeyen, ama insanlığın mevcut durumundan memnun olmayan yazarların düşüncelerini takip ederlerse, daha mantıklı bir karara varabilirler. Okuyuculara kolaylık sağlamak için, bazı kısa örnekler verelim.
Raoul Vaneigem, “Gençler İçin Hayat Bilgisi” kitabında “Çürüyen gündelik hayat. Hayatta kalmak için çalış, tüketmek için hayatta kal!” demektedir. Ayrıca, maddi ve manevi her şeyi tüketme yeteneğimizden bahsetmektedir.
Michel Henry, “Barbarlık” adlı kitabında, sanatın öldüğüne ve kutsalın yok olduğuna vurgu yapmaktadır.
Guy Debard, “Gösteri Toplumu ve Yorumlar” adlı kitabında, “tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık” diyerek dünyanın hapishane haline geldiğini ifade etmektedir.
Ray Billington, “Felsefeyi Yaşamak” adlı kitabında, “duyarlık ve duygular devre dışı bırakılırken, maddeciliğin hükümranlığı başladı” demektedir.
Jean Baudrillard, “Kötülüğün Şeffaflığı” adlı eserinde, “yüz, söz, cinsiyet, beden, irade ve kamuoyu her yerde insanlık dışı bir biçimde yeniden oluşturuyor” diyerek insanlığın geldiği noktayı tanımlamaya çalışmaktadır.
Batının uygulamalarındaki yanlışlıkları anlatan bu yazarların ortak kanaatleri, insanın ve insanlar arası ilişkilerin yok oluşuna bir ağıttır, bir çığlıktır.
Kendileri Batılı olan bu yazarların ortak soruları şudur: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi.”
Eğer, yaşamın kendisini yok etmekte olduğunu düşünüyorsak, derhal sorumluluk almaya başlamalıyız. Çözüme doğru ilerleyebilmemiz, tabiri caizse, düştüğümüz yerden kalkmamız için, öncelikle kaybettiğimiz şeyleri tekrar elde etme uğraşı vermemiz en uygun yöntem olacaktır.
Bu sebeple, işe, ilâhi değerlerin varlığını kabul ederek başlar ve sonrasında, maddi olan her şeyi tüketme alışkanlığımızı terk etmeye çalışırsak, yaşamı yok olmaktan kurtarabiliriz.