DİNİMİZİ DEĞİŞTİRMEYİ DEĞİL, İLK KAYNAKLARINDAN BESLENMESİNİ HEDEFLEMELİYİZ

DİNİMİZİ DEĞİŞTİRMEYİ DEĞİL, İLK KAYNAKLARINDAN BESLENMESİNİ HEDEFLEMELİYİZ

 

Günümüzde geniş kitlelerin kabul ettiği dinler, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve Budizm’dir. Bunların ilk üçü vahye dayalı, tek yaratıcı olan Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlara yaptığı yol göstericiliğine dayanır.

Diğer ikisi vahye dayalı olarak bilinmez.  Fakat bu öğretileri inceleyen bazı İslâm mutasavvıfları, her ikisini de vahye dayalı olarak kabul etmişlerdir. Konunun böyle anlaşılmasındaki en önemli amil, Biruni’nin Hinduizm ile ilgili eserleridir. Bilindiği gibi, çağının en ünlü bilgini olan Biruni (973-1050), Gazneli Mahmut’un Hindistan seferleri sırasında onunla birlikte seyahat etmiştir. Hindistan’da kaldığı sürece Sanskritçe de öğrenen Biruni, Hinduizm’in ilk kaynaklarından istifade etmeye gayret etmiştir. Onun yazdığı eserler, İslâm âlimleri tarafından uzun süre kabul görmüştür. İlaveten araştırma yapılmamıştır.

Kökleri belki de dört bin yıl öncesine dayanan Hinduizm’in ilk yazılımları, Veda’lardır. M.Ö VII-VI. yüzyılda yazılan ve bazı farklı bakışlar içeren Upanişadlar, Vedaların içerisinde önemli bir yer işgal ederler. İslâm mutasavvıflarının bazısı, bu eserlerdeki bazı şiirleri Kur’an ayetleriyle karşılaştırdıklarında, arada benzerliklerin çok olduğunu görmüşlerdir. Benzerliklerin çokluğu, mutasavvıfları, Vedaların vahye dayalı olduğuna ikna etmiştir.

Benzer durum, Budizm için de söz konusudur. Bilindiği gibi Budizm, Hindistan’da doğmuştur. Başlangıçta, Hinduizm’in bir kolu olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Budizm’in kurucusu kabul edilen Gautama Prensinin oğlu olan Siddharta’nın amacı, değişime uğradığını düşündüğü Hinduizm’de reform yapmaktır. Konuşmalarında genellikle Hinduizm’in ilk kaynaklarına atıf yapmıştır. Dinin getirildiği şekilsel törenlere itiraz eder. Âlemin ilksiz ve sonsuz olduğu, sonlu-sonsuz ilişkileri gibi metafizik konulara girmez. Bunların insanlara bir faydasının olmadığını düşünür.

Hindistan’da Upanişadların yazılımının tamamlandığı M.Ö VI. yüzyılda dünyaya gelen Siddharta’nın (M.Ö.560-480) öğretileri olan ve dine adını veren Buda (aydınlanmış, bilen), yaklaşık üç asır sonra imparator olan Asoka sayesinde, Hindistan sınırlarının dışına yayılmaya başlamıştır. Budizm’in öğretilerini benimseyen imparator, ülkenin her yanında Buda’nın ahlâkını uygulamanın gayreti içerisine girmiştir. Bununla da yetinmeyerek yetiştirdiği insanları, dini yaymaları için doğuya ve batıya elçi gibi göndermiştir. Asırlar sonrasında gelen İslâm mutasavvıflarının bazısı, Budizm’in öğretilerini okuyunca, Buda’yı yani Gautama Siddharta’yı, peygamber olarak değerlendirmişlerdir.

Dinlerdeki gelişimlerle ilgili olarak her okuyucunun az ya da çok bilgisi olduğu kesindir. Biz de bu sitede yayınladığımız birçok makalemizde bu hususlardaki fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu sebeple, konuyu çok kısa olarak ele almakla yetinerek, yazımızın başlığına dönelim.

Yukarıda zikrettiğimiz beş dinin (Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık) mensubu olan insanların önemli bir bölümünün hemfikir oldukları hususlar, iki başlıkta toplanabilir.

Birincisi, bütün dinlerin çıkış amacının insanları güzelliğe, erdemli davranışa, ahlâklı olmaya davet ettiği düşüncesidir.

