BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR

BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR

 

Bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalede, gerek bilim ve gerekse eğitim konularındaki bazı fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu yazımızda bilim insanları ile zanaatkârların yapılarını ve etkilerini değerlendirmeye çalışacağız.

Bilim insanları ile zanaatkârları ayırt edebilmek için yaptıkları işleri karşılaştırmak gerekir. Bilim insanları, dünyada veya evrende zaten var olan şeyleri keşfederler. Zanaatkârlar ise, daha önce yapılan işlerin yanında, daha önce yapılmayan işleri ve kullanılacak malzemeleri de gerçekleştirirler.

Bilimsel araştırmaların sonuçları, insanların isteklerinden bağımsızdır. Nitekim Einstein, “ne aradığımı bilseydim, adına araştırma demezdim” diyerek bu durumu teyit etmiştir. Zanaatkârların yaptıklarının ve araştırmalarının sonucu ise, kendilerinin yapmak istedikleri ya da halkın kendilerinden istediği şeylerdir.

Bilindiği üzere, 19uncu yüz yılda, İngiltere ile ABD arasında zanaatkâr transferi mücadeleleri çok fazla yaşanmıştır. Bilhassa İngiltere, zanaatkârlarının diğer ülkeye göç etmesine izin vermemişlerdir. Bu sebeple, zanaatkâr kaçırmaları sırasında casusluk mücadeleleri olmuştur. Ama Hitler’in baskısından kaçmaya çalışan, bilhassa Yahudi kökenli bilim insanlarını hariç tutarsak, bilim insanı kaçırmak için casuslar mücadelesi, bu yoğunlukta yaşanmamıştır. Yaşanan bu olaylar da göstermektedir ki, zanaatkârlar, toplumun ihtiyacı olan bilgi depolarıdır.

Zanaatkârlar, bir ülkenin üretim gücüdür. Üretim kültürünü kaybeden ülkelerin, uluslararası rekabete dayanmaları, geçmişte mümkün olmamıştır. Günümüzde de pek mümkün görünmemektedir.

Zanaatkârlar, zenginliğin halka yayılmasında aracı rolü oynarlar. Ama en çok da halkın yaşamını kolaylaştırıcı etkileri vardır. Bu sebeple, sayılarının artması, sosyal dengenin sağlanmasına yardımcı olur.

Fransa 1666 yılında Paris Kraliyet Bilimler Akademisini kurdu. Ama bu kurulun üyeleri halka değil, krala bağlı oldular. Çünkü bu kurula seçilebilmenin yolu krala bağlı olmaktan geçiyordu. Kral da onlara lütufkâr davranarak, halk nezdinde onur kazandırıyordu. Dolayısıyla bu kurulun, kibirli insanlar topluluğuna dönüşmesi kolay oldu. Kraliyet Bilim Akademisi, halktan ve zanaatkârlardan uzaklaştı. Sonunda, Bilimler Akademisini kurmasına ve çok sayıda sömürgeleri olmasına rağmen, Fransa, sosyal çalkantılardan kurtulamadı.

Bilimler Akademisini ilk kuran Avrupa ülkesi Fransa olmuştur. Ama onca sömürgelerine rağmen, Bilimler Akademisi ile zanaatkârlar arasında bağ kuramamış olması, diğer Avrupa Devletleri tarafından geçilmesinde önemli bir etken olmuştur.

1465’te matbaanın Gutenberg tarafından devreye sokulmasıyla, başlangıçta İncil ve Tevrat gibi dini yayınlar yapılmıştır. Fakat 1500’lerden itibaren diğer alanlarda da yayınlar başladı. Bu kitaplar, en çok Avrupalı zanaatkârların işine yaradı. Onlar, gerek Endülüs’teki uygulamaları ve gerekse Avrupa’daki başka üretimleri öğrenmeye çalıştılar. Zanaatkârların bu çabaları, keşifler sonrası zenginliğin halka üretim olarak kısmen de olsa yansımasına vesile oldu.

