HÜKÜMRANLIK VE ÂLİMLER
Bütün kâinatın yaratıcısı ve hükümdarı olan Yüce Yaradan, ilk peygamberi Hz. Âdem’e öğrettirdiği “esma”dan başlayarak, sürekli olarak insanlara bir şeyler öğrettirmeye çalışmıştır. Bu açıdan bakılınca, tabiri caizse, insanlığın başöğretmeni Yüce Yaradan olmuştur. İnsanlardan bazıları, tek olan Tanrı’nın, kendilerine öğrettirdikleri sayesinde, O’nun gerçekten halifesi olma onuruna erişmişlerdir.
Başöğretmen Yüce Yaradan, değiştirilemeyen kutsal kitabı olan Kur’an’da, ilimle uğraşmaya değer vermiş ve âlimleri övmüştür.
Fatır Suresi 35/28: “…Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.”
Nahl Suresi 16/43: “…Eğer bilmiyorsanız, (Tevrat ve İncil) âlimlerine sorun”
Ali imran Suresi 3/7: “…İlimde ileri gidenler de derler ki, ‘inanıyoruz ki hepsi Rabbimizdendir.’…”
Kur’an’da, ilim sahipleriyle ilgili olarak, benzer şekilde çok sayıda ayet vardır. (ör: Maide 5/44, Hac 22/54 gibi)
Diğer taraftan Kur’an, gerçeği bildikleri halde, insanlardan gizleyen ilim insanlarını da dışlamıştır.
Bakara Suresi 2/146: “O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri, onu, o peygamberi oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyleyken, içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlediler.”
Bilindiği gibi, Yüce Yaradan’ın halefi olmanın bazı şartları var. Biz burada konumuzla ilgili olanı ele alacağız. Önce, bilgi sahibi olmaya çalışacağız. Bilgi sahibi olabilmek için, sürekli öğrenme gayreti içerisinde olacağız. Ama daha önemlisi, bildiklerimizi gizlemeyeceğiz ve yalan söyleyerek insanların aleyhine kullanmayacağız. Aksi takdirde, yanlış bilgi verdiğimiz insanların günahlarının da bir kısmını yükleneceğimiz, Kur’an’da ifade edilmektedir.
Nahl Suresi 16/25: “…Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür!”
Kur’an’ı incelediğimizde, her kitap okuyanı ilim sahibi olarak görmediğini anlıyoruz. Kitap okumanın insanı bilgi sahibi yapacağını, fakat âlim olmanın farklı olduğunu vurguladığını görüyoruz. Kur’an, bilgi sahibi ile âlimi ayırırken, sırtında taşıdığı kitaplardan haberi olmayan eşek örneğini verir.
Cuma Suresi 62/5: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.”
Bu gerçekleri bilen ve Kur’an’a uygun davranmaya çalışan bazı devlet yöneticileri, âlimler ile bilgi sahibi insanları ayırmaya gayret etmişlerdir. Âlim kisvesine bürünerek halkı yanlış yönlendiklerini düşündüklerini bazen idam ettirirlerken, gerçek âlim olduklarına inandıklarına hürmet etmişlerdir.
Bu hususta, Osmanlı Devletinin bazı yöneticilerinin uygulamalarında, güzel örnekler vardır. Bu örneklerden birisi de, şeyhülislâm Kemal Paşazadenin hayatının seyri ve Yavuz Sultan Selim ile Kemal Paşazade (İbn Kemal) arasında geçen bir olaydır.
Kemal Paşazade, lakabından da anlaşılacağı gibi, asker bir aileden gelmektedir. Babası ve dedesi asker oldukları için kendisi de askerliğe yazılır. Padişah II. Bayezid döneminde, genç bir sipahi olarak, Fatih Sultan Mehmet’in idam ettirdiği Çandarlı Halil Paşanın oğlu olan İbrahim Paşanın maiyetinde, 1492 yılında Arnavutluk seferine katılır. Ordu dönüşte Filibe’de konaklar. Çandarlı İbrahim Paşanın huzurunda toplantı yapılır. Bu toplantıya Filibe Medresesinde müderris (öğretim üyesi) olan Molla Lütfi de katılır. Toplantı salonuna giren Molla Lütfi, huzurda bulunan paşa ve beylerin önüne geçer. Bilhassa, o dönemde orduda büyük bir şöhrete sahip bulunan Evrenaszade Ali beyin üst tarafına (önüne) geçip oturur.
Bu olay, Kemal Paşazadenin dikkatini çeker. Sıradan bir müderrisin, bu kadar değerli komutanlardan, beylerden ve bilhassa en şöhretli bir askerden daha değerli olmasını görerek kararını değiştirir. Edirne’ye dönünce, askerliği bırakır, ilim tahsil etmek için medreseye yazılır. Onun bu kararı, Türk devletlerinde âlimlere verilen önemin derecesini gösterir.
