DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1

DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1

 

Derler ki, “Bir insanın zengin olabilmesi için üç ihtimal vardır. Birincisi, doğarken zengin bir ailenin çocuğu olmaktır. İkincisi, evlenirken zengin bir ailenin çocuğuyla evlenmektir. Üçüncüsü ise, bir çekilişte büyük ikramiye kazanmaktır.”

Yukarıda bahsedilen ihtimallerin hepsinin de, doğduğumuz ve yaşadığımız ortamlarla ilgili olduğu görülmektedir. Yaşadığımız şartlar bizi yönlendirmektedir.

Peki, acaba farklı zeminlerde yaşadığı için farklı konumlarda olan insanların, doğarken sahip oldukları vasıflar da farklı mıdır? Bu sorunun cevabına ulaşabilmemiz için, öncelikle doğarken sahip olduğumuz özelliklerin neler olduklarını irdelememiz gerektiği açıktır.

Sahip olduğumuz vasıfları birbirinden net bir şekilde ayıracak sınıflandırma yapmak zordur. Hangi başlıklar altında guruplarsak, yine de bazı mantıklı itirazlar olacaktır. Biz, yapılacak itirazların, makalemizin konusunu etkilemeyeceğini düşündüğümüz  iki başlıkta irdeleyeceğiz.

Birincisi bedensel, ikincisi ruhsal özellikler.

Bedensel vasıflarımızı incelemeye iki açıdan yaklaşabiliriz. Biri, bilim insanlarının bilhassa son dönemlerde yaptıkları araştırmalar, diğeri ise, her insanın kendisinin yapabileceği gözlemlerle.

İster zengin, ister fakir veya ister beyaz tenli, ister siyah tenli olsun, her insanın yapısının temel taşı, hücrelerdir. Her insanın hücrelerinde; çekirdek, kromozon, kromatin, gen, nükleozon denilen yapı vardır. Yani, her insanda aynı temel taşı hücrelerdir ve hücrelerin yapıları da aynıdır.

Her insanın hücresinin çekirdeği aynı görevleri yapar. Her insanın hücrelerinin çekirdeklerinin işlevleri saymakla bitmez. İster fakir ister zengin doğsun, her insanın hücrelerinin çekirdekleri, hücrenin beynidir, bilgi işleme ünitesidir, karar organıdır. Dolayısıyla hücrenin geleceğidir. Yani, doğuştan gelen özellikler, her insanın geleceğini aynı şekilde yönetmek için programlanmıştır.

Ancak, çekirdekte meydana gelen değişmeler, o insanın beslenme ve diğer ortamlarına bağlıdır. Bilim insanlarına göre, çekirdekte meydana gelen değişmeler, sadece hücrenin kendisini değil, bütün organizmayı etkilemektedir.

Her insanın hücresinde on mikrometre bir odada, tam 25 milyon nükleozon vardır.

Bilindiği gibi DNA’lar, canlının bütün hayati faaliyetlerinin sürdürülmesini sağlayan moleküllerdir. İnsan DNA’sında üç milyar nükleotid vardır. Bunlar hücre çekirdeğinde, mitokandri ve kloroplast organellerde bulunur. Bu durum, ten rengi ne olursa olsun her insanda aynıdır.

Her insanda, beyin-kemik-deri ve kalp gibi organlarda hücreler vardır. Her insanda aynı olan bu hücreler, her şahısta birbirinden daha farklı görünürler. Her insanın değişik organlarındaki hücrelerin işleyişleri, diğer organlarınınkinden farklıdır. Zengin insanın kemik hücreleri, deri hücresi gibi davranmaz. Veya fakir insanın kalp hücreleri beyin hücreleri gibi hareket etmezler.

Aslında her insanın hücrelerindeki DNA yapıları aynıdır. Birbirinden farklı işlemesini sağlayan şey, her birinde farklı genlerin devrede olması ve devre dışı kalmasıdır. Bilim insanları, böyle farklılık olmasına sebep olanın, mitokondrial DNA olduğunu söylemektedirler. Mitokondrial DNA, hücrenin çekirdek DNA’sından farklı özelliklere sahipmiş.

Epigenetik olarak adlandırdıkları bu ortamı, genetik aklın üzerindeki “üst akıl” olarak tanımlıyorlar. Bilim insanlarının söylediği gibi, bu mitokondrial DNA da, her insanda var ve aynı işlevi görüyor. Değişen şeyler ortamlar. Yani DNA’lara işlemeleri için verilen veriler. Ne verirsek onu alıyoruz denilebilir.

Bu konularda daha fazla ayrıntıya girmek bizim işimiz değil. Bu sebeple biz, bedensel özelliklerimizin her insan tarafından gözlemlenebilecek olanlarını irdelemeye geçeceğiz.

