ENVER PAŞA ÜZERİNE 2

ENVER PAŞA ÜZERİNE 2

 

İlk yazımızda tarihi olayları değerlendirirken yapılan yedi temel hatayı sıralamıştık. Aynı hatalara kendimiz düşmemeye çalışarak, Enver Paşa’nın Trablusgarp’a kadar olan hayatının kilometre taşlarını aktarmıştık.

Enver Paşa, 1911 yılının sonuna doğru Trablusgarp’a (Libya) geldiği zaman, Naciye Sultan ile nişanlı (sözlü) idi. Ayrıca “hürriyet kahramanı” idi. Bu sebeple, Trablusgarp’taki Sunusi aşireti tarafından çok iyi karşılanır. Kendisine padişah muamelesi yaparlar. Enver de, 5 vakit namazını kılmaya çalışan bir yapıda olduğundan ayrıca hürmet görür.

Enver Paşa hemen işe koyulur. Bir iki ay içerisinde, yaklaşık 25.000 kişilik bir Sunusi ordusu kurar. Osmanlı harbiye Nazırının bedevi dediği bu insanlardan ordu kurmak, çok zor olur. Çünkü ağır silahlar İtalyanlardadır. Dolayısıyla güç dengesi yoktur. Araplar, gayri ihtiyari, korku içerisindedir. Enver Paşa, insanların korkularını yenmeleri için, cephenin en önündedir. Top atışları ve şarapnallerin arasında, asker siperde iken, o ayağa kalkar ve bir sağa bir sola doğru gider gelir. Bir yandan da askerlere “korkmayın, biz Allah için, vatanımız için mücadele ediyoruz. Allah bizi korur” demektedir. Gerçekten de, kendisi hiç yaralanmaz. Böylece Sunusi aşiretinden kurduğu orduya da, güven gelir. İtalyanlar, kıyıdan yukarıya çıkamazlar.

Enver Paşa bu arada, bazı sevdiği arkadaşlarını da Trablusgarp’a çağırır. Çünkü kabiliyetli subaylara ihtiyaç vardır. Bunlardan biri de Mustafa’dır (Mustafa Kemal Atatürk). Gerçekten de Mustafa Kemal, askeri zekâsını ortaya koyar. Girdiği her muharebede, İtalyanlara üstün gelir.

Enver Paşa ve az sayıdaki arkadaşları tek başlarınadır. Yerli Sunusilerin, Enver Paşa’dan başka güvenecekleri hiç bir yer yoktur. Osmanlı, yeterince yardım gönderememektedir. Bu sebeple, Enver paşa kendine güvenen insanları terk edemez. Halbuki, I. Balkan Savaşı patlak vermiştir. Gelen haberler çok kötüdür. Osmanlı ordusu, Türk tarihinin en ağır yenilgisini almaktadır. Edirne, Bulgarların kuşatması altındadır.

Bunları duyan Enver Paşa, daha fazla dayanamaz. Sunusilerin liderlerinden izin ister. Onlar da gitmesine, gönül rahatlığıyla müsaade ederler. İstanbul’dan gelen arkadaşlarından bazılarını Trablusgarp’ta bırakır. İstanbul’a döner.

Derhal yetkililerle görüşmek ister. Sadrazam Kâmil Paşa ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya gider. Fakat Enver’i terslerler. Enver, İttihat Terakki ileri gelenleriyle meseleyi masaya yatırır. İstişareden, Babı Ali’ye gidilerek, hükümetin ciddiyetle uyarılması kararı çıkar. Başlarında Enver ve Talat Paşaların olduğu bir gurup, Cağaloğlundan yola çıkar. Yolda halktan katılımlar olur. Vardıklarında, hükümet toplantı halindedir. Toplantıdan dışarıya bazı bakanlar çıkarak, gelenlerle görüşürler.

Fakat Harbiye Nazırı Nazım Paşa, biraz da iri yarı bir kişi olmanın verdiği güvenle, gelenleri küfürle karşılar. Bütün hayatı boyunca kibarlığından taviz vermemiş olan Enver Paşa, makul bir şekilde, devletin ve halkın durumunu ve çözüm üretilmesi gerektiğini söyler. Nazım Paşa, yumuşamak yerine daha da sertleşir. Bu sırada, Enver’in yumuşak davranışı dolayısıyla işlerin sarpa sardığını düşünen Yakup Cemil, Nazım Paşa’yı vurur. Durumun vehametini anlayan Sadrazam Kâmil Paşa, görevinden istifa eder.

Yerine, Mahmut Şevket Paşa getirilir. Ancak bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi, bu yeni hükümet tam anlamıyla bir İttihat Terakki hükümeti değildir. İttihat Terakki’nin o dönemdeki iki önderi olan ve Babı Ali’ye görüşmeye giden Enver Paşa ile Talat Paşa, hükümette değillerdir. Bu hükümetin, İttihat Terakkinin tam hakimiyetinde olmadığını, biraz aşağıda Edirne meselesini aktarırken daha iyi anlayacağız.

Hükümetteki bu değişiklikten iki ay sonra, Şükrü Paşa komutasında 155 gündür kahramanca direnen Edirne, Bulgarlara teslim olur. Yeni hükümet, 30 Mart 1913’te imzaladığı Londra anlaşması ile, Edirne’yi resmen Bulgarlara bırakır.

Şimdi böyle bir ortamda, Enver Paşa’nın neler hissettiklerini düşünmeye çalışalım.

O Enver ki, Balkanların Dağlarında Rum, Arnavut ve Bulgar çetelerinin izini sürmüş. Cezalandırmadığı hemen hiç bir çete olmamış. Bütün çetelerin korkulu rüyası olmuş.

