ÖLECEĞİNİ BİLMENİN SONUÇLARI ÜZERİNE

ÖLECEĞİNİ BİLMENİN SONUÇLARI ÜZERİNE

 

Bütün canlıların ölümlü olduğunu tarih bize ispatlamıştır. Dünyamızda ölüm gerçeğinin farkında olan canlı, sadece insandır. Bitkiler ve hayvanlar da ölümlüdür ama onların öleceklerini bildiklerine dair, henüz net bir bulguya ulaşılamadı. Yaşlı aslanların ve kurtların ailelerinden ayrılarak yalnız başlarına ölümü bekledikleri söylenir. Ama bu durum, onların ölümün farkında olduklarını ispatlamaz.

Peki, öleceğini bilmek insanı nasıl etkilemektedir ve nasıl yönlendirmelidir? Biz bu makalemizde bu husus üzerine fikir yürütmeye çalışacağız.

Ölümlü olmanın karşı şıkkı, ölümsüzlüktür. Dolayısıyla öleceğini bilmeyi irdelemek için öncelikle, ölümsüzlük konusunu ele almamızda fayda vardır.

Başka bir hayatın olmadığını, sadece bu dünyadaki yaşamımızın olduğunu düşünelim. Böyle bir ortamda ölümsüz olmanın nasıl bir şey olacağını hayal edelim.

Aslında, belki de hiçbirimiz bu hayali kuramazdık. Çünkü ölümsüzlük olsaydı, biz doğmazdık. İnsanlığın yaşının 70.000 yıl olduğunu düşünelim. Yeryüzünün doğal maddi varlık kapasitesini aklımızda tutalım. İlk insanların, ölümsüz olduklarını anlamaları için, belki de binlerce yıl geçmesi gerekecektir. Diğer yandan yeryüzünün yiyecek-içecek kapasitesini kavramaları da uzun zaman alacaktır. Bu belirsiz ortamda hızla çoğalmayı sürdürecekleri aşikârdır. Bir süre sonra farkına vardıklarında çocuk sahibi olmamaya çalışacaklarını düşünebiliriz.

Şimdi böyle bir ortamı tekrar hayal edelim. Bir yandan çocuk sahibi olunmayan, diğer yandan da henüz hiçbir ciddi teknolojik gelişme sağlanamamış bir ortam olacak.

Tarım ve hayvancılık konusunun ne durumda olduğunu düşünebilmemiz için önce, bir konuda karar vermemiz gerekmektedir. Ölümsüz olanlar, sadece biz insanlar mı olacağız, yoksa bitkiler ve hayvanlar da ölümsüz olacaklar mı?

Ayrıca, bizim ve diğer canlıların ölümsüzlüğünden kastımız nedir? Bizler yangının ortasında kaldığımızda veya suda boğulduğumuzda ölmeyecek miyiz?

Diyelim ki biz ölümsüz olalım, ama bitkiler ve hayvanlar ölümlü olsunlar. Bu durumda ilk insan topluluğunun avcılıktan ziraata geçmesi ne kadar süre alacaktır? 70.000 yıldan fazla geçmişe sahip insanlığın teknolojik gelişmesinin son asırda gerçekleştiğini biliyoruz. Bu bilgi ışığında düşünürsek, ölümsüz insanların, hayatlarını kolaylaştıracak yeni teknolojilere ulaşması için ne kadar beklemeleri gerekecektir?

Bu zorlu hayat şartlarında, yüksek bir yerden düşüp bir yerimizi kırdığımızı, başka bir sebeple sakatlandığımızı veya yaralandığımızı düşünelim. Bu durumda hayatımızın kalan kısmını sakat ya da yatakta geçirmek zorunda mı kalacağız? İlk insanların yaşam şartlarını düşünürsek, ilk insandan itibaren 10.000 yıl geçtiğinde, yaşayan insanların önemli bir bölümünün böyle sakatlıklar ve yaralanmalar yaşamasının olağan olacağı ve tedavisinin yapılamayacağı aşikârdır. Peki, sakat insanların sayıları yaşayanların önemli bir bölümüne ulaştığında, sakatlara kim nasıl ve niye hizmet edecektir? Hizmet eden kişi, aynı hizmetinin sonsuza kadar sürmesine tahammül edilebilir mi?

Sakat kalan insanlar, ölümsüz bir hayatı sürdürmek isteyecekler midir? Diğer yandan sahip olduğumuz bencillik duygularımız hep var olacaksa, insanların birbirini ezmeleri de devam edecek demektir. Daha güçlü insanlara hizmet etmek mecburiyetinde kalan gariban insanların, ölümsüz olmayı istemeleri ihtimali nedir?

