KÜLTÜRÜN AKTARMA ORGANLARI
Sosyologlar, kültürün nesillere aktarılmasının üç organı olduğunu söylerler. Bunlar; yazı, dil ve din konularıdır. Genel bakışta da, doğrudur.
Kültür ile medeniyet kavramları, günümüzde halk tarafından birbirinden net olarak ayırt edilememektedir. Uzmanız diyenler de birbirleriyle çelişen tarifler yapmaktadır. Biz de, iç içe geçen bu kavramdan ne anladığımızı belirterek, yazımıza devam edeceğiz.
Kültür veya medeniyet; manevi değerler olan hislerin, anlayışların ve değerlerin, akıl, ilim, bilgi ve teknoloji ile desteklenerek hayata geçirilmesidir.
Eğer kültür, sadece yazı, dil ve din birliği ile aktarılabilseydi, en rahat günümüzde aktarılması gerekirdi. Bilhassa gelişmiş ülkelerde okuma-yazma bilmeyen yok gibidir. Yazılı eser miktarı, geçmişle kıyas edilmeyecek kadar çoktur. Çoğu ülkede dil de aynıdır. Fakat çok değil, sadece iki nesil arasında, kültür anlayışı açısından uçurum oluşmak üzeredir.
Diğer taraftan, kültür sadece bu üç organla aktarılsaydı, Türklerin kültürlerini yeni nesillere ulaştırmaları çok zor olurdu. Çünkü Türklerde, bahsedilen üç organ da değişmiştir.
Yazıları sırasıyla runik, Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabesi yazılmıştır. Günümüzde bütün Türkler aynı alfabeyi kullanmamaktadır. Eski SSCB sınırlarındakiler Kiril (hem de bazı harfleri her ülkede farklı bir şekilde), İran ve Irak’takiler Arap, Çin’dekiler Çin, Türkiye ve Avrupa’dakiler ise Latin alfabesi ile yazmaktadırlar.
Türklerde dil aynı kalmamıştır. Günümüzde bile, halkın birbirini anlamakta çok büyük zorluk çekeceği devletler ve guruplar vardır. Türkiye Türklerinde ise yeni nesil, önceki nesillerle, kelimeler bazında anlaşırken sıkıntı çekmektedir.
Türklerde din konusu da farklılık arzetmiştir. Müslümanlık öncesinde birçok din ile tanışmışlardır. Türklerde Müslümanlık inanışı 7.ci yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. Hemen bütün Türklerin Müslüman olmaları (%99), 14.cü asrı bulmuştur.
Bütün bunlara ilaveten Türkler, dünya sathına en çok yayılmış bir millettir. Bazen aynı nesil içerisinde birkaç farklı bölgede yaşanılmıştır. Çoğu zaman gittikleri yeni yerlerde, uzun süre azınlık olarak yaşamışlardır.
Peki, Türklerdeki bu değişikliğe rağmen, kültür nasıl aktarılabilmiştir? Günümüzde yazı, dil ve dinleri aynı olan yerlerde, kültür neden istenilen ölçüde aktarılamamaktadır.
Eski Türkler dinleyerek öğrenirlerdi. Dolayısıyla bütün aleyhte şartlara rağmen, kültür yeni nesillere aktarılıyordu. Şimdi bütün dünyada, dinlemesini bilenler iyice azaldı. Sonuçta kültür yeterince aktarılamıyor.
Bir insanın birisini dinlemesi ve dinledikten sonra ondan bir şey öğrenebilmesi için en önemli şart, anlatanın, anlattıklarını uygulayan kişi olmasıdır. Bu maddi konular için olduğu kadar, manevi alanlarda da geçerlidir.
Kendisi sigara içen bir kişinin, “sigara zararlıdır, içmeyin” tavsiyesi işe ne kadar yararsa, yolsuzluğa ve soysuzluğa bulaşmış bir ferdin, ahlâk ve erdem konusunda ahkâm kesmesi o kadar etkili olur.
