TÜRK MUTASAVVIFLARINDA İNSANLIK ANLAYIŞI
Türklerdeki halk mutasavvıflarının bir kısmının ortak adı, Yunus’tur. Bu isimlerin çoğu, mahlas addır. Yunus olarak bilinen halk ozanı ve mutasavvıfların sayısı hakkında net bir bilgi yok. Türk Dili Edebiyatı araştırmacılarının ifadelerine göre, 150 ile 350 arasında Yunus mahlas ismiyle dolaşan halk ozanı vardır. Yunus Emre lakabıyla dolaşan ozan sayısı da tam olarak bilinmiyor. Tabduk Emre dergâhında yetişen Yunus Emre, bunların en meşhurları. Muhtemelen bu sebeple, güzel özlü sözlerin bazıları, doğrudan ona ait olmadığı halde, ona maledilmiştir.
Demek ki, bizim, sözlerinden örnek vereceğimiz Yunus Emre’nin güzel bir üslupla dile getirdiği düşünceler, aslında halk içerisindeki yaygın anlayışların ifadesidir. Bu hoş ifadelerden, yazı konumuzla ilgili olan bir tanesini aşağıda irdelemenize sunuyoruz:
Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan,
Halka müderris olsa, hakikatte asidir.
Adımız miskindir bizim, düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız, cümle âlem birdir bize.
Halkın yukarıda bahsedilen anlayışta olduğunu anlamak için, Türklerin yaşadıkları bölgelerdeki halkın yaşamına kısaca göz atmak yeterli olur. Bilindiği gibi, Türkler, Anadolu’ya geldikten kısa bir süre sonra, meşhur Haçlı Seferleriyle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu büyük mücadeleden, ciddi darbeler alarak çıkabilmişlerdir. Yaşadıkları büyük zorluklara rağmen, evlerine komşu olan Hıristiyanlarla her zaman iyi geçinmişlerdir.
Eğer halk, Yunus Emre’nin ifadelerindeki anlayışta olmasaydı, böylesine büyük mücadelenin arkasından, çevrelerinde ne kadar Hıristiyan insan varsa, onlara en fazla zararı verebilmek için gayret sarfederlerdi. Fakat bilindiği gibi Türkler, tam tersine kendileri savaşa gidip şehit olurken, Hıristiyan komşularının rahat etmelerini ve zenginleşmelerini sağladılar.
1492’den sonra İspanya’dan sürgün edilen Yahudilere kimin kucak açtığını hepimiz biliyoruz. Osmanlı Türklerinin topraklarına geldikten sonra buldukları huzur ortamında zenginleyen Yahudiler, devlete faizle borç verdiler. Osmanlı Türk Devletini yönetenler de tıpkı Türk halkı gibi hoşgörülü davrandılar. Aldıkları borçları faiziyle ödediler. Böyle yapmayarak, “sizin hayatınızı kurtaran ve bu parayı kazanacak ortamı sağlayan biziz, ne borcu, ne faizi” deselerdi bile dünya kamuoyu nezdinde haklı görülürlerdi.
Yahudiler, İspanya’ya karşı düşmanca bir mücadele içerisinde olmadan sürülmüşlerdi. Eğer bazıları Müslümanlarla birleşerek İspanyollara karşı savaşsalardı, muhtemelen, onları Osmanlı gemileri bile kurtaramayabilirdi. Bizi bu muhtemel kanaate ulaştıran, Hitler döneminde yaşananlardır.
Türk Halk mutasavvıflarının içerisinden, bugünkü anlamda “mektepli” diyebileceğimiz kişi Hacı Bektaşi Veli’dir. Bu lakabı ona halk vermiştir. Asıl adı, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Bu Türk mutasavvıfının, yazımız konusuyla ilgili sözleri de benzerdir.
Yetmişiki milletin hepsine aynı nazarla bak,
Hiçbir insanı ve kavmi ayıplayıp hor görme
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutma
İncinsen de incitme.
Diğer bir Türk mutasavvıfı olan Mevlana Celaleddin Rumi, çok sayıda eser verdiği için, daha çok tanınmaktadır. Günümüzde çeşitli ülkelerde Mevlevihaneler mevcuttur. Kendisine Rumi denilmesinin sebebi, halk arasında Mevla olarak görülen başka mutasavvıfların yaşamış olmasıdır.
Nitekim Arap tarihçi ve bilim insanı El-Cahiz’in “Hilafet Ordusunun Menkıbeleri” adlı eserinde aktardığına göre, Arap komutan Ubaydullah bin Ziyad 674 yılında Buhara’yı fethettikten sonra Basra valiliğine tayin edildi. Gelirken yanında iki bin okçu getirdi. Bunların çoğu Türk idi. Bu Türklerin içerisinden komutanlar çıktığı gibi, Raşid el-Türki adlı kişi, zaman içerisinde, Basra valisi Ubaydullah bin Ziyad’ın Mevla’sı haline geldi. O dönemde bu mümtaz şahıstan başka, Zuhayr el-Türki, Hammad el-Türki gibi başka değerli Mevla özelliğinde insanlar yetişti.