Ölümsüz olunduğunda, acaba bedenen güç kaybı yaşanmayacak mı? Bugünkü anlayışımızla gençlik çağına kadar bedenimiz gelişecek, ama ondan sonra hep aynı dirilikte mi kalacak? Ölümsüz bir insanın bedeni 100 yaşındaki gibi mi, 1.000 yaşındaki gibi mi, yoksa 30.000 yaşındaki gibi mi kalacak? Eğer bugünkü anlayışımızla, gençliğin dinamizmi sürekli aynı halde kalmayacaksa, yorulmuş bir bedenle sonsuza yakın yaşamayı kim ister?

Teknoloji gelişmediği için, ilk doğal hayatın küçük gelişmelerle devam ettiğini düşünelim. Bir bölgede doğmuş bir insanın, 1.000 km uzaklıktaki yerleri ilk defa 10.000 yaşlarındayken görmesi ihtimali nedir? İnsanlar arasındaki çatışmaların az olduğunu farzetsek bile, aynı bölgede, aynı insanlarla, aynı şartlarda her gün aynı şeyleri yaşamak nasıl bir duygu olabilir? Diğer bölgelerde yetişen meyve ve sebzeleri yiyemeden, belki de tanımadan 5.000 yıl veya daha fazla yaşamanın nasıl bir anlamı olur?

Ölümsüz olmayı hayal eden insanların çoğunun, sadece kendisinin ölümsüz olması halini düşünmesi ihtimali kuvvetlidir. İnsanların arasındaki kıskançlık ve rekabetin, insanı, akrabalarının ve kardeşlerinin bile ölmelerini istemeye zorlayacağı aşikârdır. Tarih, post için kardeşlerini daha bebekken öldüren insanların hatıralarıyla doludur.

Diyelim ki, toplumun çoğu ölümlü, küçük bir kısmı ölümsüz oldu. Böyle bir ortamda ölümsüzlerin, ortak bir menfaatte anlaşmaları ihtimali vardır, ama zayıftır. Bu zayıf ihtimale rağmen, ölümsüzlerin aralarında birleştiklerini ve ölümlü olan bütün insanlığı yönettiklerini düşünelim. Peki, bu durum onların mutlu olmalarını sağlar mı? Sevdikleri insanlar ve/veya çocukları ölüp dururken, onların sürekli böyle acıları yaşamaları, kendilerine mutluluk getirir mi?

Sevdiklerinin ölümlerini kanıksadıklarını var sayarsak, sevgi duygularının körelerek bitmesi beklenmez mi? Sevmeden ve sevilmeden yaşanan bir hayat, bir süre sonra insana acı vermez mi?

Diğer yandan ölümsüzler, bütün ölümlülerin kendilerine olan kıskançlık ve kızgınlıklarını, hem güç olarak hem de duygusal olarak nasıl izale edebilirler? Ölümlüler, “nasıl olsa öleceğiz” diye düşünüp, ölümsüzlere başkaldırmazlar mı?

Ölümün olmadığı bir hayat sıkıcı olmaz mı? Sıkıcı bir hayatta kahramanlık anlayışı oluşabilir mi? Sıkıcı bir hayatta kültür anlayışı nasıl gelişebilir?

Bu gibi sorular çoğaldıkça, ölümsüzlüğün, hiç de arzu edilmeyecek bir şey olduğu anlaşılmaktadır.

Şimdi, bütün kâinatı yaratan tek olan Tanrı’nın kurduğu sisteme bir bakalım.

Yüce Yaradan’ın, bizlerden önce yarattığı meleklere ölümsüzlük benzeri bir ömür verdiğini, kutsal kitaplardan öğreniyoruz. Meleklerdeki bencillik duygusunun insanlardan farklı olup olmadığını bilmiyoruz. Ama her an Yüce Yaradan’ın yakınında olduklarından ve Onun gücünü yakından bildiklerinden, varsa bile, bu nefislerini kullanmadıklarını, Kur’an’dan Hz. Âdem kıssalarından anlıyoruz. Belki de bu nedenle, melekler tek bir ömre sahipler. Diğer taraftan, Kur’an’a göre, nefsine yenilen melek, beş melekten biri olan şeytan olmuş. O da, bu sebeple cezalandırılmış. Ama onun da ömrünün, diğer melekler gibi ölümsüzlük benzeri olarak devam ettiğini, kutsal kitaplardan anlıyoruz.