Kemal Paşazade, nispeten ileri bir yaşta ilim tahsil etmeye başlamasına rağmen, kendisini yetiştirir. Tek bir alanla sınırlı kalmaz. Fıkıhta, kelâmda, tasavvufta, edebiyatta, tarihçilikte, Kur’an tefsirinde ve mezhepler hususunda çok sayıda eser verir. Günümüze ulaşanlar çok daha az olmakla birlikte, 300 civarında eseri olduğu tahmin edilmektedir.
Yavuz Sultan Selim döneminde 1516’da, Anadolu’daki kadıların başkanlığı olan Anadolu Kazaskerliğine getirilir. Yavuz ile Mısır seferine katılır. Mısır dönüşü sırasında bir ara, padişahın yanına çağrılır. Her ikisi de at üzerinde giderlerken, atının ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un harmanisini kirletir. Yavuz gibi, 8 yıllık padişahlığı döneminde 8 sadrazamını azleden ve idam ettiren sert bir padişah, bu olay üzerine şöyle söyler: “Ulemanın (âlimlerin) atının ayağından sıçrayan çamur, benim için iftihar konusudur. Bu çamurlu harmanimi, ölümümden sonra sandukamın üzerine örtün.”
Yavuz Sultan Selim gibi asker yönü öne çıkan bir padişahtaki, ilme değer vermenin âlime değer vermek şeklinde tezahür eden bu anlayış, hem Osmanlı Devletinin bazı padişahlarında, hem de başka devletlerin üst yöneticilerinin bir kısmında da görülmüştür. Bizim dikkatimizi çeken husus, âlime verdikleri değerle ilerleyen bu devletlerde, ilme verilen değer azaldığı zaman devletlerin güçsüzleştiği, ilme değer verilmenin bittiğinde ise, devletin yıkıldığıdır.
Bu gözlemlerimizi dikkatli bir incelemeye dönüştürdüğümüzde, hükümranlık ile ilmin birlikte olduğu dönemlerde, halkın da huzur içerisinde yaşadığını görmekteyiz. Hükümranlar ile âlimler birbirinden ayrıldıkça, huzursuzluğun başladığını anlıyoruz. Ümera ile ulemanın birbiriyle çatışması halinde ise, toplumda hiç huzur kalmadığını ve devletin yıkılışa doğru gittiğini kavrıyoruz.
Devlet yöneticileri ilme değer verdiklerinde, kendi fikirlerinin tam tersini savunan ilim insanlarına bile, makamlarının gücünü kullanmamışlardır. Osmanlı Devletinde, bu durumun da bazı örnekleri vardır. Bu anlayıştaki yöneticiler, farklı düşünenleri, fikren mücadele ederek yenmeye çalışmışlardır. Tartışmaları sadece fikri alanda tutan bakış açısı, toplumdaki farklılıkların, o ülkenin gücü haline dönüşmesini sağlamıştır. Birbirleriyle hoşgörü içerisinde fikri tartışma yapabilen insanlar ve guruplar, devletleri sıkıntıya düştüğünde, birlikte çalışabilmektedirler.
Takdir edileceği gibi, baskı ile yok edilmeye çalışılan fikirlerin bazısı, bir süre sonra daha güçlenmiş olarak geri gelmektedir. Kendilerine baskı uygulayanları yenecek güce ulaşabilmektedir. Baskı karşısında yer altına inen ve şartlar değiştikten sonra rakiplerini yenenler, aynı zulmü bu defa kendileri yapmaya başlamaktadırlar. Çünkü insanlarda, kendilerine nasıl davranılıyorsa, benzer şekilde cevap verme meyli vardır. Her yeni gurup birbirine sert karşılık verdikçe, konu kısır bir döngünün içerisine sıkışıp kalmakta, her yeni gelen de başkalarına baskı uygulamaya çabalamaktadır. Sonuçta hem halkın huzuru kalmamakta hem de yöneticilerin çoğu görevlerinden zorla alınmaktadırlar.
Demek ki, hükümran olanlar âlimlere destek vermeli, ulema da, ümeraya yol göstermelidir. Her iki gurup da birlikte halka ve Hakk’a hizmet etmelidir. Halka ve Hakk’a hizmet etmekte başarılı olmak, yaptıklarında haklı olmakla doğru orantılıdır.
Allah’ım, Senin yolunda harcanmak üzere mülk ve saltanat ver,
Allah’ım, Seni daha iyi anlamak için, ilim ve hikmet ver.