ENVER PAŞA ÜZERİNE 6

ENVER PAŞA ÜZERİNE 6

 

I. Dünya Savaşı devam ederken, Enver Paşa cepheleri ziyaret etmektedir. Ancak onun ziyaretlerinde, bazı gerçekler kendisinden gizlenebilmektedir. Bu arada Yakup Cemil de, sürekli cepheleri dolaşmaktadır. İhtiyaç olan yerlere gönderilmektedir. Hattâ bir defasında hapishanelerden bırakılan cinayet, ırza geçme gibi ağır suçlardan mahkûm olmuş insanlardan 2000 kişilik bir birlik kurarak, doğu cephesine destek vermişti. Böyle bir birliği, Yakup Cemil’den başkasının idare etmesi pek düşünülemezdi. Birlik içerisinde, 2000 civarındaki azılı mahkûma karşılık, sevk ve idareye yardımcı olmak için, yalnızca 10 kadar asker vardı. Bu haldeyken birliği, köylerin, kasabaların arasından yüzlerce kilometre yürüterek cepheye ulaşmıştı.

Babı Ali olayının kilit ismi olan Yakup Cemil, cephelerdeki askerlerin durumlarını daha rahat gözlemleyebilmiştir. 1916 yılının ortalarına doğru İstanbul’a döner. Enver Paşa ile görüşür. Cephelerdeki cephane, levazım durumlarının kötü olduğunu ve askerlerin morallerinin iyi olmadığını söyler. Almanlarla ortaklığı bırakıp, tek başımıza barış istememiz gerektiğini belirtir. Enver Paşa dâhil, diğer ileri gelenler bu teklifi kabul etmezler.

Eğer Enver Paşayı, gerçek verilerle eleştirmek istiyorsak, bu konu üzerinde durmalıyız. Nitekim İtalyanlar, her iki Dünya Savaşında da, harp devam ederken saf değiştirmişlerdir.

Şimdi düşünelim. Yakup Cemil ve bazı insanların bu teklifleri karşısında, yönetimde biz olsaydık ne yapardık, karar vermeye çalışalım. Ama daha savaşın devam ettiğini ve karşımızdaki İtilaf Devletlerinin, kayda değer bir başarıları olmadığını da unutmadan fikir yürütelim.

Fikir yürütebilmek için öncelikle araştıracağımız konu, tarihi bilgilerimiz olmalıdır. Tarihte Türklerin, bir savaşa beraber girdikleri dostlarını bırakarak, onları arkadan vurdukları bir örnek var mı diye aramalıyız. Sonrasında ise, “tarihte olmamış, ama her şeyin bir ilki vardır” diye düşünerek, kabul ettiğimizi varsayalım. Bu durumda savaşı, kesinlikle ve kısa sürede İtilaf Devletleri yani, İngiliz, Fransız ve Ruslar kazanırlardı. Bu üç ülke, savaş bittikten sonra, “ortağını arkadan vuran, yarın bizi de vurur” diyerek Türklerin üzerine gelirlerse, ne yapılabilirdi? İtalyanlar, Romanın mirasçısı gibi algılandıklarından ve aynı dine mensup olduklarından, onlar için böyle düşünülmeyebilir. Fakat İtilaf Devletlerinin Türklere bakışları çok farklıydı. Türkleri Anadolu’dan atmayı hedeflemişlerdi. Atilla Handan beri, Türklere karşı mesafeliydiler.

Demek ki, yapılacak tek şey vardı. O da savaşa devam etmekti. Buna ilaveten tedbir için, cephe sayısını mümkün olduğunca azaltmak, askeri planlar açısından faydalı olurdu. Örneğin, Yemen ve Arabistan’dan çekilmek, cepheyi çok daraltırdı. Hattâ Halep ve Kerkük’e kadar çekilerek, cepheyi oralarda tahkim etmek, levazım ve asker desteği açısından çok iyi olurdu. Yani bir nevi, Misakı Milli gibi olan sınırlarına gerileyerek, kuvvetlerimizi orada toplayıp, daha güçlü bir şekilde karşılık vermek, askerlik bakımından en mantıklısıydı.

Enver Paşayı eleştiren insanlar olarak, Enver Paşanın böyle bir çekilmeye karar verdiğini düşünelim. Türklerin çekildiği bölgeleri, elbette İngiliz ve Fransızlar işgal edeceklerdi. Eğer bu işgal olsaydı, bugünden geriye baktığımızda, acaba ne düşünürdük? Hicaz bölgesini, yani kutsal toprakları İngilizlere bırakıp çekildiği için Enver Paşayı suçlar mıydık, yoksa iyi yapmış mı derdik? Kudüs’ü İngiliz, Fransız ve Ruslara terk ettiği için, başka çaresi yoktu mu derdik?