Yüce Yaradan, yarattığı kullarından biz insanlara ve cinlere ise nefis vermiş. Buna karşılık da iki farklı hayat vermiş. Birinci hayatımızı bu dünyada organize etmiş. Süresini de kısa tutmuş. Böylece, yaşama sevincini tadacak kullarının sayılarının, dünyanın fiziki imkânlarının kaldırabileceğinden çok çok daha faza olmasını sağlamış. Bitkilerin ve hayvanların da sürekli doğumlarını ve yeniden yetişmelerini kurgulayarak yeryüzünün imkânlarını kat kat artırmış. Böylece, kurduğu sistemini kıyamete kadar devam edecek bir yapıya büründürmüş.

İkinci hayatımızı ise, ölümsüzlük benzeri bir uzunlukta oluşturmuş. İkinci hayatımızı, ceza veya mükâfat olarak organize etmiş. Hangisini vereceğini, bizim davranışlarımızın belirleyeceğini sürekli olarak bildirerek bize yol göstermiş ve uyarmış. Dolayısıyla, bizlere rahmetiyle muamele etmiş. Bizlerin de kendi geleceğimizi belirleyebilmemiz için gerekli donanımı ve yazılımı bizlere vermiş. Her kulunun kalbine bazı düşünceleri indirerek her kuluna yol göstermiş. Verdiği bütün bu nimetleri de, biz kullarına özgürlük vererek taçlandırmış.

Yüce Yaradan’ın kurduğu sistem aslında, biz kullarına ölümsüz bir hayat yaşama imkânı sunuyor. Eğer bu dünyadaki yaşamımızı iyi değerlendirirsek, ikinci hayatımızda, mutluluk ve huzur içerisinde yaşama fırsatını bizlere veriyor. Hâlbuki dünyada ölümsüz olsak, sakatlanma, yaralanma veya hastalanma sonucunda, sonsuza kadar cehennem hayatı yaşama ihtimalimiz az değil. Böyle bir ortamda, dünyadaki cehennem hayatını yaşamamızın da müsebbibi, biz olmayabiliriz. Yani bizler, bilerek sakatlanıp yaralanmaz ve bilerek hastalanmayız. Demek ki, bu dünyada ölümsüz olduğumuzda yaşam şartlarımız bizim elimizde değilken, Yüce Yaradan’ın verdiği ve ölümsüz olan ikinci hayatımızın seçimi bizim elimizde.

İşte, sonsuza yakın olan ikinci hayatımızı belirleme şansımız, mevcut yaşamımızı anlamlandırmaktadır. Eğer ölümü, öbür dünyaya açılan bir kapı olarak görürsek, hayatımızı anlamlandırabiliriz. Ölümü “yok olmak” olarak görürsek, ister sonsuza yakın yaşayalım ister ölümlü olalım, hayatımızın hiçbir anlamı kalmaz.

Eğer bu dünyadaki kısa hayatımızı anlamlandırırsak, hem bu dünyada huzurlu yaşarız, hem de ahiretteki sonsuza yakın ömrümüzü huzur içerisinde geçirme imkânını yakalarız. Yani iki dünya mutluluğuna ulaşırız.

Hayatı, mutfak ile tuvalet arasında geçen bir insan için, yaşamı nasıl tarif etmeliyiz? Bilindiği gibi, hayvanların bile, sosyal hayatları, sosyal kuralları ve duygusal yönleri vardır. Hâl böyleyken, bizler sadece kendi nefsimizin peşinde koşarsak, hayvanlardan daha aşağı seviyeye düşmüş olmaz mıyız? Sadece mutfakla tuvalet arasında geçecek ölümsüz bir hayat düşünülebilir mi?

Çoğumuz, ölümlü olduğumuzu bilmemize rağmen, hiç ölmeyecekmiş ve hiç düşmeyecekmiş gibi davranmaktayız. Bu dünya hayatını diğer insanlara zorlaştıran anlayış, tam da budur.

Bu dünyadaki hayatımızın kısa ve ölümlü olması, aslında şükredeceğimiz güzel bir gerçekliktir. Bugünkünden çok daha uzun bir ömre sahip olsaydık, nefsimize yenilme ihtimalimiz, çok daha yüksek olurdu. Tanrı’mızın bize verdiği ikinci hayatımızın ölümsüzlük gibi olması da, bizim için çok büyük bir lütuftur. Bu gerçeğin sevinci ve şuuruyla davranırsak, hem bu dünya, hem de ahiret hayatımız bütün insanlık için güzelleşecek ve anlamlı olacaktır.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.