DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

(Not: Bu yazı Eylül 2014 tarihinde sitede yayınlanmıştı, silindiğinden aynen veriyoruz.)

Alman Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), dünya tarihindeki hükümdarlıkları, Hukuk Felsefesinin Ana Çizgileri adlı eserinin 354. Maddesinde dörde ayırır.

  1. Doğulu, 2. Yunanlı, 3. Romalı,   4. Germen,

Madde 355’te de Doğu hükümdarlığını şöyle tanımlar: “Bu ilk hükümdarlık, ataerkil fıtrat bütünlüğünden yola çıkar. Kendi içinde ayrışmaz. Kendi zatıyla kaim bir dünya görüşüdür. Buradaki dünya yönetimi Tanrı düzenidir….”

Hegel’in Doğu derken kastettiği ağırlıklı olarak Müslüman Dünyası ve kısmen Hindistan’dır. Belki de Konfüçyüs düşüncesinin dev cüssesi nedeniyle, Çin bu bağlamın dışında tutulmuştur.

Bu tanımlamaya giden yol, İmmanuel Kant’ın (1724-1804) düşünceyi, Estetik ve Mantıksal şeklinde ikiye ayırmasıyla başladı.

Kant’a göre doğada bir şey ne ise, odur. Kavramsallık doğada yoktur. Oysa mantıksal düşünce, kavramlara dayanır. Kavram ise, bir şeyin aslı yani bizatihi kendisi değildir. Kavram, doğada var olan bir şeyin insan zihnindeki tasarımı veya adıdır.

Friedrich von Schlegel’in 1800’de yazdığı “En büyük romantizmi Doğu’da aramak zorundayız.” sözü ile Almanya’da Romantik anlayışın temelleri atılmış oldu.

Aslında Alman idealizmi ve Romantik okul, birbirinden çıkmış ve birbirlerini genişleterek ilerlemişlerdir.

Romantik akımın temeli, Doğu ve Batı diye iki ayrı bilincin varlığını kabul etmektir. Yoksa günümüzdeki anlamıyla duygusallık demek değildir.

Ancak Almanya’daki bu Romantik akım, bitişik komşusu Fransa’da etkili olmamıştır. Almanya’da “dichtung” denilen şiir, yani edebiyat ve sanatı içerisinde barındıran yazılar genellikle filozoflar için yazılır, filozoflarca okunur.

Fransa’da ise bu anlamıyla şiir, toplumsal bir olgudur. Şiir ve şairler, toplumsal devrimleri, bunalımları ve çalkantıları ciddi anlamda etkilerler. Dolayısıyla Fransa’da felsefe, toplumsal olayları ve toplumu irdeleyerek sonuç çıkarmaya çalışır.

Nitekim Fransız filozof Auguste Comte’un (1798-1857) getirdiği felsefe olan Pozitivizm, bu anlayışın bir sonucudur. Pozitivizm; beş duyu ile algılanabilir, elle tutulup görülebilir, yani gözlemlenebilir olaylar demektir. Anlayış olarak, Alman Romantizmini tehdit eder bir konumdadır.

Kant için Batı, Yunan ve Roma veya onun yolundan gittiğini düşünen Batı Hıristiyanlığıdır. Kant’a göre Batı demek, kavramsal ve mantıklı düşünme ile bilim ve felsefe demektir.

Kant’a göre Doğu yani Müslüman Dünya düşünmeyi bilmez, aklı yoktur. Kavramlarla değil, kavramsız düşünceyle yani “poesie” dedikleri nazım şiir ile konuşur.

Hâlbuki Kant ve benzer filozoflardan 800-900 yıl önce, Türk ve Müslüman olan Maturidi’nin (852?-944) açıklamaları vardır. Maturidi’ye göre bilginin kaynakları üçtür; beş duyu, doğru haber (zaruri ilim ve vahiy yoluyla Allah’ın kullarına aktardıklarıdır) ve aklın tefekkürü.

Maturidi’den ve irdelemelerinden habersiz olan Comte, zihinsel gerçeklikten hareket etmez. Pozitif gerçeklikten yola çıkar. Maturidi’yi hiç duymamış olan Kant ise, kavramlarla düşünür. Kavramlar, mantıksal düşünmeyi yani genel anlamda bilimi oluşturur.

İki akımın da takipçileri, üstatlarını çok methederek, tıpkı Sokrates örneğindeki gibi, onların düşüncelerinin etkili olmasını sağladılar. Doğu ya da Müslüman Dünyayı, Batı’dan kesin çizgilerle ayırdılar.

Avrupalı düşünürlerin fikirleri bütün dünyayı etkiledi. Fakat bu etkiler, yaşamı anlamlı kılmak yönünde olmadı. Aksine insan ve insanlar arası ilişkileri perişan etti.