Veya Mısır’ı, Kıbrıs’ı İngilizlere bırakan, Balkanları ve Erzurum’dan ötesini ise 1877-78 deki “93 Harbi” sonrası Ruslara bırakan, dolayısıyla en çok toprak kaybının yaşandığı II. Abdülhamit Han dönemi için, “hiç toprak kaybı yaşanmadı” dediğimiz gibi, “buralar, Enver’in zamanında kaybedilmedi” yalanını mı yayardık? Ya da 93 Harbinde, Plevne’ye donanmayı göndermeyerek ve karadan da ciddi bir takviye yollamayarak İstanbul’u koruyacağını düşünen, ama Plevne kaybedilince, düşmanın hızla Çatalca’ya kadar geldiğini görünce, İstanbul’u kurtarmak için İngilizlerden yardım isteyen II. Abdülhamit Hanı övdüğümüz gibi, Enver’i de metheder miydik?

II. Abdülhamit Han döneminde kaybedilen Mısır’ı, İngilizlerden geri almak için yaptığı kanal harekâtında başarısız olununca, Cemal Paşayı şiddetle eleştiriyoruz. Peki, Enver Paşaya da, niye Anadolu dururken, uzaktaki ve sadece yöneticilerin Türk olduğu, halkı da Arap kökenli bölgelere askerimizi yolladın diye kızar mıydık?

Bu sorulara ayna karşısında ve gözümüzü kendimizden kaçırmadan cevap verdiysek, Enver Paşayı izlemeye devam edelim.

Rusya’da, 1917 Ekim Devrimiyle Çarlar devrildi. Rusların savaştığı doğu cephesi çöktü. Savaşın ibresi Almanlara doğru döndü. Bunun üzerine ABD, İngiliz ve Fransızlara verdiği desteği hem artırdı, hem de hızlandırdı. Bu yardımların sayesinde, savaşın seyri 1918 de Almanların aleyhe döndü. İtilaf Devletlerine, ABD’den silah, para, yiyecek gibi yardımlar zaten geliyordu. Ama Ruslar çökünce, ABD, askerini de Avrupa’ya yollamaya başladı. Denizden de kuşatılan ve halkı açlıkla karşı karşıya kalan Almanlar, 3 Ekim 1918’de, ABD Başkanı Woodrow Wilson’a başvurarak ateşkes istediler. Dikkat edilirse, Almanlar, ateşkes için İngilizlere başvurmadılar. ABD’ye başvurdular. 

Bu sırada Selanik’i savunan Bulgarlar, 29 Eylül’de yenilince, İstanbul için tehlike başladı. Hem Almanların savaşı bırakmaları hem de Selanik’in düşmesi üzerine, İttihat Terakki barış istedi. Onlar da Wilson’ın, yayınladığı prensiplere uyacağını düşünüyorlardı. Böyle olmadığını anlayınca, barış isteği için başvuran Talat Paşa Hükümeti istifa etti. ABD ve İtilaf Devletlerinin, İttihat Terakkiye olan kızgınlığını bilen üç önder, barış anlaşmasını yeni bir hükümetin yapması durumunda, dayatılacak şartların daha hafif olacağını düşünmüşlerdi. Fakat galipler yumuşamadılar. Çünkü kızgınlıkları İttihat Terakkiye değil, onların dirilttiği Türk Milletine idi. Bilhassa Churchill, hem kendi siyasi geleceğini bitirme noktasına gelen Enver Paşaya kızıyor, hem de öldü dediği Türklerin yeniden dirilmelerini hazmedemiyordu.

Mondros Mütarekesinin şartlarının çok ağır olduğunu gören Enver Paşa ile birlikte Talat Paşa ve Cemal Paşa, üç gün sonra Alman gemisiyle İstanbul’u terk ettiler. 1917’ye kadar Sadrazamlık yapan Said Halim Paşa, İstanbul’da kalmayı yeğledi. İngilizler İstanbul’u işgal edince Malta’ya sürüldü. İttihat Terakkinin üç önderinden oldukları için her şeyin hâkimi oldukları iddia edilen Enver Paşa, beş yıla yakın Harbiye Nazırlığı ve Baş Kumandan Vekilliği yaptı. Hiç Sadrazamlık yapmadı. Talat Paşa önce Hariciye Nazırlığı sonra, bir yıl civarında Sadrazamlık yaptı. Cemal Paşa ise sadece Bahriye Nazırlığı yaptı.