Her insanın organlarının, insanların zengin veya fakir olmalarına bakılmaksızın aynı olduklarını hepimiz görebiliyoruz. Sadece erkekler ve kadınlar arasında bazı küçük farklılıklar var. Ama ten renkleri ne olursa olsun, her erkek ve her kadın aynı organlara sahiptir. Doktora gittiğimizde anlıyoruz ki, sadece dıştan görülen organlarımız değil, iç organlarımız da aynı. Herhangi bir hastalıktan şüphelenen doktor, her insan için aynı kan tahlillerini ister. Her insan için aynı kan tahlilinin standart sınırının oluşturulabilmesi de yaratılıştaki aynılıktandır.

Tam burada bazı okuyucularımın, ama bazı sakat doğan çocuklar var dediklerini duyar gibiyim. Bu konuda fikir yürütebilmek için önce, vahşi doğa dediğimiz yerlerde kendi başlarına, yanında veterinerleri olmadan yaşayan ve ebeleri olmadan doğum yapan hayvanları incelemekte fayda var. Bu hususlarda yayınlanan belgesellerden anlıyoruz ki, doğal yaşamdaki hayvanlarda sakat doğum görülmüyor.

Peki, insanlarda sakat doğumun sebepleri nelerdir diye bir düşünelim. Zirai alanda çiftçilerimizin kullandıkları ilaçlar ve hormonların, sakat doğumlara neden oldukları artık bilinmektedir. Hamile kalan hanımların dikkatsizce ilaç kullanmaları veya o dönemdeki yaşamındaki bilinçsiz hareketleri, sakat doğumun sebepleri arasında sayılmaktadır.

Anaç tavuklar kuluçkaya yatarlar, yani yumurtaların üzerine otururlar. Yumurtadan yavrular çıkana kadar, sadece aceleyle karnını biraz olsun doyurabilmek için ayrılırlar ve hemen geri dönerler. Arkadaşları dolaşırken ve üzerlerinde böcekler gezinse bile sabrederek otururlar. Ama hamile hanımların birçoğu, “bir şey olmaz” diyerek, her türlü sakıncalı hareketi yapmaktan çekinmezler. Sonra çocuk sakat doğarsa, kabahati Yüce Yaradan’a atarlar.

Diğer yandan yakın akraba arasındaki evliliklerin de sakat doğumlara yol açabildiği anlaşılmıştır. Hayvanlarla ilgili yapılan belgesellerden öğrendiklerimiz ise, hayvanların insanlar gibi şuursuz davranmadıklarıdır. Ren geyikleri gibi, tabiatta az sayıda bulunan hayvanların erkekleri, dişilerle çiftleşmeden önce birbirleriyle güreş tutmaktadır. Aralarındaki bu mücadelelerden en güçlü çıkan erkek, diğer bütün dişilerle çiftleşme hakkını elde etmektedir. Yenilen erkekler, kaderlerine razı olarak, dişilere yaklaşmamaktadır. Bu hayvanların, böyle yaparak kendi türlerini koruduklarının farkında olduklarını düşünemeyiz. Bu, onlara, tek olan Tanrı’nın verdiği bir özelliktir.

Biz insanlar ise, yaptıklarının ve davranışlarının farkında olan yeryüzündeki tek yaratığız. Ama yakın akraba evliliğiyle kendi sülalemizi koruduğumuzu düşünerek, yanlış yaptığımızı fark etsek bile, yine aynı hatayı yapmaya devam ediyoruz.

Doğarken eşitlik hususunda aklımıza takılan en önemli soru, ebeveynlerimizden bize geçen genlerimizdir. Bu konuda bilim insanlarının bize net söyledikleri bir şey, genlerle taşınan özelliklerin en fazla %30 civarında olduğudur. Bunun da bir kısmı anneden, bir bölümü babadan geçmektedir.

Bilhassa kabiliyet genlerinin çocuklara geçmesi, ebeveynlerin sevdikleri bir husustur. Ebeveynler, çocuklarının kendilerine benzemelerini isterler. Kendilerine daha çok benzeyen çocuklarını daha çok severler. Kabiliyet genleri de en fazla %30 civarında geçmektedir. Eğer ebeveynlerin kabiliyetleri, çocuklara tamamen taşınsaydı ne olurdu? Edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler, zanaatkârlar, sporcular gibi sosyal yaşam, belirli sülalelerin tekelinde kalırdı. Araya başkaları giremezdi. Çok şeyin baştan belli olduğu berbat bir dünya olurdu. Eğer, ebeveynlerin kabiliyetleri çocuklara hiç geçmeseydi ne olurdu? Ebeveynlerin çoğunluğu, kendilerine benzemeyen çocuklarını daha az benimserler ve daha az ilgi gösterirlerdi.