Mevlana Celaleddin’in yazımız konusuyla ilgili sözü şöyledir:
Hıristiyan, Mecusi, Putperest olsan yine de gel,
Bin kere tövbe etmiş ve tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel.
Osmanlı Devletini yönetenler, Yeniçeri namıyla kurdukları ordularını Hacı Bektaşi Veli’nin tarikatına bağladılar. Savaşçıların bu tarikat mensubu olarak eğitilmeleri çok dikkat çekici bir öneme haizdir. Savaşan askerleri “düşmanınızın dahi insan olduğunu unutma” anlayışı ile yetiştiren başka örnekler bulmak zordur.
Türklerdeki bu anlayış, en son olarak Çanakkale Savaşları sırasında kendini gösterdi. Türk askerlerinin, ülkelerini işgale gelen Anzak savaşçılarına karşı şefkatli davranışları, Türk mutasavvıfları ile halkın ne kadar iyi bütünleştiklerini gösterir.
Birinci Dünya Savaşında Almanlarla birlikte yenilen Türkler, Yeniden Diriliş Mücadelesi verdiler. Son derece zor şartlar altında verilen mücadelenin Baş Komutanı olan Mustafa Kemal Atatürk, böylesine büyük boğuşmadan çıkmasına rağmen “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyerek, insanlığın geleceğini düşünmüş bir Türk’tür.
Türklerin ikibin yıllık tarihini inceleyen Jean Paul Roux, ilgili kitabında durumu şöyle özetler:
“Kimi zaman bazı halklar, Türkler tarafından ezilmiş olduklarını söylemişlerdir. Ama Türkler, daha çok, egemenlikleri altındaki halklara olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır.”
Yine bir Fransız düşünürü olan Jean Baudrillard, ise tarihe başka bir açıdan bakarak, “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabının arka kapak yazısında şu tespiti yapıyor:
“Bugün, geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerin başlarına sorun olan hemen bütün hareketlerin beslendiği yerler, ABD ve Avrupa’dır.”
Cemil Meriç’e göre, Osmanlı’da, adalet, kurumların bel kemiğidir. Aslında bu anlayış, hemen bütün Türk devletlerinde vardır. Müslümanlık öncesi Türklerde, adalet kelimesinin karşılığı, “döröstlük”tür.
Bu yazının yazarı olarak, kendimi Türk addediyorum ve atalarımı hayırla yadediyorum. Ancak, nerede doğacağımı ben seçmediğim için, herhangi bir başka millete de mensup olabilirdim. Benim Türk olarak dünyaya gelmiş olmam, tamamen kâinatı yoktan var eden Yüce Yaradan’ın takdiridir.
Eğer, başka bir ülkede doğmuş bir insan olsaydım ve milletlerin tarihlerini, özelliklerini inceleseydim, acaba Türkler hususunda nasıl bir sonuca varırdım?
Eğer, başkalarını ezerek zenginleşmeye çalışan bir ülkenin, aynı anlayıştaki bir insanı olsaydım, muhtemelen Türklere çok kızardım. Çünkü Türklerin, kendileri cefaya ve çileye talip olurken, mazlumları ve diğer halkları korumaya çalışmaları, benim ülkemin menfaatine zarar verirdi.
Eğer, 1492 sonrası keşiflerin sonucunda genel olarak ezilmiş bir ülkenin, mazlum bir insanı olsaydım veya başkalarını ezen bir ülkenin insancıl bir insanı olsaydım, muhtemelen Türklere sevgi beslerdim. Haset etmeden, gıpta ederdim. Onlar gibi adaletli ve koruyucu olmak için çaba sarfederdim.
Eğer, ülkemdeki inancın kutsal kitabını veya öğretilerini içime sindirecek şekilde okusaydım, Türklere kızan ve sevmeyen biri olsam bile, onların, benim inancımın paralelinde ve insanlığın yararına çalıştıklarını kabul etmek zorunda kalırdım. Hem ülkemdeki insani anlayış ve inançların yüceliğinden bahsedip, hem de Türklerin insanlığa faydalarını kabul etmeseydim, muhtemelen göreceğim bir rüyada, kendimle çeliştiğim için uyarılırdım. Bulunduğum ülkeye göre, rüyamda beni uyaran, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed gibi bir peygamber veya azizler, evliyalar olabileceği gibi, Gautama Siddharta (Buda), Konfüçyüs veya Hinduculuğun Brahmanlarından birisi, ya da dervişleri olabilirdi. Rüyama girenler bana yol göstererek, dünyada hiçbir şeyin baki olmadığını ifade ederek, ülke halkı olarak biz de, genel anlamda Türklerinki gibi davranırsak, gelecekteki bir zamanda Türklerin yerine bizim geçebileceğimizi söyleyebilirlerdi.
Eğer başka bir ülkede doğmuş olan ben, bütün bu uyarılara rağmen, halen önyargılı düşünmeye ve davranmaya devam etseydim, inançlarımın kurucuları olan mümtaz şahsiyetler beni terk edebilirlerdi.