Hiç araba kullanmamış birisinin şoförlük dersi vermesi neyse, bekâr bir insanın ailedeki kadın-erkek ilişkileri konusunda ahkâm kesmesi aynı şeydir.
Günümüzde, manevi konuları anlatanların çoğu, söylediklerini kendileri uygulamayan insanlar. Dolayısıyla dinleyerek öğrenmenin azalmasını bir sebebi, bu durumdur.
Siyasetten başlayarak bütün alanlara yayılan bu çelişkili davranış, bazen umulmadık bir şekilde dinleyici bulabiliyor. Bazı büyük zatların söylediği gibi, “Bilgili olmaktan ziyade cahil oldukları için konuşan çok insan var ve onları tükenmez bir hikmet hazinesi olarak görenler ne kadar çok.”
Ama maalesef, ne bu konuşanlar bir şey anlatıyor, ne de dinleyenler bazı şeyler öğreniyorlar. Her şey görüntüde var. Öz değişmiyor.
Dinleyerek öğrenen insan, okuma-yazma bilmiyorsa, öğrendikçe hafızasını geliştirir. Güçlenen hafıza, hem yeni şeyler öğrenmeye, hem de öğrendiklerini başkalarına öğretmeye imkân verir. Öğrendiklerinin kendisine rehber olmasına da vesile olur.
Dinlemek, dinleyen için fedakârlık gerektirir. Dinlerken fedakârlığı öğrenen insan, bu duyguyu diğer alanlara da taşır. Fahri Küpcü’nün fikrine göre, korkusuz ve huzurlu bir yaşayış tarzına ulaşmak için, fedakârlık şarttır.
Fedakârlık olmadan aile birliği de, herhangi bir güç birliği de sağlanamaz. Birliğin olmadığı yerde dirlik olmaz. Dirliğin olmadığı yerde huzur olmaz.
Fahri Küpcü’nün anlatımına göre Türkler köy odaları benzeri yerlerdeki sohbetlerinde şunları anlatıyorlardı: Birincisi, haddini bilmeyi, ikincisi ar(utanma duygusu) ve irfan, üçüncüsü, iyi bir insan olmak için lâzım olan şeyler, dördüncüsü, evdeki tamirat işleri, beşincisi tarım ve hayvancılıkla ilgili bilgiler.
Bunları anlatanlar, bütün ömürlerinin birikimiyle konuşuyorlardı. Fakat daha önemlisi, anlattıklarını uygulayan kimseler oldukları zaman, dinleyenler de öğreniyorlardı. Çünkü söyledikleri can kulağıyla dinleniyordu.
Günümüzde bu insanların yerlerini medya ve internet aldı. Buralar birbirlerinden bir şey öğrenmeye çalışmak şöyle dursun, birbirini dinlemeyen insanların tartışma ve yazışmalarıyla dolu. Diğer taraftan bilgiye dayanmayan tartışmalar ve bilgi kirliliği insanların kafalarını karıştırıyor. Kafası karışık olanlardan, çoğu zaman mantıklı bir hareket beklenemez. Bilhassa yol ayrımlarında yanlış yollara sapabilirler.
Diğer taraftan, basın ve internet aracılığıyla insanlar yanlış bilgilendirilerek, istenilen yere yönlendirilen kuklalar haline getirilebiliyorlar.
Medya ve internet devam edeceğine göre, bizler bunların kötü etkilerini azaltacak yöntemler bulmaya çalışmalıyız. Bu tedbirler, doğrudan sansür niteliğinde olmaktan ziyade, dolaylı olarak insanları düzgün olmaya yönlendirmek şeklinde olmalıdır. Ama ahlâkı ve adalet anlayışını, ters yönde işleyen yayın ve diziler için, doğrudan müdahale yapılabilir.
Bir ülkede ister cezaevlerindekiler için, ister vergi vb. borcu olanlar için sıkça af çıkarsa, o ülkede insanlardan dürüst olmaları beklenemez. Afları azaltmak için önce yöneticiler kendilerini yargılamalıdır.
