HAYATIMIZI DEĞİŞTİRMEK ELİMİZDE

EBU ZER’İN MUHTEMEL İÇ DÜNYASI

 

Ebu Zer ile Emevilerin karşılaştırmasının yapıldığı “Ebu Zer ve Emeviler” başlıklı yazımızı bu sitede yayınlamıştık. Bu yazımızın ilk paragrafı şöyleydi:

“Ebu Zer, fakir ve küçük bir kabile olan Gifari kabilesine mensuptu. Gözü pek ve atak bir yapısı vardı. Kervanların yollarını kesip, onları soyarak, bazense çobanlık yaparak geçinirdi. Hz. Muhammed’i duyunca Mekke’ye giderek sorular sormuş, cevaplarını alınca oracıkta kendi isteğiyle Müslüman olmuştu. Sonraki hayatında varlıklarını fakirlerle paylaşmış, haksızlığa, debdebeye, kibirle övünmeye karşı onurlu duruşuyla en sadık sahabeler arasına girmişti.”

Görüldüğü gibi Ebu Zer el-Gifari’nin hayatı, kervan soygunculuğu yapmakla geçiyordu. Bir iş yapmıyor, ara sıra kervanları soyarak geçiniyordu. Çobanlık yaptığı dönem belki de erken yaşlarıydı. Haydutluğa başladıktan sonra çobanlık yapması ihtimali zayıftır. Çünkü çalışmadan para kazanmak insana cazip gelir. Soygunculukta yıllar ilerledikçe, duruma iyice alışır.

Her askere giden bilir. Askerliğe ilk başlayan yeni biri, yemin törenine kadar dışarı çıkamaz. Bütün günü askeriyenin sahasında geçer. Kendisi gibi asker olanlardan ve komutanlardan başka kimseyi görmez. Bu sebeple bir ay sonra, kendisini yıllardır askerlik yapıyormuş gibi hisseder.

İşte yaptığı soygunla geçinen ve çevresinde kendi arkadaşlarından, emri altındakilerden başkasını görmeyen bir insanın bütün dünyası, kendi çevresi ve birlikte yaptıkları işlerdir. Başka dünyaların olduğunu düşünemez. Düşünse bile, başka bir dünyaya girmekten korkar.

Hâlbuki Ebu Zer gibi, cesaretini toplayıp, insanları huzura çağıran seslere kulak verseler, kulak vermekle kalmayıp gönülden görseler, bütün sorun çözülecek. Onlar da birer Ebu Zer olma yoluna girecekler.

Ama önce, yaşadıkları hayatın yolunun çıkmaz sokak olduğunu anlamaları gerekir. Bu sokakta yürümenin sonu duvara toslamaktır. Su testisi suyolunda kırılır misali, keyifsiz, sevgisiz, aksine korkulu bir yaşam sürer. Dolayısıyla hem bu dünyada duvara toslar, hem de ahirette ebedi mutsuzluğun içine düşer.

Daha önceki yazılarımızda inançlar konusuna değindik. Anladık ki, başkalarına “ben ateistim” diyen insan bile, kendisi ile başbaşa kalınca Yüce Yaradan’ın varlığını kabul ediyor. Nitekim bir yazımızda Mareşal Tito, hesap gününün olmamasına isyan edercesine şöyle diyordu:

“İtiraf etmek zorundayım; Ben Allah’a, peygambere ve ahrete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koruyucusu olmalıdır…

Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette…

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı… Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı…

Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi.”

Tito “böyle keşmekeş olmaz” diyor.  Doğru söylüyor. Keşmekeşliği önlemenin veya azaltmanın yolu, önce kendi içimizdeki keşmekeşi yok etmekten geçer. Kafaların içi değişirse, dünya değişir. İnsan başka dünyaları görürse, hayatı değişir.

Çocukluğumuzun geçtiği köyümüzdeki, kasabamızdaki hayatımızı düşünelim. Büyük nehir görmemişiz. Göl görmemişiz. Denizleri hiç bilmiyoruz. Köyümüzün yakınından geçen bir çay var. Onun önünü ağaçlarla kesmeye çalışıp, yaptığımız bendin önünde biraz su birikintisi oluşturuyoruz. O birikintide başlıyoruz yüzmeye. Artık bizim içim yüzmek denilince o küçük su birikintisi gelir. Başka yerleri hayal edemeyiz.

