BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK
Tarik, yol demektir. Tarikatların amacı, üyelerine İslâm’a giden yolu göstermektir. İnsanları bu konuda irşat etmek maksadıyla kurulanları vardır. Fakat bilhassa günümüzde, tarikatların çoğu, bir kişinin veya bir gurubun kalesi olmuş. Kendilerine küçük çaplı kaleler kuran yöneticiler, kaleye istediklerini almakta, istemediklerini almamaktalar.
Yaptıkları bu uygulamanın Kur’an anlayışı ile hiçbir bağlantısı yok. “Ne olursan ol, yine gel” diyen Hz. Mevlana’nın düşüncesine ters. Fakat tarikat yöneticilerinin çoğu, bu kadarla da kalmıyorlar. Kendileri haricindeki herkesi dışlıyorlar. Müslüman dininde olmayan her insanı, Allah’a şirk koşan anlamında müşrik olarak niteleyip, onları putperest gibi görüyorlar.
Çoğu tarikat yöneticisi, bu yaftalama ile de yetinmiyorlar, kendi tarikatlarının mensubu olmayan her insanı kâfir olarak suçluyorlar. Bu suçlamayı da maalesef, Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi âlemlere rahmet için gönderilen bir peygamberi alet ederek yapıyorlar. Böylesine insancıl bir peygamber, onlara göre güya şöyle söylemiş: “Benden sonra ümmetim 73 fırkaya (bazılarına göre 72 guruba) ayrılacak. Bunların sadece biri cennetlik olacak, diğerleri cehennemlik olacak.”
Bu uydurma ve Hz. Muhammed gibi bir peygambere iftiranın da öteside olan hadisi, her tarikat yöneticisi kendi mensuplarının yüzüne söylüyor. Tabii, tarikatın şeyhi böyle söyleyince, onun tarikatının üyelerinin cennetlik, diğerlerinin cehennemlik oldukları hemen anlaşılıyor. Bu anlayıştaki her tarikatın üyesine, diğer tarikatlara ve onların mensuplarına kâfir gözüyle bakmaktan başka yol kalmıyor.
Dolayısıyla kendileri dışındakilerin hepsini, cehennemlik olarak suçluyorlar. Her bir tarikata göre, Müslüman olmayanlar zaten kâfir olduğundan, kendi tarikatları mensubu olanların dışındaki bütün insanlık kâfir olmuş oluyor. Böylece tek kurtuluş yolu olarak, onların tarikatına girmek kalıyor. Onların dediklerini doğru zanneden bir şahıs, bu tarikatın şeyhine intisap etmek istese bile, kabul edilmeyebiliyor. Tarikat yöneticilerinin onayı olmadan alınmıyor. Alınanların bile, mutlaka cennete gidecek diye bir garantileri yok. Tarikat içerisinde “emir erliği” ölçüsüne göre kademelendirmeler var.
Gelelim Hıristiyanlıktaki anlayışa. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonraki ilk dönemlerde, Hıristiyanlar (Nasranîler), Yahudiler ile iyi bağlantı içerisinde idiler. Hattâ kendilerini Yahudiliğin devamı olarak görenler çoğunlukta idi. Nitekim İncillerin adı, Yeni Ahit idi. Tevrat ise, Eski Ahit olarak değerlendirilmeye başlandı. Bu fikri savunanlara göre, Hz. İsa, bir Yahudi idi. Onlara peygamber olarak gönderilmişti. Ama bilhassa Romalıların M.S. 70 yılında Yahudileri dağıtması, Süleyman mabedini yıkması hadisesi bazı bakışları değiştirdi. Hz. İsa’yı Romalı vali Pontus Pilatus’a Yahudilerin teslim ettikleri inancı yayıldı. İşte onların işledikleri bu büyük günahtan dolayı, Tanrı onları Romalılar eliyle cezalandırmıştı. Böyle düşünenlere rağmen, Hıristiyanlar da Yahudilerin Şabat gününü kutlamaya devam ettiler. Hıristiyan Paskalya bayramı ve Yahudi Fısıh bayramı aynı günlerde kutlanıyordu.
Fakat Hıristiyanlık Batıya doğru ilerledikçe yorumlar değişmeye başladı. Kilisenin kuruluşundan sonra çeşitli Kilise yetkilileri değişik fikirler serdetmeye başladı. Bunların içerisinden en etkili olanı Aziz Kipriyanus (ö.258) oldu. Kipriyanus, 1Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışını geliştirdi. Bundan sonra anlayışlardaki değişim hızlandı. İznik Konsili’nde (325), Şabat günü yerine, Pazar günü kutsal kabul edildi. Paskalya bayramının tarihi değiştirildi. Yahudiler tamamen dışlandı.
Hıristiyanlık, Romanın resmi dini olduktan sonra Vatikan’daki Papalar, Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve onun da bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kilise’ye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”
Yukarıdaki satırlar ile günümüzdeki bazı İslâm tarikatlarının anlatımları nasıl da birbirine benziyor. Yayınlanan kararnamedeki Katolik Kilisesi yerine, falan tarikat kelimesini koyarak okursak, tıpatıp aynı olduklarını göreceğiz.
İşin ilginç tarafı, Katolik Kilisesi uzun yıllar sonra da olsa hatasının bir kısmını anladı. 1962-65 yıllarında toplanan II: Vatikan Konsili’nin aldığı kararlar, diyalog yönündedir. (Bunlar, hayat diyaloğu, birlikte yaşama diyaloğu, teolojik diyalog, dini tecrübe diyaloğudur.) Hem diğer Hıristiyan mezhepler, hem de diğer dinler ve bilhassa Müslümanlık ile iyi ilişkiler kurulması tartışılmıştır. Böylece tek kurtuluş yolunun Katolik Kilisesi olmadığı kabul edilmiştir. Başak anlayışların ve dinlerin de insanları kurtuluşa götüreceği düşünülmüştür.
Katolik Kilisesi hatalarından kurtulmaya uğraşırken, bazı İslâm tarikatlarının, tek kurtuluş yolunun kendileri olduğu hususunda ısrar etmelerini nasıl yorumlamak gerekir?