Cezaların adil olup olmadığını, kamu vicdanını yaralayıp yaralamadığını incelemelidir. Borçları oluşturan sebeplerin adalet anlayışına ters olup olmadığı araştırılmalıdır. Uygulanan cezanın oran ve şartlarının geçerliliği irdelenmelidir.
Benzer şekilde vatandaşa verilen ödüller de, hak ve adalet ilkesi açısından tetkik edilmelidir. Ucuz krediler ve teşvikler için öncelikle destek verilecek kişinin, ailesinin ve sülâlesinin genel ahlâk anlayışı araştırılmalıdır. Kabiliyetleri sorgulanmalıdır.
Günümüzde çoğu ülkelerde teşvik kredileri, yanlış yöntemlerle verilmektedir. Ucuz kredi almak isteyenden “krediye ihtiyacı olmadığını” ispatlayacak varlık göstermesi istenilmektedir. Gerçek böyle olmayınca, araya çoğu zaman hile karışabilmektedir.
Alınabilecek tedbirler eğitimden ekonomiye, kültürden bilime, hukuktan sağlığa, askeriyeden üretime kadar her alanda uygulanmalıdır. Bu konulardaki düşüncelerimi “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli kitabımda daha ayrıntılı bahsettiğim için, burada yazmayacağım.
Kitapta yazdıklarım, mutlak doğrular değildir. Sadece, düşünce üretimine zemin hazırlamak içindir. Zaten çoğu teklifim, uzmanlarının oluşturacağı ayrıntılara muhtaçtır.
Ancak uzmanlar, bir konunun ayrıntılarına girerken, fikirlerinin diğer alanlara nasıl yansıyacağını ve zaman içerisinde nasıl değişebileceğini bilemeyebilirler. Yanılabilirler. Bu sebeple diğer alanlarla işbirliği içerisinde çalışılmalıdır. Kimse benim bildiğim en doğru dememelidir.
Bu tekliflerimi kitap halinde yazılı hale getirmek aslında, gelecek için kendimi riske atmak demekti. Çünkü küreselleşen dünyada değişim çok hızlı idi. Ama hayatımın her döneminde “çözüm odaklı” düşünmüş olmam ve çok fazla alanla ilgilenmem, olaylara bir bütün olarak yaklaşmamı daha kolaylaştırdı. Yazma cesaretini de, fotoğrafın bütününe bakabilme anlayışımı geliştirmeme borçluyum.
Nasıl geçmişteki bazı kurumlarımız bugün geçerliliğini yitirdi ise, bugün de böyle olmuştur. Günümüzde bütün dünyanın ihtiyacı olan, yeni ve işlevsel “kurumlar” kurmalıyız. Kurumlaşma sağlanmadan, yeni nesillerin iyi yetişmeleri, sadece şahsi gayretlerle mümkün olur. Bu gayretler de, hiçbir ülke için yeterli olmaz.
Zaten dünya küreselleştiği için, bütün ülkeler ortak anlayışla kurumlar oluşturmazsa, başarılı olunamaz. Kurumlaşmaya ödül ve ceza sistemlerinin yeniden gözden geçirilmesiyle başlanabilir. Zengin-fakir arasındaki farkın azaltılma çalışmalarına yoğunlaşılabilir.
Ama ailelerin korunması ve çocukların 3 yaşından itibaren yetiştirilmesi çalışmaları gelecek için çok önemlidir. Ailelerle ve çocuklarla ilgilenecek kurumlardaki insanlar, mutlaka “hayatta yaptıklarıyla söyledikleri daha çok örtüşen” şahıslardan seçilmeye çalışılmalıdır.
Yüce Yaradan Kur’an’ı Kerim’inde pis ile temizi ayıracağının taahhüdünü verirken bizlere şöyle seslenmektedir: “pis olanın çokluğu garibine gitse de.”
Demek ki biz iyi niyetle ve adaletle gayret edersek, Allah’ın desteğinin bizimle olması ihtimali çok kuvvetlidir.