BİR İNSANIN, HAYATINI ANLAMLANDIRMASI ÜZERİNE
Başlıktaki konumuzla ilgili olarak bu sitede “Hayatın İlahi Bir Anlamı Olmazsa, Herşey Manasızlaşır” ve “Hayatımızı Anlamlandırarak Geleceğimizi Kurtarabiliriz” adlı iki makale yayınlamıştık. Bu iki yazımızda, konuya faklı açılardan yaklaşmaya çalışmıştık. Fakat her ikisinde de olayı İslâmi bakış açısından irdelemiştik. Bu yazımızda, uhrevi yönden değil, dünyevi açıdan incelemeye çalışacağız.
Bilindiği gibi, bir insanın dünyaya gelişi yani varoluşu, kendi isteği ve iradesi dışındadır. Kimimiz, neden dünyada bulunduğumuzu sorgulamaya genç yaşta başlarız, kimimiz böyle bir sorgulamayı daha geç yaşlarda, ihtiyarlık belimizi bükünce yaparız. Birçoğumuz, yaptığımız sorgulamadan bize yol gösterecek bir cevap bulamadan ölürüz.
Sorgulama yapanlarımızın bazısı, dünyaya gelişimizin bir anlamı olmadığını düşünür. Bu insanlara göre, dünyada varoluşumuzun belli sebepleri yoktur. Konuya böyle yaklaşınca, “dünyaya gelişimizin bir anlamı yoksa dünyanın da bir anlamı yoktur” sonucuna varılır. Bu durumda insan, önce, bu dünyadan azami ölçüde nemalanmak arzusuna kapılır. İstediği gibi yaşamaya başlar. Kendince, bu dünyada cenneti yaşamaya çalışır.
Fakat kendisine bu dünyayı cennet yaparken, başkalarının da aynı duygularla mücadele ettiğini görür. Menfaatler çatıştıkça, insanlar kendilerine cenneti oluşturmaya çalışırken, başkalarına cehennem yaşattıklarını farketmeye başlarlar. Rekabet dünyası, her bir kişinin kendine cennet oluşturabilmesi için, diğerlerine cehennemi yaşatmasını mecburi hale getirir. Hattâ bazı işlerde beraber hareket ettiği rakipleriyle de aynı şartlar geçerlidir.
Kendisine cenneti yaşatma mücadelesinde, bazıları daha başarılı olur. Daha zengin veya daha üst makama gelirler ya da daha meşhur olurlar. Fakat zenginliğin ya da meşhurluğun üst sınırı yoktur. Bu sebeple, akıl erdirip konumlarını düşünenleri, sonraları sıkılmaya başlarlar. Yukarıda bahsettiğimiz yazılarımızın ilkinde sorduğumuz şu soruları kendilerine sormaya başlarlar:
“Ben daha meşhur olacağım da, ne olacak?”
“Çok zengin olacağım da, sonrasında ne olacak?”
“Başkalarından daha üst makama oturacağım da, ne olacak?”
Bu sorulara cevap aranmaya başlayınca, varoluşumuza bakışımız da değişmeye yüz tutar. Dünyaya gelişimizin bir anlamı ve belli bir gayesi olmadığını düşünmeye devam etsek bile, görürüz ki, varoluş âlemindeki yani dünyadaki işleyiş, bir sebep üzerine olmaktadır. Her şey bir anlam çerçevesinde yürümektedir.
Dünyadaki bu işleyişi farkettiğimizde, kendimize şöyle bir soru sorma ihtiyacını duyarız: “Var oluşumumu yani varlığımı neye göre anlamlandırmalıyım?” Böyle bir soru, bizim için gerçekten de anlamlı bir soru haline gelmiştir. Çünkü hem kendimizin, hem de dünyadaki hayatın işleyişinin sebeplerinin anlamlı olduğunu görmüşüzdür.
Bütün bunları gördükten sonra sıra, kendimizi ve varlığımızı keşfetmeye gelir. Kendimizi keşfetmeye başladıkça, bu keşfe uygun olacak bazı hayat ilkelerini benimsememiz gerektiğini anlarız. Belirleyeceğimiz bu ilkeler, hayatımızı anlamlandırır. Ancak bu ilkelerin niteliği, bundan sonraki hayatımızın kalitesini de belirler.
Bugüne kadar insanı tarif eden çok sayıda sözler sarfedilmiştir. Bizim konumuzla bağlantılı olanı, bazı felsefecilerin insanı tanımlarken, kullandıkları şu ifadelerdir: “İnsan, sahip olduğu aklını kullanarak, kendine anlam bulan varlıktır.” Gerçekten de, bizi hayvanlar âleminden ayıran en önemli özelliğimiz budur. Konuşmamız ya da düşünmemiz değildir. Çünkü hayvanlar kendi aralarında çıkardıkları seslerle anlaşabilmekteler ve yapacakları hamleleri düşünebilmektedirler.
Peki, bu anlam nasıl bir şey olmalıdır? Anlamlı bir şey, ilkesiz olamayacağına göre, anlamımızın ilkeleri neler olmalıdır? Bu sorulara, ilahi tanımlar açısından bakmadan cevap aramaya çalışalım.
Her insan toplum içerisinde yaşadığına göre, ilkelerimiz, cemiyet hayatına uygun olmalıdır. Günümüzün ifadesiyle evrensel olmalıdır. Yani mümkün olduğu kadar kuşatıcı olmalıdır. Eğer oluşturacağımız ilkeler bu temeller üzerine bina edilirse, iç dünyamızda huzur buluruz. Eğer, evrensel değerlere uygun olmazsa, bir süre kendimizi kandırsak bile, sonunda mutlaka iç dünyamızda fırtınalar oluşmaya başlar. Huzursuz oluruz. Zevk aldığımızı zannettiğimiz davranışlarımız, bizi sıkmaya başlar. Dolayısıyla tekrar başa döneriz ve yukarıda kendimize sorduğumuz üç soruyu sormaya başlarız. “Çok zengin veya çok meşhur olacağım da sonra ne olacak?” gibi sorular bizi bunaltmaya başlar.
Bu bunalımdan kurtulamazsak, iki şeyden birini yaparız. Birincisi, daha güçlü olmak için başkalarını ezmeye devem ederiz. Bu durumda, kısır döngüden çıkamamış oluruz. İç huzurumuzu toparlamak bir yana, daha fazla huzursuz olmaya devam ederiz. Çok zengin veya çok meşhur olduğumuz için kimseye söyleyemediğimiz bu iç huzursuzluk, tabiri caizse, bizi içten yer bitirir.
İkinci yol, intihar etmeyi düşünmektir. Ancak bir insanın kendi canına son vermesi kolay bir şey olmadığından, bunu bazen gerçekleştiremeyiz. Bu durumda yaşantımız, sanki bir ölü haline dönüşür. Yani sonuçta her iki yol da aynı sonuca ulaşır. “Dıştan bakılınca heybetli bir çınar, içten bakılınca kof bir yapı” halinde yaşarız.
O halde, dünyada var oluşumumuzun bir sebebi olmadığını düşünsek bile, iç huzurumuzu yakalayabilmemiz için, kendimize belirleyeceğimiz hayat ilkeleri, evrensel nitelikte olmalıdır. İnsanları kuşatıcı olmasına gayret edilmelidir. Ancak ilkeleri belirleme gayretine, mümkün olduğu kadar erken yaşlarda girersek, çok daha huzurlu oluruz. Geçmiş hatalarımıza hayıflanarak, kendimizi üzmeyiz.