O Enver ki, Kolağası Resneli Niyazi ile dağa çıkmış, üzerlerine gönerilen hiç bir askeri kuvvet, onları yenememiş. Sonunda halk tarafından “hürriyet kahramanı” ilan edilmiş.

O Enver ki, İtalyanlar Trablusgarp’ı işgale başlayınca, Berlin’deki rahat yaşantısını bırakıp İstanbul’a gelmiş. Osmanlı Devleti “biz orasını gözden çıkardık” deyince, olaya kendi el atmış. Kaçak yollardan ve az sayıda arkadaşıyla, Trablusgarp’a gitmiş. Mühimmat ve silah açısından çok üstün olan İtalyan ordusunu, yerli halktan oluşturduğu kuvvetlerle sahil kenarlarına mıhlamış.

O Enver ki, Balkanları kaybedip, Edirne kuşatma altına alınınca, Trablusgarp’taki Sunusi liderlerinden müsaade alıp, İstanbul’a koşmuş. Hükümet onu dinlememiş. Topluca Babı Aliye gitmiş. Hükümetin değişmesine vesile olmuş. Ama bu yeni hükümet de beklediği gibi çıkmamış, Londra Anlaşmasıyla, Edirne’yi terk etmiş.

Kendi menfaati için hiç bir şey istemeyen, dini için, vatanı için hayatını hiçe sayan, beş vakit namazını cephede bile aksatmamaya çalışan, beş dil bilen bu insan, “artık buraya kadarmış, ne yapayım” diyerek, köşesine mi çekilseydi? Eğer böyle yapsaydı bile, Allah, yarın ona, neden köşesine çekildiğini sorduğunda, kendini savunabileceği cevabı zaten vardı.

Fakat Enver Paşa, kendi için değil, ama vatanı için, dini için çözüm üreten biriydi. Evine dönmedi. Hükümete yepyeni bir teklifle gitti. Teklif, mealen şöyleydi:

“Enver Paşa, kendisini seven insanlardan oluşan, yaklaşık 2-3 bin kişilik bir birlik kuracaktı. Aynı Trablusgarp’ta yaptığını uygulayacaktı. Kuşçubaşı Eşref, Süleyman Askeri gibi kapasiteli, Yakup Cemil gibi kendisi aç iken vatanı uğruna ölmekten bir an bile çekinmeyen arkadaşları, bu birliği yönetecekti. Bu birlik, hükümetten bağımsız olacaktı. Dolayısıyla, büyük devletler Osmanlı Hükümetine baskıya devam ettiklerinden, bu birlik yüzünden de baskı görmeyeceklerdi. Çete taktiğiyle savaşacak olan bu birlik Edirne’yi almayı başaramazsa, hükümet bunları asi ilan edecek, böylece büyük devletlerin baskısından kurtulacaktı.”

Hükümet içerisindeki konuştuğu arkadaşları, bu fikri onayladılar. Enver Paşa, ekibini topladı. Çete taktiğiyle mücadeleye başladı. 23 Temmuz 1913’te, Edirne’yi Bulgarlardan geri aldı. Sonra arkadaşları ilerleyerek, Gümülcine’yi ve İskeçe’yi de geri aldılar. Bu gelişmeler üzerine, büyük devletler Osmanlı Hükümetine baskı yapmaya başladılar. Baskılar sonucu Osmanlı Hükümeti, Edirne’nin geri alınmasından sonra bölgeye gönderdiği 6.000 civarıdaki Osmanlı askerini geri çağırdı.

Askerler ve komutanları, geri dönmeyi kabul etmediler. Bölge halkından da toplanan gönüllülerle birlikte sayıları 30.000’e yaklaşmıştı. Osmanlı Hükümetinin baskısı üzerine, Enver Paşanın arkadaşları Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri, önce Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi kurdular. Baskılar devam edince, 12 Eylül 1913’te Batı Trakya Türk Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurdular. Bu devlet, tarihte cumhuriyet şeklinde kurulan ilk Türk devletidir.

Fakat, Osmanlı Hükümeti, büyük devletlerin baskılarına boyun eğer. Enver Paşa ve arkadaşlarının Edirne’yi geri aldıktan sonra kurdukları bu cumhuriyetin kurulduğu toprakları da, İstanbul anlaşmasıyla Bulgarlara verir. Böylece 25 Ekim 1913’te Cumhuriyet kendini fesheder.

Şimdi Enver Paşanın yerine kendimizi koyarak, geçmiş bütün olayları, film şeridi gibi, gözümüzün önünden geçirelim. Biz olsaydık, ne düşünürdük ve nasıl bir çözüm üretirdik diye kendimize soralım. Ama bu soruları, ayna karşısında soralım ve gözümüzü kendimizden kaçırmadan cevaplayalım.

Bunu yaparken Enver Paşanın Almanya’da tanıştığı insanlara yazdığı mektuplardaki mealen şu sözlerini de hafızamızda tutalım: “Reval’de yapılan anlaşma sonrası Osmanlı paylaşıldı. Bu paylaşımda yer almayan Almanya, giderek güçleniyor. Ben de pay isterim diyor. Büyük devletler arasında çok büyük bir paylaşım savaşı olacak. Paylaşım sadece bizim ülkemiz üzerinde olmayacak. Ama mihver, bizim ülkemiz olacak. Allah’tan niyazım odur ki, bize iki sene müsaade etsin ki, biz durumumuzu toparlayalım. Yoksa biteceğiz.”

Okuyucular, göz göre göre gelmekte olan ve Osmanlı Devleti için felâket oluşturacak bu ortamda ne yapılması gerektiğini, böylesine hızlı gelişen olaylar karşısında nasıl davranılması icap ettiğini düşünürken, gelecek yazımızda olayların devamını irdelemeye devam edeceğiz.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.