O dönemde matbaada basılan adetler sınırlı idi. Çünkü yazarlar, matbaaya bilgilerini satarak onlardan para alıyorlardı. Matbaalar da, çok baskı yaptıkları takdirde, başka matbaaların korsan baskı yapmasından korkarlardı. Kendi kazançlarını korumak için gerekirse daha sonra bir miktar daha basarlardı. Dolayısıyla bilgisini matbaaya satan zanaatkârlar da ayrıca para kazanabiliyorlardı. Bazen matbaalar, doğrudan kendileri kazanabilmek için etraftan topladıkları bilgileri, küçük notlar halinde basıyorlardı. Basılan kitapların çoğunluğu, 8 ile 24 sayfa arasında küçük kitapçıklardı. Adlarına chapbook deniliyordu. Dolayısıyla okunmaları kolaydı.

16ıncı yüz yılda resimli kitaplar basılmaya başlandı. Zanaatkârların en çok faydalandıkları kitaplar, İbrahim Okur’un aktardığına göre, Makineler Tiyatrosu adı verilen bu eserler olmuştur. Diğer taraftan, Marko Polo’nun seyahatlerinde gördüklerini anlattığı kitabının baskılarının yapılmasının bile, zanaatkârlara faydasının olduğu açıktır.

Avrupa halklarını kitap okumaya teşvik eden kurumların başında Kiliseler gelmiştir. Kiliselerde kitaplıklar oluşturulmasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Protestanlar ve Katolikler arasındaki mücadelelerde, kitaplar önemli rol oynamıştır. İki taraf da kendisini savunmak için, kitap basımına yönelmiştir. Diğer yandan, tarihte pek ismi geçmeyen ama döneminin etkili bazı ileri gelen insanları, kitap okunmasının ve kütüphane oluşturulmasının önemi üzerine sıkça durmuşlardır.

Hattâ İsveç gibi ülkelerde okuma yazma seferberlikleri oluşturulmuştur. Bu gibi ülkelerde, okuma öğrenen insanların büyük çoğunluğu, yazmayı öğrenmeyi beklememişler günlük yaşam mücadelesinin içine dönmüşlerdir. Ama bu çabalar, okuyan insan sayısının artmasına vesile olmuştur. Okumayı öğrenmek isteyenlerin bir özelliği, okuduklarından bir fayda görmeyi umut etmeleridir. Dolaysıyla zanaatkârların ve büyük çiftçilerin çoğu, okuma öğrenmeye çalışmışlardır.

Avrupa’da bunlar olurken, Osmanlı Türk Devletinin Türk kökenli halkında hiçbir yansıması görülmemiştir. Osmanlı’da kitap basımı, önce Yahudilerde sonra Ermeni ve Rumlarda, en sonunda Türklerde başlamıştır. Türklerde de, dini müesseseler ve devlet, kitap okumayı teşvik etmediği için, basılanların sayıları Avrupa’ya göre, çok sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla matbaanın gelmesinin halka ve zanaatkârlara bir faydası olmamıştır. Değişim, ancak II. Mahmut döneminde başlayabilmiştir.

Avrupa’daki bilimin gelişmesinde, hem bu kitapların hem de zanaatkârların rolleri göz ardı edilemez. Ayrıca, halkın yaşam seviyesini yükseltecek aletlerin yapılmasında bilim insanlarından önce, zanaatkârların etkili oldukları da bir gerçektir.

Halk için, yer çekimi kuvvetinin olup olmaması veya dünyanın yuvarlak olup olmaması önemli değildir. Ama Batlamyus’un, Marko Polo’nun matbaada basılmış seyahatnamesini ve diğer birçok eserleri okuyan Kristof Kolomb gibi bir maceracı zanaatkâr için, bu kitaplar ve bilgiler önemlidir. Halkın önemli bir bölümü zaten, matbaada basılan kitaplardan; polisiye hikâyelere, şiddet içeren anlatımlara, magazin bilgilerine  -tıpkı günümüzdeki gibi- daha çok önem veriyordu.

Zanaatkârlığın işlevini, günümüz deyimiyle, teknoloji olarak tanımlarsak fazla hata yapmamış oluruz. Ancak günümüzdeki sorun, bilginin satışının bedelinin çok yüksek olmasıdır. Eğer patent yasası gibi bazı uygulamalar olsaydı, belki eskiden de böyle pahalı olabilirdi.

Bilgiyi, zanaatkârlar aracılığıyla halkın istifadesine uygun fiyatlarla sunmadıkça, fakirler ile zenginlerin aralarındaki farkın hızla açılması devam edecektir. Maddi varlık farkı açıldıkça, sosyal sorunların da katlanarak büyüyeceği aşikârdır

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.