EKONOMİK KALKINMA VE YOKSULLUK

EKONOMİK KALKINMA İLE YOKSULLUK BAĞLANTISI

 

İkinci Dünya Savaşı ve Kore Harbinin bitiminden sonra dünyamız, barış sürecine girdi. Barış döneminin en sihirli söylemi, “ekonomik kalkınma” idi. Gerçekten de, dünya ekonomisi, genel anlamda, daha önce hiç görülmemiş bir hızla kalkındı. Öyle ki, 1875-1914 arasındaki barış döneminin bütün rekorlarını alt-üst etti. Hem miktarlar açısından daha büyük rakamlara ulaştı, hem de daha geniş bölgeye yayıldı. 1950 öncesinde kalkınmışlık dünya nüfusunun onda birine şamil idi. Günümüzdeki etki alanı beşte ikiye yaklaştı.

Ancak yoksulluk sorunu halen çözülemedi. Kısmen Japonya dışındaki gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde yoksulların sayısı azımsanmayacak ölçüde. Elbette ülkelerdeki orta sınıfların sayıları arttı. Ancak genel olarak bütün dünyada, zengin guruplarla fakirlerin arasındaki gelir dağılımı farkı, yoksulların aleyhine gelişti. Aynı şekilde aleyhine olarak devam ediyor.

Dışarıdan bakılınca, ülkelerin kişi başına düşen milli gelirleri artıyor. Ancak yoksul insanlar açısından kişi başına düşen milli gelirdeki artış hızı daha yavaş. Çoğu ülkede, zenginlerinkinin yarısı oranındadır. Dikkat ederseniz oran karşılaştırması yaptık. Miktar karşılaştırması yapmak moralimizi tamamen bozacaktır. Bilindiği gibi, artan milli gelirle birlikte daha düşük seviyede de olsa fiyatlar da artmaktadır. Fiyatların artışı bazen yoksullardaki artışa yakın veya yüksek olabilmektedir. Bu sebeple, yoksulların içerisinden, açlık sınırının altına düşenlerin sayıları, her geçen gün artmaktadır.

Demek ki, 1950lerden sonraki mucize söylem olan, “ekonomik kalkınma” kavramının bir yerlerinde yanlışlar var. Ya bizim uygulamalarımız yanlış, ya da sistemin kuruluşu hatalı. Ekonomik kalkınma konusundaki bazı fikirlerimizi, bu sitede yayınladığımız bazı ilgili yazılarımızda ifade ettik. Bu yazımızda farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Öncelikle ekonomi bilimi yaptıklarını söyleyenlerin tahminlerinin nasıl gerçekleştiklerini irdeleyelim. Ekonominin, topluma, bir bilim dalı olarak sunulması 1850 yıllarında başlar. Ekonomi bilimcilerinin ilk ciddi yanılgıları, 1873 Viyana Borsasındaki çöküşünü takibeden olaylar zincirinde olmuştur. Ekonomistler, bu durum karşısında, sadece tedbir almaya çalışmışlardır. Başta Fransız Walras olmak üzere, İngiliz Stanley Jevon, Avusturyalı Menger, yeni bir ekonomi kuramı oluşturdular. “Marjinal-Fayda” kuramıyla, modern ekonomi biliminin temelini attılar. Fakat 1929 Ekonomi Buhranı, oluşturdukları kuamı karma karışık hale getirdi.

1929 Buhranında, İngiliz ekonomist John Maynard Keynes öne çıktı. Ulus devlet temeline dayalı yeni bir sistem geliştirdi. Keynes’in fikirlerinin sonuçları konusunda farklı yazılarımızda fikrimizi beyan ettik. Burada sisteminin temelini irdeleyeceğiz.

İlk bakışta Keynes’in anlattıkları, farklı bir söylem olarak değerlendirildi. Hâlbuki o da, ekonomiye, kendinden önceki Walras ve diğerleri ile aynı gözle bakmıştı. Keynes de, ekonomiyi bir makine şeklinde düşünmüştü. Ekonomi bir makine olunca, sadece makineyi harekete geçiren ve değişmeyen bir veya iki elemanı araştırmak yeterliydi.

Keynes, ekonomiyi, İdeal Gaz’a benzetti. Kuramını da bu varsayım üzerine oturttu. Ona göre, sıcaklık ve basınç, İdeal Gaz için ne anlam taşıyorsa, para-kredi-faiz oranları da ulusal ekonomi için aynı anlamı taşımalıydı. Dolayısıyla kuramını, bu temel üzerine inşa etti.

İşin ilginç tarafı, Keynes’e karşı olan ekonomistler de, söylemlerini aynı temel üzerine kurdular. Keynes ve Keynes’e karşı olan ekonomistler, ulus devletlerin, uygulayacakları para-kredi-faiz politikalarıyla, fertlerin ve firmaların mikroekonomilerini denetim altında tutacaklarını farzettiler.

