SINIFLAR ARASI ÇATIŞMAYA DEĞİL, EŞİTLİĞE DAYANAN ANLAYIŞ
Türklerde tarih boyunca, farklı sınıflar görülmemiştir. Dolayısıyla sınıflar arası kavgalar olmamıştır. Devlet yönetimleri, yönetimlerindeki her insana aynı şekilde yaklaşmıştır. Bu insanların, Hakanların mensubu olan boylardan olup olmadığına bakılmamıştır.
Hattâ Türk soylu olup olmadıkları da araştırılmamıştır. İnsanların dini inanışlarının çok faklı olması da, devletin davranışlarını etkilememiştir. Nitekim Türklerin zirve devleti olan Osmanlı Türk Devletini tanımlayan özelliklerin başında, “eşitlikçi” anlayış gelir.
Eşitlikçi anlayış ve uygulama, günlük yaşamın her alanında görülmüştür. Hukuk alanında, ekonomide, kültürel etkinliklerde, sağlıkta hep eşitlikçi davranılmaya çalışılmıştır.
Her alanda ve her farklı insana eşitlikçi davranabilmek, öncelikle insanoğlunun bütün zaaflarına karşı direnebilmeyi gerektirir. Bu direniş, öncelikle yönetenlerin kendi nefislerine karşı yapacakları mücadelenin başarısına bağlıdır.
Bu sebeple, kendi nefislerine karşı mücadeleyi kaybeden yöneticiler, kimliklerine, hatta damat veya çocukluk arkadaşı olmalarına bakılmaksızın, cezalandırılmışlardır. Bu cezalandırmalar, örnek olması açısından, Türk soylu olan yönetici veya halk önderlerine daha sıkı uygulanmıştır. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” şeklindeki Türk özdeyişindeki anlayış çerçevesinde hareket edilmiştir.
Önceki yazılarımızda da görüleceği üzere, eşitlikçilik ekonomi alanında da uygulanmıştır. Esnafların arasından hızla büyüyen birilerinin çıkması engellenmiştir. Pazarlamacı esnaf anlayışının oluşması istenmemiş, esnaf, dükkânında vakarıyla müşteri bekleyen insan olarak tanımlanmıştır.
Ancak bu anlayışın denetlenmesi, daha çok Türk soylu olanlar üzerinde etkili olmuştur. Yabancı bazı ülkelere tanınan kapitülasyonlar ve uygulamaları, bilhassa Ermeni ve Rum kökenli esnafların büyüyerek tüccar olmalarına vesile olmuştur.
Tebaa arasında bozulan bu eşitlikçi uygulama, Türklerin, yönetim dışındaki alanlardan çekilmelerine sebep olmuştur. Eğer bu farklı uygulama olmasaydı, Osmanlı Türk Devletinde her türlü dış kışkırtmaya rağmen huzurlu yaşam daha uzun süre devam ederdi.
Hz. Nuh, tufan sırasında oğlunu görür ve gemiye çağırır. Allah’a oğlu için yalvarır. Ama Yüce Yaradan Hud Suresi 46. ayetle cevap verir: “Allah buyurdu: ‘Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü (onun ameli) iyi olmayan bir ameldi. (bu nedenle) bilmediğin şeyi benden isteme, Ben seni cahillerden olmaktan sakındırırım.”
47: (Nuh) “Ey Rabbim! Senden bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım. Sen beni bağışlamaz, rahmetini ihsan etmezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum.” dedi.
Türklerin insanlara davranışlarının temelinde işte, ayetteki gibi, onların amellerinin ne olduğu yatıyordu. Kim oldukları değil.
Dolayısıyla dünyanın huzur bulmasını istiyorsak, insanlar arasında “eşitlikçi” anlayışı yerleştirmemiz yeterlidir. Nasıl, Tanrı nezdinde başlangıçta insanlar eşitse ve din, Yüce Yaradan katında tek ise, hak ve adaletle ilgili uygulamalar da ayrım gözetilmeden yürütülmelidir.
Kendini düzeltenlere hak tanınmalı, ama “ben onun ailesindenim” diye güvenerek yanlışlarını sürdürenler, şiddetle cezalandırılmalıdır ki, başkalarına örnek olsunlar. Zaten asıl aile, ameli iyi olanlar topluluğudur.