Enver Paşanın konumunu ve halet-i ruhuyesini daha iyi anlamak için Yakup Cemil’in idam edilmesi olayına çok kısaca değinmekte fayda var. Yakup Cemil, gözünü budaktan sakınmayan, şahsi hiçbir menfaat peşinde koşmayan, başardıklarını anlatmayı küçüklük sayan, sözünü de kimseden esirgemeyen ama kabadayı mizaçlı birisiydi. Bu sebeple, Talat Paşa ve İttihat Terakki Genel Merkezi ondan çekiniyordu. Yakup, daha İstanbul’a gelmeden, onun aleyhine çalışmalara başlamışlardı. İstanbul’a geldiğinde, yazımızın başında belirttiğimiz gibi “savaşı bitirmemiz şart” diyerek Enver Paşa dâhil hepsini uyardı. Teklifine olumlu cevap alamadığını görünce, muhtemelen kendince plan yaptı. Talat Paşa hükumetini devirerek, yerlerine yeni bir hükumet kurmayı hedefledi. Başaramadı. Tutuklandı. Daha sonra çıkarıldığı mahkemedeki sorgusu sırasında, Sadrazam olarak, Mustafa Kemal, Fethi (Okyar) veya Cemal Paşadan birini yapmak istediğini söyleyecekti. Aynı 1913’teki Babı Ali vakası gibi yapacaktı. Kafasındaki muhtemel tarih, 23 Eylül 1916 idi.

Bu gelişmelere rağmen, Enver Paşanın, Yakup Cemil’e olan güveni sarsılmadı. Onu kaymakamlık görevine getirmeyi düşündü. Ama İttihat Terakki içerisinde büyük efendi olarak bilinen Talat Paşa, Yakup Cemil’den çok çekindiği için çeşitli oyunlar kurguladı. Enver ile arasını açmaya çalıştı. Başaramadı. Hattâ mahkeme son safhasındayken, Enver Paşanın devlet işlerini görüşmek üzere Almanya’ya gitmesi gerekiyordu ve giderken “ben dönene kadar Yakup Cemil hakkında mahkeme kararı ne olursa olsun, uygulanmasın” demişti. Fakat Enver’in yokluğunda Talat Paşa, Yakup Cemil’i idam ettirmeyi başardı. Yakup Cemil ile birlikte, Enver Paşaya yakın birçok kişi daha çeşitli hapis cezaları aldı.

Yakup Cemil olayı, İttihat Terakki ileri gelenleri arasındaki uyuşmazlıkların bir göstergesidir. Bilhassa Enver Paşa ile Talat Paşanın arasındaki anlaşmazlığın belirtisidir. Dolayısıyla sadece bir Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı olan Enver Paşayı, her şeyin tek hâkimi olarak değerlendirerek suçlarsak, iddialarımızın temelinin yanlış olduğunu söyleyerek, bizi inandırıcı bulmazlar. Bu suçlama, belki Talat Paşa için yapılsa, daha inandırıcı olur. Çünkü Talat Paşa, “büyük efendi” konumundadır ve Almanların Talat Paşa ile daha iyi anlaştıkları bilinmektedir. Nitekim Yakup Cemil, Almanlarla ortaklığı bozmak için çalıştığından, Talat Paşanın düşmanlığını kazandı diye düşünülebilir. Bilindiği gibi Yakup Cemil, Almanların Türklere kumanda etmesine, her yerde yüksek sesle itiraz etmiştir. Ayrıca Almanlar, mahkemenin bütün safhalarını takip etmişlerdir.

Bu olayda Enver Paşanın suçlanabileceği şey, idamın gerçekleştirilmesinden sonra, Yakup Cemil’in hanımı ve iki kızıyla devletin ilgilenmemesidir. Fakir bir insan olan Yakup’un ailesi de, idamdan sonra çok fakirlik çekmiştir. Devletine hizmetleri olan birisi, bazen kendi başına buyruk hareket etmiş, kabadayı yöntemi ile günlük çözümlerin peşine düşmüş, devlet düzenine tam uyum sağlayamamış bile olsa, vatanını çok sevmiş, kendi menfaatini düşünmeden, kimseye haksızlık etmeden, dürüstçe ve ölümüne mücadele etmiş bir insanın ailesini, devlet açıkta bırakmamalıydı. Bu durum, hem Enver Paşanın, hem İttihat Terakki Hükumetinin, hem de Padişahın ayıbıdır. Nice sonra, ailesine kişi başına 33 kuruştan, 99 kuruş maaş bağlanmıştır. Bu miktar bile, çok yetersiz kalmıştır.

Enver Paşanın yurt dışına gittikten sonraki faaliyetlerini, bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz.

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.