Hastalıklarla ilgili genlerin de, ebeveynlerinden çocuklarına geçtiği bilinmektedir. Ama bu konuda net bir oran verilememektedir. Bunun muhtemel bir sebebi, aynı hastalık genini taşıyan kardeşlerin, sonraki yaşayışlarında, ailesininkinden kısmen farklı beslenme ve davranış alışkanlıklarını benimsemeleri sonucu, aynı hastalığa hiç yakalanmamaları veya çok daha hafif atlatmaları olabilir. Aslında, kendilerine dikkat edenlerin hastalığı daha hafif atlatmaları, ebeveynlerin evlat sahibi olma sorumluluklarını üstlenmeleri gerektiğinin bir göstergesidir. Ebeveynlerin, kendilerinde olduğunu gördükleri hastalıkları, çocuklarının da aynı şiddette yaşamaması için, kendilerini sorumlu tutarak, bilinçli davranmaları beklenir. Çocuklarını koruyacak uygulamaları yapmaları gerekir.

Hastalıklar konusuna bir başka açıdan bakılınca, çocuklarında ebeveynlerinden geçmeyen nice hastalıkların oluşabildiği görülmektedir. Bu konuda da net bir oran verilemez. Ama genlerle taşınmayan hastalıklara yakalananların oranının, genlerle taşınan hastalıklara göre, çok daha fazla olduğunu, kendi çevremiz ve kendimizde yapacağımız gözlemlerle anlayabiliriz.

Kabiliyet genlerinin bir kısmının taşındığını, ama hastalık genlerinin hiç taşınmadığını düşünelim. Ebeveynlerinden hiç hastalık geni almayan bir insanın, hiç hastalığa yakalanmayacağı iddia edilebilir mi? Hattâ korunma tedbirlerini almazsa, ebeveynlerinde görülen hastalığa yakalanmayacağı söylenebilir mi?

Diğer taraftan, sülalesindeki büyüklerin bazısında yüksek tansiyon, şeker, böbrek gibi hastalıklar olduğunu bilen bir kişiyi düşünelim. Bu insanın, kendisine bu konularda korumaya alacak şekilde dikkatli davranma ihtimali artacaktır. Dolayısıyla, bu şahsın aynı hastalıklara yakalanma riskinin, hiç hastalık geni taşınmaması ortamına göre daha az olacağı açıktır.

Eğer bir insan, ebeveynlerinde bu hastalıkların olduğunu bile bile, halen dikkatsiz davranıp 50-60 yaşlarına gelene kadar hata yapmaya devam ediyorsa, onun hasta olmasının bütün sorumluluğunun, genlere ve bu sistemi kuran Yüce Yaradan’a yüklenmesi abesle iştigal olur.

Doktorların hastalarına sordukları soru, sadece ebeveynlerinde aynı hastalığın olup olmadığı değildir. Sülalenin içerisinde büyük hala, büyük amca, dede, nene gibi fertlerinde de olup olmadığına bakarlar. Yani, benim annemin halasında olan bir hastalığın, bana da genlerle geçebileceğini varsayarlar. Bu kabullerin, kendilerini hastalıklara karşı korumaya almayıp, nefsinin istediğini ve o an hoşuna gideni yapan hastayı, kendi hatasını göremeyip başkalarına suç atmasından başka bir işe yaradığını zannetmiyorum.

Ebeveynlerden ve onların da ebeveynlerinden geçtiği söylenilen hastalıkların hepsini saysak bir elin parmakları kadardır. Geniş sülalemizin sayısı ise, en azından bizim yaşlar için (72), dört elin parmakları kadardır. Dolayısıyla zaten sülaledeki her dört kişiden biri, bu hastalıklardan birine yakalanmış olabilir.

Dolayısıyla, hastalıkların ne kadarının genlerle geçtiği, kişinin kendi dikkatsizliğinin ne kadar etkili olduğu hususu, ciddi araştırmacıları beklemektedir. Araştırmacıların, plasebo ve nosebo denilen kavramları da dikkate alacaklarına inanıyorum. (Bu konuda bu sitede yayınladığımız “Biyolojik Sistemler Ve Tanrı Üzerine” başlıklı yazımızda bilgi verilmiştir.)

Diğer yandan, eğer her insanda, bazı hastalıkların genleri, ebeveynlerinden taşınıyorsa, doğuştan gelen genel bir eşitlik var demektir.

Ruhsal özelliklerimizle ilgili irdelemelerimizi ikinci bölümde yapacağız.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.