İkincisi, bütün dinlerin anlatımlarının bozulmaya uğradığı, şekilsel törenler şekline büründüğü,  halkı ilgilendirmeyen ve anlamsız metafizik tartışmalara dönüştüğü inancıdır.

Konuya bir başka bakış açısından yaklaşmaya çalışalım. Bilindiği gibi, su, şekilsizdir. İçine girdiği kabın şeklini alır. Eğer kap renkli ise, dıştan bakılınca, su, o kabın renginde imiş gibi görünür.

Dinleri, su ile karşılaştırırsak, bütün dinler aynıdır, su gibidir. Dünya üzerindeki suların aralarında ne kadar fark varsa, dinlerin ilk çıkışlarındaki saflıkları arasında da, o kadar fark vardır. Fakat zamanla su, değişik kaplara konuldukça, dıştan görünüşte farklı algılanır.

Roger Garaudy’nin “Yaşayanlara Çağrı” kitabında aktardığı, İslâm mutasavvıflarından Hallac-ı Mansur’un (858-922) şu sözleri, yukarıdaki bakış açılarını ve hattâ çözümü bir araya toplamış gibidir:

“Çeşitli dinleri derinden incelediğimde, onların tek bir kökün saldığı birçok dal budak olduğunu gördüm. Dolayısıyla bir insandan falan dini kabul etmesini isteme, çünkü bu onu ana kökten koparıp ayırır. Bu ana kökün gelip onu bulması gerekir.”

Hallac’ın sözlerinden benim anladığım şunlar. Dinlerin dallarının köke dönmeleri beklenmemelidir. Kökün dalları beslemesi sağlanmalıdır. Aynı kökten beslenen dallar, birbirinden farklı şeyler üretmezler, birbirleriyle zıtlaşmazlar. Aynı kökten beslenmeleri onları birbirine karıştırmaz. Aksine birlikte güçlenirler. Ancak dallardan çıkan tali dallar ne kadar çok olursa, dallar güçsüz olur.

O halde, yapılması gereken, insanlardan dinlerini değiştirmelerini istemek değildir. Elbette kendiliğinden din değiştirmek isteyeceklere de bir şey denilemez. Fakat yapılması gereken, insanların, değişerek tanınmaz hale gelen dinlerin ilk kaynaklarından beslenmeleri için gayret sarf etmektir.

Bunu yapabilmek pek kolay değildir. Çünkü ilk kaynaklar ya tahrif edilmiştir ya da yazının dillerini bilen pek yoktur. Değişmeyen tek kaynak, Kur’an’dır. Ancak insanlardan Kur’an’ı kendi dillerinde okuyanlar çok azdır. Onlar da bazı yanlış tercümelerden dolayı, zorlanmaktadırlar. Kur’an hakkında yorum yapan din insanları da, yorumlarını Kur’an dışındaki kaynaklara (hadis, icma, kıyas, gelenek, tercih vb) dayanarak yaptıklarından, birbirlerinden çok farklı anlamlara ulaşmaktadırlar. Bu durum insanların kafalarını karıştırmaktadır. Çok daha kötü sonuçlar doğurmakta ve aynı dine inanan insanları bile, birbirleriyle sürekli çatıştırmaktadır. Bu duruma gelmiş insanların diğer dinlere bakışları ise, onları yok hükmünde veya düşman olarak görmek şeklinde olmaktadır.

Bu sebeple, dinlerin ilk kaynaklarındaki saflığı, insanlara aktaracak ve otorite olarak kabul görecek kurumlar kurulana kadar, şahıslar şöyle bir yol takip edebilirler.

Olayları ve konuları anlamaya çalışan bir kişi, karşılaştığı olayları karşısındakinin vicdanıyla görebilmeye uğraşmalıdır. Sonra, konuları kendi vicdanıyla düşünebilmelidir. Bunlara ilaveten, her davranışını oluştururken, bu düzenin bir yaratıcısı ve kurucusu olduğunu, bunları bizim istifademize sunan bir Yüce Yaradan’ın varlığını ve bu Yüce Yaradan’ın insanların hepsini gözleyerek, yaptıklarından haberdar olduğunun şuuruna varmalıdır.

Bu yazı Dini kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.