Birgün tesadüfen bir göl görsek, yüzmeye korkarız. Bizim memleketteki çayın bendine göre, devasa büyüklükte olan gölün bizi yutacağını düşünürüz. Hele birde, girdaplara kapılarak gölde boğulan insanları duyarsak tamamen korkarız.

Hayatımızın sonraki bölümünde belki de nice göllerle ve hattâ denizlerle karşılaşırız. Ama oralar bizim için hep korkuyla bakılan yerlerdir. Karşıdan seyretmeye razı olur, suya girmeyiz. Bazılarımız, herkesin neşe içerisinde suyla oynamasına, yüzmelerine imrendiğimizden sığ yerlerde ayağımızı suya sokarız. Su seviyesi belimizi geçmeye başladıkça hemen geri dönmek isteriz. Dolayısıyla herkes neşe içerisinde oynarken, biz endişe içerisinde çevrede oyalanırız.

Hâlbuki biz de Ebu Zer gibi yapsak, yüzmesini bilene bir sorsak, ondan yardım istesek, belki de bütün korkularımız bitecek. Ruhumuz dinginleşecek. Keşmekeş kalmayacak. Hattâ aynı Ebu Zer gibi, biz de yüzmeyi o kadar iyi öğreneceğiz ki, başkalarına yüzme öğretecek hale geleceğiz.

Yeter ki, cesaretimizi toplayıp, Ebu Zer gibi harekete geçelim. Aslında günümüzdeki Ebu Zer’ler, el-Gifari’den daha şanslıdırlar. Çünkü küreselleşmeden dolayı, TV’lerin, bilgisayarın etkisiyle her şeyden haberimiz oluyor. Tek yapacağımız şey yine el-Gifari’nin yaptığını yapmak.

Ebu Zer, Hz. Muhammed’le görüşülmesine Mekkelilerin ambargo uyguladıkları bir dönemde, ambargoyu kırmış. Gitmiş görüşmüş. Aklındaki soruları sormuş. Belki kafasında başka sorular da vardı. Ama önemli gördüklerine tatmin edici cevapları alınca hemen şehadet getirmiş.

Onun bu durumuna Hz. Muhammed öylesine şaşırmış ki, yaygın bir anlatıma göre:  “Allah dilediğine hidayet veriyor” demiş. Allah elbette dilediğine hidayet verir, ama Kur’an’a bakınca, içten gelerek, yalvarırcasına hidayet isteyenlere, Yüce Yaradan hidayet veriyor.

Hidayet verdikleri de Ebu Zer gibi, bambaşka bir hayata uyum sağlıyor. Hattâ yeni hayatın önderlerinden oluyor. Aslında hem Hz. Muhammed döneminde, hem de öncesinde ve sonrasında dünya tarihinde sayısız miktarda Ebu Zer’ler var. Bizim Ebu Zer, ilk Müslüman olanlar içerisinde olduğundan bilinen bir örnek.

Yardım istemeyene yardım edilemeyeceğini herkes bilir. Hz. Muhammed nice iş-güç sahibi insana defalarca anlattığı halde, hiç sonuç alınamamıştır. Ama Ebu Zer kendisi yardım istediğinden sonuç başarılı olmuştur.

Asıl olan insanın içten istemesidir. Hiç kimsenin konumu kalıcı değildir. Bir insan yanlış yolda iken, doğruyu bulabilir. Düzgün yolda olan bir insan da, ileride yanlışa düşebilir. Bu sebeple her an kendimizi sorgulamamız gerekir. İyi iken kötü olmamak için Allah’a sığınmak gerektiği gibi, kötü iken iyi olmak için de Allah’a sığınmak gerekir. Günahları Allah’tan başka kimse affedemez, sevapları da Allah’tan başka kimse veremez.

Öyleyse, ‘sen yapamazsın’ diyenleri dinlemeyelim. ‘Sen yalan söylemeden duramazsın’ diyenleri utandıralım. ‘Sen başka iş bilmezsin, bilsen bile dürüstçe yapamazsın’ diyenlere aksini gösterelim. ‘Senin alıştığın bir hayat var, onu bırakırsan sudan çıkmış balığa dönersin’ diyenlere aldırmayalım. ‘Sen başaramazsın’ diyenlere gülüp geçelim. Boğuluruz diye korkmayalım. Geleceğimize ipotek koydurmayalım. Başarmak için;

Ayağa kalkalım ve böylelerine kim olduğumuzu gösterelim.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.