Birbirine zıt gibi görünmesine rağmen aynı temele oturan karşıt ekonomistlerin hepsi, 2008 Ekonomi Buhranında perişan oldular. Tabiatıyla kendi şahsi menfaatlerine pek zarar gelmedi. Fakat kuramları işe yaramaz hale geldi.

Aslında ekonomi bilimini yaptıklarını iddia eden ekonomistlerin, söylemleri daha önceden birçok olayda, işe yaramaz hale gelmişti. Aşağıda birkaçını vereceğimiz olaylar, bölgesel olarak nitelendi, üzerinde durulmadı.

ABD Başkanı Jimmy Carter, yükselen işsizliği azaltmak istedi. Ekonomistler, ihracatı artırmasının faydalı olacağını söylediler. İhracatı artırmak için, bir doların karşılığını, 250 yenden 180 yene düşürdü. Beklenildiği gibi, ihracat arttı. Hem de rekor sayılabilecek bir ölçüde arttı. Fakat işsizlik azalmadı. Tersine, işsizlik arttı. Bu durumu açıklayacak yeni bir kuram geliştiremeyen ekonomistler, söz kargaşası oluşturarak, işin içinden sıyrılmaya çalıştılar.

Konunun tuhaf bir tarafı, işsizlik artarken fiyatların düşmesini beklemelerine karşın, enflasyon iyice arttı. ABD için yüksek bir seviye olan, %12-14lere tırmandı. Sonuçta Carter, başarısız oldu. Yerine Ronald Reagan geldi. Reagan, ekonomistlerin tavsiyeleriyle, enflasyonu azaltmak için, faizleri yükseltti. Bu defa bir dolar, tekrar 250 yen oldu. Japonya’dan yapılan ithalat arttı. İthalat artınca, ekonomistlerin kuramlarına göre, işsizlik oranının artması gerekiyordu. Aksi oldu. İşsizlik oranı, Carter döneminin öncesindekinden daha aşağı seviyeye geriledi.

Reagan, seçildiği ikinci döneminde, ekonomistlerin “aşırı değerlendi” dedikleri doların değerini düşürmek istedi. Küçük bir ayar yaparak doları 250 yenden 220 yene çekmeye çalıştılar. Fakat olaylar, hiç istenilmeyen yönde gelişti. On altı ay sonra bir dolar, 125 yen olmuştu. Halk ciddi ölçüde zarar etti.

Bu gelişmeler zinciri, hem ABD tarafında hem de Japonya’da, ekonomistlerin söylemlerinin tam tersi yönde olaylara sebep oldu. Ekonomistler, doların değerinin düşmesi karşısında, ellerinde dolar bazında tahviller bulunan devletlerin mevcut tahvilleri elden çıkarmak için birbirleriyle yarışacaklarını düşündüler. Bilhassa, Japonya, Batı Almanya, Kanada, Tayvan gibi ülkelerin ellerinde çok miktarda ABD devlet tahvilleri vardı. Ama ekonomistler, yine yanıldılar. Bu ülkeler, bırakın ellerindeki tahvilleri satmaya çalışmak, başta Japonlar olmak üzere hepsi, ABD’ye dolar bazlı olarak verdikleri borç miktarını artırdılar.

Bu gelişmeler sırasında, ekonomistleri şaşırtan bir başka gelişme yaşandı. Bu gelişme, hem ABD tarafında hem de Japonya tarafında oldu. Ekonomistler, doların 125 yene gerilemesi karşısında, Japonya’yı Amerikan mallarının istila edeceklerini düşündüler. Fakat düşünülen gerçekleşmedi. ABD’nin Japonya’ya ihracatında ciddi bir gelişme yaşanmadı. Japonlar, kendi mallarına rağbet ettiler. ABD mallarını almadılar.

Bu dönemde, tarım ürünlerinden madenlere kadar bütün hammadde fiyatlarının, dolar bazında olacak şekilde artması beklenildi. Aksine, dolar bazındaki fiyatlar aşağıya indi.

Yazımızın başlığındaki konuya dönelim. Demek ki, gelişmiş ülkelerde bile başarılamadığına göre, “ekonomik kalkınma” gerçekleştirmekle, yoksulluğu azaltamayacağımız anlaşılıyor. Ekonomistlerin söylemleri ile kararlar alırsak, yoksulluğu azaltmamız mümkün görünmüyor. Onların, yoksulluğu azaltmak için yapacakları tavsiyelerin, tam tersi sonuçlar oluşturması ihtimali daha kuvvetli.

Eğer güzel sonuçlar almak istiyorsak, ekonomistlerin yaptıkları temel hatalara düşmemeye çalışacağız. Ekonomiyi, makine veya İdeal Gaz yerine koymayacağız. Aynı şekilde, insanı da “duygusal robot” gibi görmeyeceğiz.

Yapabileceklerimiz konusunda önceki ilgili bazı yazılarımızda düşüncelerimizi belirttik. Yine de araştırmalarımıza, kısmen farklı açılardan bakarak, daha sonra devam edeceğiz.

Bu yazı Ekonomi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.