Schopenhauer, Nietzche ve Michel Henry gibi filozoflar aynı soruyu sormuşlardır: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Hâlbuki yaşamın bu duruma düşmesinde, Avrupalı fikir insanlarının etkileri çok büyük olmuştur. Yanılgılarında, üç temel bakış hatası olmuştur.

Birinci hata, olayların etmenlerinden sadece birini (bazen ikisini) esas alarak, teorilerini sadece bu etmenin üzerine kurmalarıdır.

İkincisi ise, olayların sadece bir dönemini, yani bir kesitini ele almaları ve teorilerini bunun üzerine inşa etmeleridir.

Üçüncüsü, dar bir bölge içerisindeki gelişen olayları irdelemeleridir.

Sosyal olaylar çok etmenlidir. Hiçbir gelişme, tek bir sebebe dayanmaz. Sosyal olaylarda tek doğru yoktur. Daha çok insana faydalı, daha az insana zararlı çözüm yolları her zaman geliştirilebilir.

Düşünürlerin, diğer etmenleri ve kesitleri hiç gibi görerek teori geliştirmeleri, fikirlerini daha başlangıçta sağlam bir mesnetten yoksun bırakmaktadır.

Wilhelm Dilthey’in (1833-1911)  kurduğu “düşünce tarihi” anlayışı bile, Avrupalı düşünürlerin böylesine temel yanlışları ve benzer hatalara kendisinin de düşmesi dolayısıyla durumu toparlayamamıştır. Hâlbuki Maturidi’nin geniş bakışlı, dini motifleri de sistemin içerisinde irdeleyen ve denge kuran sentezi Dilthey’in kuramıyla birleşseydi, insanlık için çok daha faydalı olurdu.

Dilthey, Romantik ve Pozitivizm akımlarının da eksiklerini ortaya koymaya çalışırken,  “anlama” ile “açıklama”nın birbirine karşıtlığından hareket etmiştir. “Biz doğayı açıklamakta, gönül hayatını anlamaktayız” diyerek, bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur.

Ancak kendisinin de, “yaşam ve yaşantı” konusundaki düşüncelerinde büyük sıkıntılar çektiğini görürüz. Dilthey, asıl çözüm bekleyen “Bütün bu görecelikler içerisinde nesnellik nasıl mümkün olacaktır” sorusuna doyurucu bir cevap verememektedir. Bütün bunların sonucunda, Avrupalı filozofların düşünceleri havada kalmıştır.

Maturidi sosyal olayların etmenlerinin çoğunluğunun üzerine bir teori kurduğundan, görüşleri halen günümüzde insanlığın geleceğine ışık tutmaktadır. O; iman, kader, akıl, mucize gibi insanların cevaplamada zorlandığı konularda doyurucu yanıtlar verebilmiştir.

Kant ve takipçilerinin Müslüman Dünyasını irdeledikleri dönemler, Müslüman yöneticilerin Maturidi’nin yorumlarından bilerek uzaklaştığı asırlardır. Avrupalı filozoflar görüntü üzerinden hareket ettikleri için, kendilerini derin düşünüyormuş gibi görmelerine rağmen sığ kalmışlar ve bir sonraki dönemde eleştirilmişlerdir. Hattâ birçoğu, kendi yaşantıları içerisinde bile, birbirine zıt fikirlere sahip olmuşlardır.

Maturidi de ise, kendi söylemleriyle çelişme ve sonrakiler tarafından eleştirilme yoktur. Farabi(870-950) ve İbni Sina(980-1037) gibi âlimleri zındıklıkla (dıştan Müslüman içten inkârcı) suçlayan İmam Gazali (1058-1111) bile, Maturid’iyi ciddi anlamda eleştirememiştir. Hâlbuki Gazali, Eşarilik anlayışını sistemleştiren kişidir. Eşarilik ile Maturidilik arasında da ciddi anlayış ve irdeleme farklılıkları vardır.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Kimisi kendisiyle çelişen, kimisi kısa süre sonra eleştirilen ve kimisi kendi sordukları sorulara bile doyurucu cevap bulamayan düşünürlerin yönlendirmeleri, insanlığın faydasına olmamıştır. Hattâ Nietzche’nin güçlülük istenci gibi anlayışlar, insanlığın aleyhine olmuştur.

İnsanlığın güzel geleceği için, Maturudi’nin konuları irdelerken yaptığı gibi, bilginin kaynaklarını; beş duyu, doğru haber ve aklın tefekkürü şeklinde üçlü ve daha fazla sağlam temellere oturtan çalışmalara ihtiyaç var.

Allah’ım, gönlümüzü güzelliklere aç, ufkunla idrakimizi genişlet, gönderdiğin ayetlerini anlayabilmemiz için anlayışımızı artır, aklımızı kullanırken bizlere irade gücü ver.

Senin her şeye gücün yeter.

Bu yazı Genel, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.